11 Aralık 2016 Pazar


Bir rüyaya giriyorum. Kimse görmesin diye sessizce, parmak uçlarımda yürümeye dikkat ederek. kimse farkıma varmıyor önceleri. Bir sohbete dahil oluyorum ben de görünmezliğimden yararlanarak. yuvarlak bir masa. Kenarında bir yatak, daha önce de gördüğüm. Masada yatakta uyuyanı konuşuyorlar, nasıl da yorulduğunu:ruhen. Bir insanın daldan düştüğünü, yakalanamadığını. Yatakta yatanın onu yakalayamadığından bahsediliyor. İnsanların yüzlerini görmeye başlıyorum yaklaştıkça, ürperiyorum. hepsi tanıdık yüz. Biliyorum. Öyleyse diyorum, benim de bildiğim biri olmalı daldan düşen. Uzanıp yataktaki kişiye bakıyorum. Sağ tarafta hep diğer saçlardan hızlı uzayan bir tutam. Bu benim her şeyi anlamama yetiyor. Uzanıyorum, sandığım kişi. Acaba hiç farkında mıydı sağ tutamın daha hızlı uzadığından? Göğsündeki çıkık yere dokunuyorum, dokunduğum an içeri giriyor elim. Yoksa çökük müydü göğsü, ellerimle mi doldurmuştum o yeri önceleri? Hatırlamıyorum, yalnız his avuçlarımda. Hiç geçmeyen his, daha çok ısınıyor derimde. Kan sıcaklığı hissediyorum, içindeyim. Kalbi avuçlarımda. Okşayıp acısını dindiriyorum, demek, durduramamış daldan düşeni. ne acı.

Uyanıyor kalbine dokununca. Beni görüyor. Önce yine iteceğini düşünüyorum. Yataktan bir uçurum gibi düşeceğimi, masaya doğru yuvarlanıp kaybolup gideceğimi. O ise öylece duruyor bana bakıp. Ellerini kaldırıyor sızıyla. Göğsünden kalbine uzanan elimi çıkarıp dudaklarına götürüyor. O an düşünüyorum, bir daha o güzel yüzün bendeki hissini hiçbir şey dolduramayacak. Onunsa gözleri doluyor. Şaşırıyorum. Sanırım on bin yıllar boyunca beklediğim bu an, uzaklardan; şimdi, nasıldı? Nasıl geldiğimi soruyor. Masaya bakıyorum. Başkalarının yanında bana şefkat dolu sözler söylemesi de imkansız. Şaşırıyorum. Oysa masadakiler bizi fark etmiyor. Nasıl geldiğimi ise hatırlamıyorum. Nasıl oldu diye soruyor, Dış kapıyı düşünüyorum, düşündüğüm an o değil diyor. Anlamıyorum. Kalkıp doğruluyor. İki elim yanaklarında şimdi. Nasıl kurtuldun diyor. anlamıyorum, konuşamıyorum. Şaşırıyorum. Seni diyor, o dalda kaybederken... Anlıyorum. Benim yüzümden miydi hepsi, daldan düşen ben miydim, onu bu yatakta terler içinde bırakan ben miydim? Ağlamaya başlıyor. Masadakiler farkında değil. Şaşırıyorum. Ellerimi itiyor iyice. Yanaklarından içeri giriyor ellerim. Sıcak, güzel gözlerine dokunuyorum içeriden, dudaklarına, beynine kadar itiyor beni. Elim takılıyor, bir kutuyu açar gibi açıyorum bir şeyleri. Konuşmaya başlıyor. O zaman.

"Büyülü bir evi düşündüğünde, evet bendim, emin ol. Adın zordu, adını söylemek, söyleyemeyen bendim, emin ol. O gün seni son gördüğümde siyah bir oyuncağı parçalayan bendim, emin ol. Son nefesini beklememeliydim biliyordum, emin ol. Seni o ağaca çağıran da bendim emin ol, seni o dalın ucuna iten de bendim işte ama seni o daldan ben düşürmedim. Ellerimi uzattım sana. Ellerim yetmezdi. Biliyordum! Sana sadece gitme demem yeterliydi, eğer gitme diyebilseydim, düşmezdin biliyordum! Emin ol."

Ölüydüm, büyülü bir evde ölmüştüm. Çamdan düşüp, akasyadan, duttan, iğdeden, kirazdan, elmadan, erikten belki. Erik ağacımdan! Bir söz yeter miydi, düştüğüm uçurumlardan geri dönmeme bilmem. Belki kanatlanırdım, kanatlarım koparılıp büyülü evin bodrum katına gömülmeseydi eğer.

Ellerimi çekiyorum, ellerim kan dolu. Masadakiler farkında değil. şaşırıyorum. Eğilip ellerini öpüyorum onun. Kalbindeki boşluğu dolduruyorum beyin kanıyla. İkisi arasında bir bağ olsaydı eğer, düşmezdim uçurumlardan. Bunu da biliyorum.

Doğrulup kalkıyorum yatağından, çıkıyorum rüyadan. Bir daldan içeri giriyorum. Bir duttan, erikten belki. Böylesi daha güzel, yeşilken, yeşil hanımken.

Romanya...

Bu şarkıda ise tersine Cibelle dinleyelim, 
Green Grass desin. 
Tersine.
3 gün sonra bir şarkı dinliyorum,
boşlukları doldururken diyor ki
"Şimdi sen hiç sevmemiş gibi, hiç görmemiş gibi davran.
Ama ben kalbini açmamış gibi, hiç dokunmamış gibi davranamam."

7 Aralık 2016 Çarşamba

Radyo


Şu radyoyu ne kadar çok sevmiştin. Sesinde bir tını var diyordun, farklı bir tını. İçine işler gibi, öyle sanıyordun. Bense onu ilk gördüğüm gün hayli şaşırmıştım. Senin bir radyo dinliyor olman, bir radyo fikri sana pek yakışmaz gelmişti. Uyurken, uyumadığın geceler; demek müzik dinliyordun, olmaz gibiydi. Sonra heyecanla bir kaset takmıştın. Sarı-bordo kareli koltuklara oturmuştum. Camın önünde uzun olan mı duruyordu, tekli koltuk mu vardı? Hatırlamıyorum. Radyo duruyordu yatağının yanında, başucunda. Yatağının tam karşısında sesi kısılmış bir televizyon. Bir Türk dizisi dönüyordu, cuma akşamı. Bana sorsan dizi de sarı-bordo kareliydi, koltuk takımın gibi. Şarkı başlayınca şarkıya odaklanmıştım. Şarkıları severim çok. Ben sözleri hatırlayınca sevinmiştin, gururlanmıştın bile belki. Heyecanlanmıştın, bak şimdi en güzel yeri diye, bence orası değildi, sırf sen daha mutlu ol diye demiştim, "bence de."
O radyoyu ne çok sevmiştin. Sana başka radyolar da almıştım sonradan. Bir keresinde Flavia'dan bile getirmiştim, bordo-sarı kareli bir tutma ipi dahi vardı. Sanırım elini hiç sürmemiştin. Hiçbiri o radyonun yerini tutmamıştı. Belki de tutmayan bendim. Kimbilir?

Şu radyoyu ne kadar da çok sevmiştin. Sarı-bordo renkli bir battaniyeye mi yoksa sarı-bordo renkli bir hırkaya mı sarılmıştım ben o radyoyu son gördüğümde. Açık gri renkli, yuvarlak radyo. Kasette ilk olarak bana ne dinletmiştin, hiç hatırlamıyorum. Garip, bir dans şarkısını hatırlayamadığım gibi. Ama başka şeyler net.
Sarı-bordo kareli bir atkıyı hatırlıyorum tümüyle.
Bir de başka bir şarkıyı, beni yaralayan:
"Bebeğim öldü."

Romanya