"Bırak artık dünyayı, zarları hileli."
-1-
Bu apartmanın 2. katında yaşardı Adnan. Sarı rengi yer yer solmuş, 1. katında siyah ve demir parmaklı pencereleri olan ama küçük bahçeli bu 6 haneli apartmanda. Sağ dairede oturuyordu, 4 numara. Yalnız başına. Çift sayıları sevdiği için 4 numaralı daireden etkilenmişti. 8 olsa daha mutlu olurdu. 8'i severdi, anısı vardı, 8'i hiç unutamayacağını sanırdı. Evi güzeldi, eşyalıydı. Bulaşık makinası ve güçlü bir süpürgesi bile vardı. Bunlara hep çok sevinirdi. Yerleştikten kısa bir süre sonra çamaşır makinası bozulmuş, biraz çamaşırcılarla idare etmiş, sonra yeni boşanan bir iş arkadaşından 2. el almıştı. Arta kalan parayla Tunalı'ya içmeye gidip efkar bile dağıtmışlardı, sonuç aynı paraya gelmişti.
İnce ve uzun biriydi eskiden Adnan. Bir dönem kambur yürümüşlüğü bile vardı. Çabuk düzeltti bu halini. 30'larında tayinle tanıştığı Ankara’nın ayazı onu kilo almaya, biraz yağlanmaya mecbur kılmış gibi özellikle bel kısmından genişlemişti. Kolları zamanla şişmişti. Bacakları kalınlaşmıştı. Hep sıska olunca, bu şişlik zamanla hoşuna gitmiş, kendini daha iyi hissetmişti. Aynada kollarını izlediği bile olurdu. Şimdi 30'ları yarılamıştı. En güzel yaşlar denirdi ama o memur masasında bu güzelliğin ne olduğunu düşünürken bulurdu kendini.
Hayatı sıradandı, eğer erken geldiyse ve Adnan da geç kaldıysa, haftada 1 kez gelen temizlikçi kadınla sohbet ederdi. Onunla konuşmak, kendisini çocukluk evinde gibi, doğal hissettirirdi. Kadın çorba yapıp koyardı ocağa bazen. Evde hamur işi, sarma, bezelye yaptıysa biraz ona da getirirdi. Adnan da eskiyen kıyafetlerini falan ayırır kenara, ona verirdi. Kadın mahallede bulurdu mutlaka birilerini. Hatta bir kere kimin olduğunu hiç bilmediği, açık pembe renkli bir kazak bile vermişti de kadın arkasını hiç sormamıştı.
İş yerinde kimseyi sevmezdi. Samimi bulmazdı hiçbirini. Buraya ilk başladığında daha içten ve hevesliydi ve onları çok yadırgamıştı. İş yapmadıklarını düşünür, boşa para kazandıklarına kızardı ama zamanla onlara benzediğini düşünmeden edemezdi. O da artık onlar gibi molaları kaçırmaz, bu kahve ve sigara keyfini asla onun bunun işi için es geçmezdi. Masa başında da sık sık dalar, kendini bambaşka şeyler düşünürken bulur, işi başa sarmak zorunda kalırdı. Bambaşka şeylerden kastı aslında temelde aynı şeylerdi. Bir şeyler yazmak ve çizmekle ilgili aklına fikirler gelir, kimini kenara köşeye karalar, yazar ve çizerdi ama çoğu o masa başında asılı kalır, sonra da bir buhar gibi kaybolup giderdi. Çünkü ne yazsa ne çizse bir işe yaramıyor artık diye düşünürdü. Eskisi gibi şöyle sohbet edeceği, bir şeylerin kritiğini yapabileceği kimsesi yoktu. Herkes başka hayatların yolunu tutmuştu.
Eskiden iş çıkışları bazı akşamlar Kızılay'da buluşup bekar arkadaşlarıyla ucuz yerlerde dürüm, köfte ekmek yerlerdi. Geceleri Cebeci'de annesinin deyişiyle dumanlarını tüttüre tüttüre cızbız köfteye giderdi. Elleri donsa da o arabanın başında hiç tanımadığı insanlarla sıcak köfte ve soğuk ayranla sohbet etmeye bayılırdı. Eğer arkadaşlarıyla güzel bir yemek yedilerse karınları doyunca duman altı yerlerde bira içer, biraz siyaset ve biraz kitap konuşurlardı. Biraya bu tayininde, Ankara’da; bu bira sohbetlerindeki arkadaşlarına da üniversitede başlamıştı. O zamanlar içmezdi ve yurtta canla başla Ufuk ve Ramazan'la birbirlerinin her derdine koşar, haşarılıklar yapar, yurttan kaçarlardı. Çok eğlenmişler, çok sıkı dost olmuşlardı. Hepsi ayrı bölümlerde okumuş ama sonunda aynı şehirde yaşamaya başlamışlardı. Onlar Adnan'dan 2 yıl önce Ankara’ya gelince Adnan hazıra konmuştu. Hazır bira mekanlarına, hazır yol tariflerine, hazır yemek yerlerine. Bu yüzden sevmişti Ankara’yı, ayazına ve sokaklarında tüten gri dumana rağmen. Ama artık o iş çıkışı toplanmalar yoktu. Ufuk üniversiteli bir kızla evlenmişti, Ramazan kendi anne babasının hastalıklı dertlerine boğulmuş, ayda 1 kez ancak fırsat bulur olmuştu. Arada bir de Ufuk'a giderlerdi. Adnan, tek başına devam ediyordu. Gittiği yerdeki tanıdıklarla. Birileriyle. Sıradan insanlarla.
Odalarına kadınlar girer çıkardı ama boşlukları bile kalmazdı geriye onlardan. Havada yürümez gibiydiler, Adnan için öyleydi en azından. Bir anlamları yoktu. O çağırmazdı, onlar kendi gelirdi. İçtiği bir yerden çıkarken, arkasına takılırlardı. Bir şey de anlamazdı, sevmezdi ama bir şey demezdi. Sırf meraktan geldiklerini düşünürdü. Mesela kışın ısınmak için geldiklerini (birisi kalorifer kadar sıcaksın bile demişti.), kahvaltıya kalıp karınlarını doyurduklarını, aşık olmayı beklediklerini bile. Ama Adnan böyle biri değildi, o da kadınlar gibi boşlukla dolanmayı severdi. Fazlası olmayı hiç düşünmemişti.
Üniversiteden sonra gerçek olarak ilk kez odadan bir kızla görüşmüşlerdi. Adı Özlem'di. Tatlı bir kızdı, sohbeti güzeldi. Uyumluydu, sorun çıkarmaz ve çabuk mutlu olurdu. Zor bir hayatı olmuştu. Adnan'ın çocukluğu nasıl aile içinde ve huzurluysa Özlem'in bir o kadar aile olamadan ve huzursuz geçmişti. Birkaç ölü görmüştü kucağında, birkaç da ölü gömmüştü. Hasta birilerine bakmış, altlarını almış, buruşuk pipiler temizlemiş, sarkmış memeler yıkamıştı. Ankara soğuğundaki gecekondularında sobalar boşaltmış, çalışmış, çabalamış, bu günlere gelip ailesine destek olmuştu. Belki de bu yüzden, gerçekçiydi. Sohbeti severdi, sohbeti dinlenirdi. Onunla sokaklarda yürümek güzeldi ama asla saatlerce yürümezdi. Adnan bir şeyler yazsa, üzerine konuşulur, devamı gelmezdi. Özlem anlardı ama bir şeyler yazmazdı, çizmezdi, durağandı, dingindi.
Birkaç ay görüşmüşlerdi, sadece 1 kez sarı apartmanın 2. katına gelmişti. 4 numara dikkatini çekmişti, çift sayıda oturduğu için şanslı olduğunu söylemişti. O 3 numarada oturuyordu. 3C. Sesli harfleri severdi halbuki, en azından 3E olsaydı demişti ayakkabısını çıkarırken.
Özlem eve gelince, Adnan evde bir boşluk dolacak gibi sanmıştı. Oturuşu o koltukta kalacak, hiç gitmeyecek. Kahve bardağının izi havada kalacak, orası saydam bir delik gibi olacak. Böyle bir hisle davet etmişti Özlem'i ama Özlem korkaktı. Teması sevmezdi, korkmuştu da gerçekten, hep korkardı. Eli ayağına dolanmıştı, burada olmamalıyım hissi, burada olmanın huzurunun önüne geçmişti. Ne yapacağını bilmeden, binlerce kişiyi ağırladığı her halinden belli olan yemek masasının üzerindeki kitaplara bakmıştı. Kahve gelene kadar sayfaları çevirip altı çizilenleri okumuştu. 'masa da masaymış ha.' ne çok kitap diye düşünmüştü. Kalbi ısınmıştı Adnan'a. Onu böyle görmek iyi gelmişti. Yaşamışlığını, evrende olduğu yeri görmek. Yine de bu his, korkularının önüne geçememişti.
Adnan gelmişti 2 bardakla, biraz çikolata. Özlem o an, bu evde birilerini ağırlamaya ne kadar alışkın olduğunu düşündü. Kendisinin bu uzaklığını. Kendisini küçümser diye düşündü, şu ana kadar hep o Adnan'ın önündeyken, bu an, Adnan onun önüne geçmişti. Bu evde küçüldüğünü hissetmişti. O küçüldükçe Adnan ona yaklaşmıştı, o kenara çekilmiş, koltuğa oturmuş, Adnan geldikçe yastıkları kucağına almış, karnını kapatmış, kollarını bağlamış, anlasın diye dualar etmişti.
Adnan anlamıştı. Anlamaz mıydı? Esasen yaklaşmamıştı bile, en baştan kahvesini ayrı yere koymuştu. Başka koltuğa oturmuştu. Bir şeyler okumak için eline kitap almıştı. "Yangınlardan geliyorum dedi adam ve yangınlara gitti yanık, Depremlerden geliyorum dedi kadın ve depremlere gitti yıkık" Özlem anlamadı, anlayamadı, aklına 3 numaralı evi gelmişti. Gitmek istedi, kahvesi bitince, kahveyi uzun uzun içmek istedi. Söyleyecek bir şeyi olmadığından biraz daha okusun istedi, kafası orada olmasa da. Okudu Adnan, devam etti açmaya aslında, içini.
Özlem gidince, kalmadı ondan geriye bir şey korkusundan başka. O neredeyse birbirine hiç değmeyen bakışlar bile kaçtı birbirinden o günden sonra. Özlem, içinde kaçtığı bir tarafla tanışmıştı. O yumuşaklık, hiç başıma gelmez benim dediği o his. Kimse birbirine itiraf etmese de havada asılı duran. Hoşuna gitmedi bu yüzleşme. 3 numaralı evine döndü, bildiği odasına, yatağına, kendi bildiğine. Korktu, kaçtı. Bu yüzden, uzun sürmedi Adnan, Özlem, Adnan ve Özlem.
Birkaç yalan atmıştı ortaya, sen duygusalsın, ben böyle biri değilim gibi bir şeyler. Adnan, o gece Özlem'in içindekileri hiç bilmediği için inandı bu laflara. Özlem'le bu konuşmadan sonra köşesine çekilmiş, insanları ve kendini izlemeye başlamıştı. Tepkileri, durumları, kendi kalbini. onlara sorular sormuştu. Mesela odaya son dakika gelen bir kağıda kimin nasıl tepki verdiğini inceledi, toplantılardaki müdürün krizlerinde kimlerin yüzü kızardı, kim panikledi. Kendisine bir liste hazırladı, herkesi tek tek not aldı. Böyle bir şeyi daha önce düşünmemişti ama işte kendisiyle ilk kez o zaman tanıştı. Geçmişi deşti, nefesini dinledi, darmadağın oldu.
Ufuk'un düğününü hatırladı. Memleketlerinde olmuş, Ramazan'la bir pansiyon ve araba kiralamışlardı. Son gün Ufuk da yanlarına gelmiş, içmişlerdi. Ufuk o kadar ağlamıştı ki, yarın kesin evlenmeyecek demişlerdi. Adnan'ın bütün gün kalbi ağrımış, kesin hayır diyecek diye ödü kopmuştu. Bu anıyı düşününce Ramazan'ı arayıp o günü ve ne hissettiğini sormuştu. Ramazan hiç böyle şeyler hissetmemişti. Daha eskilere gitti, kendisini korkutan anılara, hatırladıklarına, insanlara her şeye. Bunları not aldı, insanları aradı, kimiyle görüştü. Evine gelen kızlar anlam kazandı, sohbet eder oldu, sorular sordu, sesleri, kokuları. Hayır, kimsenin böyle dertleri yoktu.
Yazmaya başladı, çizmeye, dökmeye içini. Okumaya başladı, kendisinde bu keşfettiği yeni yanı. İsmini böyle öğrenmişti ve kendince değiştirmişti işte. Takıntılı kaygı bozukluğu. Ben buyum diyordu. Kabullenmiş, barışmış ama çözememişti. Artık işyerindekileri de görmüştü. Onlarla sohbet ediyordu, kızları seviyordu, birayı seviyordu. Birisi bardağın kulpunu başka bir yere çevirip koysa bunun aslında onu ne kadar rahatsız ettiğini düşünüyor, hemen kendince bulduğu hastalığına veriyordu. Önceden bardağın kulpu sağ tarafa değil de sola dönük konsa huzursuz olurdu ama bunun farkında olmazdı. Artık hangi kokuların onu rahatsız hissettirdiğini çözmeye çalışıyordu; tarçınlı kokulardan nefret ederdi, bildiği kokulardan başka koku sürmüş insanlardan uzaklaşıyor, soğuyordu. Klasik mont giyen insanları sevmiyordu. Yemek yerken ses çıkaranların masasından kalkmak istiyordu. Bunların hepsinin farkına bu yaşında varmış, başka neler çıkacak altından diye her günü merakla bekler olmuştu.
Her şeyi ama her şeyi deşerken, yazmaktan çok korktuğu, yüzleşmekten hep kaçtığı biri çıkmıştı karşısına. Yorganların altında saklanan, kumaşlara sarılan saf altın gibi. Hep derinlerde yüzmüş ve suyun üzerine hiç çıkmamış parlak bir balık, yıllardır gökyüzünde yağmayı bekleyen bir buhar kütlesi, bir daha hiç gidilmeyecek ülkelerin kokusu. Bunun gibi, garip biri.
Ufuk'un düğününü hatırladı. Memleketlerinde olmuş, Ramazan'la bir pansiyon ve araba kiralamışlardı. Son gün Ufuk da yanlarına gelmiş, içmişlerdi. Ufuk o kadar ağlamıştı ki, yarın kesin evlenmeyecek demişlerdi. Adnan'ın bütün gün kalbi ağrımış, kesin hayır diyecek diye ödü kopmuştu. Bu anıyı düşününce Ramazan'ı arayıp o günü ve ne hissettiğini sormuştu. Ramazan hiç böyle şeyler hissetmemişti. Daha eskilere gitti, kendisini korkutan anılara, hatırladıklarına, insanlara her şeye. Bunları not aldı, insanları aradı, kimiyle görüştü. Evine gelen kızlar anlam kazandı, sohbet eder oldu, sorular sordu, sesleri, kokuları. Hayır, kimsenin böyle dertleri yoktu.
Yazmaya başladı, çizmeye, dökmeye içini. Okumaya başladı, kendisinde bu keşfettiği yeni yanı. İsmini böyle öğrenmişti ve kendince değiştirmişti işte. Takıntılı kaygı bozukluğu. Ben buyum diyordu. Kabullenmiş, barışmış ama çözememişti. Artık işyerindekileri de görmüştü. Onlarla sohbet ediyordu, kızları seviyordu, birayı seviyordu. Birisi bardağın kulpunu başka bir yere çevirip koysa bunun aslında onu ne kadar rahatsız ettiğini düşünüyor, hemen kendince bulduğu hastalığına veriyordu. Önceden bardağın kulpu sağ tarafa değil de sola dönük konsa huzursuz olurdu ama bunun farkında olmazdı. Artık hangi kokuların onu rahatsız hissettirdiğini çözmeye çalışıyordu; tarçınlı kokulardan nefret ederdi, bildiği kokulardan başka koku sürmüş insanlardan uzaklaşıyor, soğuyordu. Klasik mont giyen insanları sevmiyordu. Yemek yerken ses çıkaranların masasından kalkmak istiyordu. Bunların hepsinin farkına bu yaşında varmış, başka neler çıkacak altından diye her günü merakla bekler olmuştu.
Her şeyi ama her şeyi deşerken, yazmaktan çok korktuğu, yüzleşmekten hep kaçtığı biri çıkmıştı karşısına. Yorganların altında saklanan, kumaşlara sarılan saf altın gibi. Hep derinlerde yüzmüş ve suyun üzerine hiç çıkmamış parlak bir balık, yıllardır gökyüzünde yağmayı bekleyen bir buhar kütlesi, bir daha hiç gidilmeyecek ülkelerin kokusu. Bunun gibi, garip biri.
Arkası Yarın...
Şarkı Önerisi: Ben ne anladım bu işten-Berkay Altunyay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder