"Dokuz yıl önce bir şey söylenmişti galiba.
-Ayrılık yok!-.
Buna benzer bir şey söylenmişti, bu söylenmişti,
gecede, deniz fenerleri yanıp sönerken, dönenip dururken,
kırmızı ve yeşil gözyaşları dinsin diye söylenmişti:
Ayrılık yok!"*
22 yaşımdayken görmüştüm saçımdaki ilk beyazı. Tam 22 yaş. 26 yaşıma kadar pek çoktular, önünü alamadığım bir şekilde hız kazandılar ve şimdilerde 36'lara pek yaraşmayan bir halde her yeri sardılar. Hayatımdaki, kusursuzluğa hayran birileri tarafından hep parmakla gösterilen bu halim, onları rahatsız etse de ben bir eylemde başı çeker gibi bu dik duruşumdan memnunum. Şikayetim yok bundan da.
Şimdi size bu hızla artan ivmenin sebeplerini dökecek vaktim yok. Çünkü az önce, kendimi başkası sandım. Olur olmaz bir halimle karşıma çıkan kendimi. Kumluk'ta. Gecenin bir yarısı, hiç bilmediğim bu adama, onu dünyada en çok tanıyan kadın olarak. Buz gibi soğuğun içinde. "Seni şu an öpmek istiyorum ama bunu hiçbir zaman yapmayacağım." diyerek kendimi kendime ele verdim. Ne olduğumu, kim olduğumu. Hiç düşünmeden kalbimin bir odacığından çıkıp ağzımdan onun ağzının ucuna dökülen bu kelimeleri kurarak. Kelimeler o göğsümden ağzıma gelene kadar geçtikleri yolları düğüm yapıyor. Boğazımda en büyüğü ve bu düğüm ömrümün sonuna kadar gitmeyecek.
Rüzgar aramızdan geçiyor. Soğuk. Kumluk'ta denizin soğuğu bizi donduruyor. Ben alışkınım ama o denizin kesen yanını daha önce hiç tatmamış. Ankara'ya benzemiyor diyor. Gülümsüyorum. Çoktan unutmuşum oraların soğuğunu. Kumluk var artık. Buralıyım. Denize çıkan yolları alışkanlık haline getirmişim.
Elimizdeki, birkaç saat önce pişirdiğim, termosa koyduğum çayla ısınmaya çalışıyoruz. Bu mevsimde, buralarda açık yerler bulmak zor. Bu saatte insan bulmak imkansız. Seni bulduğum için şükürler olsun, onca insan içinden. Şimdi havadaki bu soğuk, donmuş bir demire dokunur dokunmaz yapışan bir el gibi beni sana çekiyor. Senin sıcaklığına yapışıyorum. Ayrılmak zor. Ayrılmak kolay olmayacak. Önce şu az önce kalbini döken yanımı biraz yatıştırman gerek. Ama bu işi yine bana bırakacaksın biliyorum. Söz, içimdeki sana dair savaşları yine sana hiç çaktırmadan kazanacağım. Merak etme, sessiz sessiz, ruhun bile duymadan. Seni hiç rahatsız etmeden bir su gibi yanında akıp gideceğim. Kalbimi susturmanın yollarını bildim, öğrendim. Böyle devam ederim.
Ona bunların hiçbirini söylemeden, kalbimin hiçbir yeri kırık değilmiş gibi yine gözlerimi ondan alamadan her yerine bakıyorum, karanlıkta. Soğuk bana oğlumu hatırlatıyor. Üstü açılmış mıdır, örtülmüş müdür, çok soğuk. Çorapla asla uykuya geçemeyen ayakları kaldıysa açıkta, her seferinde içimi acıttığı gibi donmuştur.
Aklımın olduğum ana dönmesi ışık hızında oluyor. Aklıma gelen fotoğrafımızı konuşmaya başlıyorum. 16 yaşımızda ilk çekildiğimiz, terli ve genç yüzümüzle biraz gururla çekildiğimiz ama yandığı için asla göremediğimiz ilk an. Sonraki 4 yıl birbirimizi bir daha hiç görmediğimiz için yenisini çekilme fırsatı da bulamamıştık. 20'lerimizde yeniden buluştuğumuzda bu sefer yanmasın diye dualar ettiğimiz o fotoğrafı o çoktan unutmuştu, ben bunca yıl saklamıştım. İstifçiyimdir. Ona o zamanlar bir anlam yüklediğim için değildi bu. Anlam yükleyen oydu. 35 yaşında Kumluk'a bir önceki kış gelişinde fotoğrafı eline bir idam kararı gibi vermiştim. Vay be demişti sigarasını yakıp. Kışın soğuğundan gevrekleşmiş şezlongda arkasına yaslanıp arkamızdaki sokak lambasına doğru iyice kaldırıp uzun uzun incelemişti. Bu kadar mutlu olduğum başka bir fotoğrafım var mı bilmiyorum demişti. Nasıl anlamazsın. Gülmüştüm, Şu serçe parmağın 3 parmak aşağı inip tenime dokunsaydı, muhtemelen kainat yerinden oynardı, anlardım. Artık kötü kalitede de olsa gece görüşlü kameramızı açıp video bile çekmiştik o gece. Zaman zaman 16'larımıza döneriz demiştik. Doğruydu. Kumluk'ta.
Artık sıkıldığını düşünüyorum. Soğuk nefes aldırmaz hale gelmiş. Arabaya binelim diyorum. Seni arkadaşına götüreyim artık. Merak etmesin. Etmez diyor. Eder bence diyorum. Gülümsüyor. Bu o yalancı gülüşü. Ne zamandır olmamıştı, ne zamandır böyle içten güldürememişim onu demek ki. Yalancı dememin sebebi, çok güzel olması. Bir insan bu kadar güzel gülemez. Ben yine içimde kendimi karalarken o peki diyor. Sen nasıl istersen. Denizi sağımıza alıp minik taşlı yoldan yürüyüp arabaya çıkmaya çalışıyoruz. Rüzgar saç, atkı, çanta bırakmıyor sanki üstümüzde. Kumlara bata çıka yürüyoruz. Konuşmak da birbirimizi duymak da imkansız şimdi. Gerçi, dönem dönem bunu rüzgarsız anlarda da hissettiğim olmuştu ama şimdi rüzgar bizden daha çok şey anlatıyor. Bir de yazın gelmelisin buralara diyor. Hep soğuklarda geliyorsun. O zaman keyif alırsın. Şimdi üşümek bir işe yaramıyor. Umarım duymuştur, anlamıştır diye düşünüyorum. Soğuğu, onu yazın da buraya gelmesi için ikna eden rüzgarın dinmeyen gürültüsünü.
Arabaya biniyoruz. Birkaç anahtar hamlesiyle ancak çalışıyor. Henüz teybi var arabamın. Hadi bakalım ne çalacak diyoruz. Kainat o an yerinden oynuyor. Ben bunu duyuyorum. O yine duymuyor. O şarkı çalıyor. Yıllar önce birbirimizi bir daha hiç göremezsek diye mektuplara defalarca döktüğümüz o şarkı. İşte buna alelade bir tesadüf diyemezsin. 20 yıl sonra, Kumluk'ta.
Umarım, 20 yıl sonra, Kumluk'ta...
Datça.
2009
*Cezmi Ersöz
Önerilen Şarkı: Göksel-Gidemiyorum.
Fotoğraf 2008' İnkum sahili, Zenit'le çekilmiş ve nihayet yanmamış bir fotoğraf.
Öykü 2009 Datça'sında Kumluk'tan kalma.