Sokağımı hep çok severdim, o gün olduğu gibi. 15 yıldır buradaydım, köşeyi döner dönmez evimin balkonuna bakmak, bildiğim komşularım, bazen onlarla selamlaşmak, kimisiyle neredeyse aile olmak deneyimi, hayatıma tat katan küçük detaylardı. Neredeyse orada olmakla gurur duyardım. O gün, o sokakta, başımda kasketim, üzerimde koyu gri kaşe montum, elimde kalın poşete doldurulmuş ve sallandıkça ses çıkaran 3 litre süt ile yürüyordum. Köşeyi dönmüştüm, yine huzur bulmuştum. Bazı evlerin bacalarından sobalarının dumanları çıkıyordu. Bu is kokusunu, kışın bu gri kokusunu da ayrı seviyordum, tam da bunu düşünüyordum. Eve yaklaştıkça, apartmanın önüne oturmuş, siyah kabarık montlu genç dikkatimi çekmişti. Mutsuzluğunu metrelerce uzaktan görmüştüm. Yaklaştıkça beni fark etti. Beni fark edince önce anlayamadı, önüne döndü, sonra tekrar baktı ve ayağa kalktı. Ben neredeyse yanına gelmiştim. Ve ben neredeyse o söylemeden her şeyi anlamıştım.
Onu ilk kez 10 yıl önce görmüştüm. Ankara'da, Kızılay'da. Annesinin elinden tutmuştu; insanlara, dükkanlara, arabalara bakıyordu. Annesi yürürken ve yanındaki arkadaşına bir şeyler anlatırken bir anda insan kalabalığı ikiye yarılmış, o yaz sıcağında koca dünyada biz üçümüz kalmıştık. Onu yolda görseydim de onun oğlu olduğunu anlardım. Hiç bilmesem bile bunu fark ederdim. Annesi o gün beni fark etmemişti ama o fark etmişti. Çok küçüktü. Ben ona uzun uzun baktığımdan, daha doğrusu şok olduğumdan olsa gerek, birbirimizi geçsek de arkasına dönüp bana bakmıştı. İşte gözleri o gün bana kazınmıştı.
Onu 2. kez bir otoparkta görmüştüm. Ben arabama doğru giderken onlar arabalarından iniyorlardı. İşte o gün annesi de beni gördü. Hatta sanırım önce annesi beni görmüştü. O an içimde yakalanmışlık hissi vardı. Günah işlemişlik hissi, kime ve neye olduğunu bilmeden içimde hiç hissetmediğim hisler. O zamanlar sokağımda yaşıyordum. Sokağıma alışmıştım. Sanırım hissettiklerim, evim ve evimdekilerle ilgiliydi. Hiçbir şey yapmamış olmama rağmen o an kalbimden geçenlerle ilgili.
O gün hiçbir şey olmadı. Günler sonra gizemli bir mesaj aldım. Hayır, "büyülü" bir mesaj. Sanki yüzyıllar öncesinden gelmiş, nasırlaşmış, mevsimler görmüş gibiydi. "Kurtulamıyorum." O gün bunun peşine pek düşmesem de, yolun nereye gideceği konusu üzerinde düşünmesem de o mesajın çok daha derin bir anlamı olduğunu kapımdaki bu gençten öğrendim. Gözlerini hiç unutamadığım, böyle gözlere ikinci kez hayran kaldığım bu gençten.
Onu görür görmez bir şeyler anlamıştım. Anladıklarım doğruymuş. Bana o an pek bir şey anlatamadı. İçinde sanki bana dair bir öfke, inat, yakarış, başka bir çok şey vardı. O beni aslında ilk defa görmüştü, ama sanki çok yakın gibiydik. Bilmem, belki beni çok önceden anlamıştı, benim henüz bilmediğim şeyleri bile anlamıştı.
Daha fazla üşümesin diye onu yukarı götürdüm. Konuşacağı şeyler var mı diye sorduktan sonra tabi. Varmış. Çok yorgunmuş. Ruhu yorulmuş. Beni bekleyen iki kişiye ne diyeceğimi bilmiyordum. Kapıyı kızım evin öbür ucundan koşup açarken, arkasında beliren eşim; şaşkındı. Ben de öyleydim. Sanki hayatlarımız az önce değişmiş gibiydi. İpler kopmuş, sırlar dökülmüş, o sandıklar açılmış, el yazıları saçılmıştı.
Ona salonu gösterdim, montunu çıkarmadan oturdu. Biz mutfağa geçtik. Elimdeki sütü tezgaha koydum. poşet yayıldı. Eşime ne diyeceğimi bilemedim. Bir hastalık meselesi olduğunu söyledim. gözlerimi kaçırdım. O beni delercesine kim olduğunu sorarken ona anlattım. Belki ölümdür, son dilektir, detayını bilmiyorum, biraz dinlenince soracağım, kapının önünden kovamazdım. Ona öyle söyledim. Kapının önünden kovmazdım.
Sessiz bir yemekti. Yemekler, tabaklara birkaç kaşık az koyularak eklenen yeni tabağa bölüştürüldü. Biraz onun okulundan konuşalım dedik, kafası dağılsın diye. Eşim, onu öyle görünce annelik hisleriyle yumuşadı, sanırım o da anladı. Yemekten sonrası sanki planlanmış gibi işledi. Sular içildi, montlar giyildi, arka sokaktaki arabama binilip hastaneye gidildi. Ben yol boyunca 2 saat önceki hayatımı düşündüm. Zihnimde sadece sallanan süt varken, şimdi içimdeki bin bir hisle boğuşuyordum.
Çok zayıflamış, diyemem. Onu son gördüğümde de böyle zayıftı, küçüktü. Ama şimdi hastalık yüzüne sinmişti. Gerçekten kurtulamamıştı. Kurtulamamış. Ben derinini anlayamamışım. Beni kapıda görür görmez ağlamaya başladı. Biliyordum, hep söyledim, ben böyle böyle öleceğim, neden gelmedin, çok bekledin. Onu artık suçlayamazdım. Yatağına oturdum. Kuş gibiydi gerçekten. Ellerimi tuttu. Montumu çıkarıp kollarıma sarıldı. Sanki hep ama hep buradaymışım gibi. Zor hareket ediyordu, gözlerini yüzümden hiç ayırmadı. Ona, konuşacak çok zaman olduğunu söyledim. Hepsini konuşuruz, tamam. O beni dinlemiyordu. Anlamsız günlerden, anılardan, yerlerden, şarkılardan, hatalarından bahsediyordu. Özür diliyordu, birkaç cümlesinde bir. Tamam, anlıyorum, gerek yok. Anlatıyordu, hiç durmadan, yüz yıllardır biriktirmiş gibi. Tutunuyordu, ben onu kurtaracakmışım gibi. Ben hala içimde değişik hislerle yüzüyordum. Onun bu bitmemiş hisleri, onun bu hastalıklı hali, onun kederli ailesi. Bunlar benim için çok yeniydi.
Oğlu, babasına biz hastaneye girmeden haber vermişti. Yüz yüze gelmek isteyip istemediğinden emin değildi. Bu yüzleşme bu kadar uzayınca 2. perde başka duygularla sahnelendi. Eşini görünce ne yapacağımı bilemedim. Ortada bir kayıp vardı, bir son. Aramızda bu hastalıklı bağ vardı. İkimiz de birbirimizi suçlayamazdık. Ben hayatıma uzun bir ara vermiştim, buna o sebep olmuştu. O, bu hayatı hep yarım yaşamıştı, buna da ben sebep olmuştum. Ama şimdi bunların anlamı yoktu.
O gece orada kaldım. O bildiğim ama unuttuğum sıcaklık, birkaç gün sonra yok oldu. Biz o gece çok konuştuk. Onu bunlar için suçlayamam. Mutlu yıllar geçirmiş. Eşini ve oğlunu çok sevmiş ve onları arkada bırakacak olması onu çok üzmüş. Evin kokusu değişir diye kendine dert etmiş. Mesela salondaki berjeri biraz yamuk koyarlarsa, oğlunun sevdiği kurabiyeleri bir daha kimse ona yapmazsa, eşi o sıcacık yatakta tek başına yatarsa diye hep çok korkmuş. Çünkü eşi uyurken yatak hep sıcacık olurmuş. Böyle bir ailesi olduğu için hep şükretmiş ve başka hiçbir ihtimal düşünmemiş. Bir gün erkenden öleceğini ve beni görmek isteyeceğini hep bilmiş. Bundan herkese bahsetmiş. Bunun üzerine rüyalar bile görmüş. Bu onun kabusuymuş. Şimdi gerçek olmuş. Böyle söyledi. Hatta süreç planlanmış gibi işlemiş. Ama sandığın gibi değil, geçmiş için değil, arkamda bıraktıklarım için üzülüyorum. Sana bir şey olmayacak nasılsa.
Öyle de oldu. Ben o sabah, düne göre daha çok is kokan sokağıma yeniden girdim. Evimin merdivenlerini yeniden çıktım. Bir günde hayatım değişmişti. Artık eski bene dönemezdim. Sanki nöbetten çıkmış bir asker gibi uyudum, ilk defa rüya gördüm. Bazen küçük kızımın kapıdan beni izlediğini gördüm, sonra tekrar uyudum. Uyandım, uyudum. Bir telefon sesine tekrar uyandım. Nöbet bitmişti. Eşim kapıyı açtı. Sıcak yatağıma sokuldu. Ne garip, yaşadıklarımı bilmiyordu. Odamız karanlıktı. O hastanede kalan iki kişiye inat bu odada hayat hala devam ediyordu.
"Bir su ver demeye sözüm kalmadı."
*: Sylvia Plath-Günlükler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder