Bir
hikaye barındırıyorum geçmişimde. Bu cümlemi okuduğunuzda beni
küçümseyeceğinizi biliyorum. Bilhassa “Bu yaşa bir hikaye mi sığdırılır?”
diyeceksinizdir. Endişeniz kabulüm; sığdı.
Bir duvak asmış babam annemle
evlendikleri gün evin bahçesine. Anneme kurduğu küçük dünyanın sınırlarına kondurulmuş
beyaz tül bayrağı; “Aldım köyün en güzel kızını, aldım ben.” ilanı. “Onu ben
hapsettim bu tellerin ortasına. Ona dünyayı dar eden benim.” diyerek gökyüzünde
salınan değersiz kumaş parçası. Annemi gerçekten sevdiği için mi evlenmek
istemişti onunla yoksa sırf ruhunu okşayan bir duyu yarattığı için mi kabul
etmişti bunu bilmiyorum. Bana şuan bunu düşündüren; herhangi bir şeyin meydana
gelmesi değil; bir sesin bir kez olsun odada dolanmamasıdır.
Benim de sınırlarım oldu dikenlerin
eve bakan tarafı. Bir arkadaşım bile olmadı benim bunca yıl. Arada sırada karşı
ülkenin asker abileriyle paylaştım el sallayışlarımı, onlara gönderdim avuç
içlerimde öpücüklerimi. Evin yanındaki mezarlarla paylaşacak değildim ya
hepsini. Mezarlar benim sadece kahverengi topraklarında çubuklarla şekiller
çizdiğim yerlerdi. Tellerin arkasındakilerin şapkalarını çizerdim örneğin veya
ellerindeki siyah, ağır olduğu yaralı ellerden belli olan aletleri. Bir de babam
aydan aya ucuz plastik toplarla ve bazen uçurtmayla kandırırdı beni, alırdı gönlümü.
Üstelik salıncak da yapmıştı bana, bebekliğimden kalma; şimdilerde eski lastiği
eriyip kopmuş bir salıncak. Kim bilir ne zaman şahit oldu bu küçük dünyanın
sahibi olan adamın oğlunu sevdiğine? Kim bilir kaç zaman öncede kaldı babamın
tenini hissedişim.
Bahsettiğim oyun araçlarımın tadını
doyasıya çıkardığımı söyleyemem. Sessiz olurdum hep, olmak zorundaydım çünkü.
Sanki evimizin etrafında sesimizi duyacak başka bir ev varmış gibi sessizliği
isterdi babam. Üstelik ben çığlık atsam, az ötedeki mermi sesleri eşlik ederdi
şarkıma.
Zihnimde dönüp duran bu iç ezici
hislerdendi belki son topuma olan bağlılığım. İnsan büyüdükçe daha çok tanıyor
yalnızlığı. Bağlanacak bir şey arıyor, biliyorum. Renkli değildi o, zaten bizim
dikenli tellerin içinde renk görmek pek mümkün değildi. Güneşli günlerde göğün
ortasında beliren gökkuşağı da olmasa iyice alışırdı bizim bahçe soluk tonların
izine. Beyaz, yağmur damlası gibiydi
topum; siz görseniz onu yağmur yeni yağmış sanırdınız. Şimdi “Onun kefen rengi
beyazına mı bağlandın çocuk?” diyeceksiniz. Onun da sırası vardı; bu seferki
erken oldu.
Öleceğimi biliyordum, mezarlıkta alıştırma
yapıyordum sayın siz. Sonra dedemin taşına çarptı, uçup gitti tellerin arkasına
topum. Benden önce o koşmuştu özgürlüğüne; o tatmıştı başka toprak tanelerinin
tadını. Zaten ben hiç koşmamıştım, hiç düşmemiştim ki yere; nasıl
anlayabilirdim onun mutluluğunu? Nasıl güzeldi tellerimin arkasında, nasıl
mutluydu; tek arkadaşım. Evsizdi ama. Onu tutup getirmeliydim geri. Ellerimi
kanatsam da, ellerimle öpücük gönderdiklerim beni vursa da.
Ölüm beni gözlerimden öptü.
Arkadaşsız yitip gittim,
mezarlıklardaki cesetlerinkinden kötü talihimden. Bir kuş kondu son soluğum
değerken kanlı ağzıma. İlk defa dokunmuştu tenim bir canlıya, bedenim artık
ruhsuz bile olsa.
Sizin oralarda sıralı ölüm denen bir
kavram olduğunu biliyorum. Burada öyle değil. Belki haklısınız, ölümün bile
sırası vardı; bu seferki erken oldu.
Elif KÜLAH
Yazının yayınlandığı yer:
http://www.edebiyathaber.net/yasasin-video-oyku-15-uygulama/