28 Mart 2014 Cuma

Süt Topu

             Bir hikaye barındırıyorum geçmişimde. Bu cümlemi okuduğunuzda beni küçümseyeceğinizi biliyorum. Bilhassa “Bu yaşa bir hikaye mi sığdırılır?” diyeceksinizdir. Endişeniz kabulüm; sığdı.

            Bir duvak asmış babam annemle evlendikleri gün evin bahçesine. Anneme kurduğu küçük dünyanın sınırlarına kondurulmuş beyaz tül bayrağı; “Aldım köyün en güzel kızını, aldım ben.” ilanı. “Onu ben hapsettim bu tellerin ortasına. Ona dünyayı dar eden benim.” diyerek gökyüzünde salınan değersiz kumaş parçası. Annemi gerçekten sevdiği için mi evlenmek istemişti onunla yoksa sırf ruhunu okşayan bir duyu yarattığı için mi kabul etmişti bunu bilmiyorum. Bana şuan bunu düşündüren; herhangi bir şeyin meydana gelmesi değil; bir sesin bir kez olsun odada dolanmamasıdır.

            Benim de sınırlarım oldu dikenlerin eve bakan tarafı. Bir arkadaşım bile olmadı benim bunca yıl. Arada sırada karşı ülkenin asker abileriyle paylaştım el sallayışlarımı, onlara gönderdim avuç içlerimde öpücüklerimi. Evin yanındaki mezarlarla paylaşacak değildim ya hepsini. Mezarlar benim sadece kahverengi topraklarında çubuklarla şekiller çizdiğim yerlerdi. Tellerin arkasındakilerin şapkalarını çizerdim örneğin veya ellerindeki siyah, ağır olduğu yaralı ellerden belli olan aletleri. Bir de babam aydan aya ucuz plastik toplarla ve bazen uçurtmayla kandırırdı beni, alırdı gönlümü. Üstelik salıncak da yapmıştı bana, bebekliğimden kalma; şimdilerde eski lastiği eriyip kopmuş bir salıncak. Kim bilir ne zaman şahit oldu bu küçük dünyanın sahibi olan adamın oğlunu sevdiğine? Kim bilir kaç zaman öncede kaldı babamın tenini hissedişim.

            Bahsettiğim oyun araçlarımın tadını doyasıya çıkardığımı söyleyemem. Sessiz olurdum hep, olmak zorundaydım çünkü. Sanki evimizin etrafında sesimizi duyacak başka bir ev varmış gibi sessizliği isterdi babam. Üstelik ben çığlık atsam, az ötedeki mermi sesleri eşlik ederdi şarkıma.

            Zihnimde dönüp duran bu iç ezici hislerdendi belki son topuma olan bağlılığım. İnsan büyüdükçe daha çok tanıyor yalnızlığı. Bağlanacak bir şey arıyor, biliyorum. Renkli değildi o, zaten bizim dikenli tellerin içinde renk görmek pek mümkün değildi. Güneşli günlerde göğün ortasında beliren gökkuşağı da olmasa iyice alışırdı bizim bahçe soluk tonların izine.  Beyaz, yağmur damlası gibiydi topum; siz görseniz onu yağmur yeni yağmış sanırdınız. Şimdi “Onun kefen rengi beyazına mı bağlandın çocuk?” diyeceksiniz. Onun da sırası vardı; bu seferki erken oldu.

            Öleceğimi biliyordum, mezarlıkta alıştırma yapıyordum sayın siz. Sonra dedemin taşına çarptı, uçup gitti tellerin arkasına topum. Benden önce o koşmuştu özgürlüğüne; o tatmıştı başka toprak tanelerinin tadını. Zaten ben hiç koşmamıştım, hiç düşmemiştim ki yere; nasıl anlayabilirdim onun mutluluğunu? Nasıl güzeldi tellerimin arkasında, nasıl mutluydu; tek arkadaşım. Evsizdi ama. Onu tutup getirmeliydim geri. Ellerimi kanatsam da, ellerimle öpücük gönderdiklerim beni vursa da.

            Ölüm beni gözlerimden öptü.

            Arkadaşsız yitip gittim, mezarlıklardaki cesetlerinkinden kötü talihimden. Bir kuş kondu son soluğum değerken kanlı ağzıma. İlk defa dokunmuştu tenim bir canlıya, bedenim artık ruhsuz bile olsa.


            Sizin oralarda sıralı ölüm denen bir kavram olduğunu biliyorum. Burada öyle değil. Belki haklısınız, ölümün bile sırası vardı; bu seferki erken oldu. 

Elif KÜLAH

Yazının yayınlandığı yer:
http://www.edebiyathaber.net/yasasin-video-oyku-15-uygulama/


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder