27 Kasım 2014 Perşembe

Hayatsızlara ruh satılır.

"Şehirleri geçmek." demiştim, "Şehirleri aşmak bazen çok zor." İşte bu yüzden yine buraya bir daha gelmeme kararını alıp son saatlerimi bir banka oturarak geçirmek zorunda kalmıştım. "Yanıma birinin oturduğunu o konuşana kadar fark etmemiştim" diye yazabilen, kutularına çekilebilen beyinleri olanlara karşın ben birinin bana yaklaştığını neredeyse metrelerce uzaktan anladım. Zaten önümde adım atan herkesin zihnine benimle ilgili bir şeyler yakıştırdığım için oldukça yorulan ruhum şimdi gerçek bir hikayenin içine düşeceğinden ben kadar emindi.

Yanıma oturunca ona döndüm. 30-35 yaşlarında, eli yüzü düzgün, tertemiz biriydi. Gözlerine, saçlarına falan bakacağıma kucağına koyduğu çantaya takıldı gözüm. Bu bakış onun üst düzeyde bir işte çalıştığını düşündürttü bana. Bir müdür olduğunu düşündüm ama besbelli yalnız işini düşünenlerden değildi, öyle olsa şimdi şehrin en lüks yerinde yemek yiyor olurdu.

"Sizi rahatsız etmiyorum umarım. Ben yalnızca hiç tanımadığım birine hayatımı anlatmak istedim. Çok duydunuz değil mi böyle hikayeleri. Ne kadar sıradan. Olsun. Bu gün de sıradan olmak istiyorum!

Ben bilmem ne satan bir şirketin müdürüyüm. Çok para kazanıyorum ama işkolik değilim. Ressamım aynı zamanda. Çok güzel resimler yapıyorum. Evet işinizle ne ilgisi var diyeceksiniz ama bu ülkede kimin  işiyle alakası var?

Asıl mesele ise şu, beni sizinle konuşmak zorunda bırakan mesele tam 6 kadını seviyor olmam. 6'sıyla birlikte olmam. Beni küçümseyen bakışlarla o kadar çok karşılaştım ki, bunu duyunca beni yadırgamamış olmanız bile tüm ömrümü dökmeme yeter, bilin. Dediğim gibi 6 kadını birden seviyorum. Bunun 6'yı çok seviyor olmamla bir ilgisi yok elbette, denk gelen bir durum sadece.

İlk sevdiğim kadın tam evlenilecek biri. Tertemiz, iyi niyetli ve ne zaman ona gitsem beni o evden çıkmamam için olduğum yere saplayan yemek kokuları oluyor. O kadar iyi niyetli biri ki, huzur buluyorum onunla. Çok sessiz, kafamı dinliyorum, o da dinleniyor diye umuyorum. Onu seviyor olmamın tek sebebi bu. ona gitmemin başka hiçbir nedeni yok.

İkinci sevdiğim de ilk sevdiğime benziyor biraz. Ama onunla daha çok şey paylaşabiliyorum. Özellikle ailevi meselelerimi paylaşabiliyorum onunla. Hatta bir tek ona anlatabiliyorum. diğerlerinin hep bir telaşı oluyor çünkü. veya anlaşılmıyorum bilemiyorum işte.. Dizlerinde ağlamışlığım dahi vardır hatta!

Üçüncü sevdiğim kadın! Bir ressam! onunla resim yapmaya bayılıyorum! Saatlerce ama saatlerce resim yapıyoruz, tüm sergilere onunla gidiyorum ve uzun uzun konuşuyoruz resimler hakkında. Onunlayken ressamlığımın merdivenlerden çıktığını hayal ediyorum. Bana ilham oluyor sanki. Ama bana bir yemek yapmışlığı olmadı işte veya bir kere bir derdimi dinlediği.

Dördüncüsü ise işkolik! Onunla işim hakkındaki tüm stratejileri konuşabiliyorum. Bana yol gösteriyor ve onun zekası sayesinde, onun yol göstericiliğiyle girdiğim tüm işlerden alnımın akıyla çıkıyorum. Paramı değerlendirmem konusunda verdiği fikirler öyle başarılı oluyor ki işimde bu başarıyı onun sayesinde kazandım desem yeri var. Ancak onunla da paylaşımım bundan daha fazlası olamıyor hiçbir zaman...


Beşincisinin mantığımın ürünü olduğunu söylesem yeterli olur. Bilirsiniz, erkekler için anneleri çok önemlidir ve çoğu onların onayladığı kişiyle hayatlarına devam etmek ister. İşte o da tek kişi. Ama biliyorum ki onunla ne ressamlığımı konuşabilirim ne kaygılarımı paylaşabilirim. Akşam işimden evime döndüğümde annemle nasıl pasta ve sarma yaptıklarını dinlerim yalnız...


Altıncısı ise tam bir gezgin! O da paranın değerini bilmeyenlerden ve ev yüzü görmeyenlerden. Onunla kaç ülkeye gittiğimi saymadım. İşin en güzel tarafı da sanki yüzyıllardır yaşıyormuş gibi her yere defalarca gidebilmiş olması ve her gittiğimiz yeri bana ayrıntılarıyla anlatıyor olması. Sonrası bilindik bir hikaye işte...


Şimdi siz söyleyin! Bu 6 kadından biri, 6 isteğimi barındıramadıysa suç benim mi?! 6'sını da sevebilen bir kalbim varsa suçlu ben miyim?"


Omzuna dokundum ve gülümsedim.

"Benim adım şu soyadım ise bu. Cevabını bulursanız bana da söyler misiniz?"


hayatlarındaki hayatlar tarafından 
hayatlarında çok hayat olduğu için suçlanan 
hayatları çok insanlara
 hayat olsun...
Hayatsız insanların da hayat olmaları dileğiyle...
E.K..

6 Kasım 2014 Perşembe

Madenci Kızı Elmas'ın Hikayesi

"Elmas" dedik, "Elmas olsun adı"
Kızım benim, melek yüzlü.
Miniğim ne bilsin çoğu azı,
Bebek görür, top görür, etek görür gözü.

"Elmas" dendi, Elmas oldu adı,
Tatlıydı, şekerdi, baldı sözü.
Kuru ekmeğe, sulu süte mecburdu sofrası,
Et çekti, nar çekti, çilek çekti gözü.

"Elmas" dedim, "Buradan yuvamızın parası
Hiç görmez bu kuyu parlak bir günü,
Güneş dahi aydınlatmaz bu karanlığı"
Duyunca şaştı, büyüdü, doldu gözü.

Elmas dedi, "Kara elmasa koy benim adımı,
Beni sayıkla, görürsün en parlak gündüzü.
Babam benim, ellerinle delersin sen bu koca dağı,
İşte o zaman yüreğini görür dünyadaki herkesin gözü"

Elmas, güzel günlerin baki kalacağını sandı,
Sonsuza değin gülecekti yüzü.
Hevesi, sözleri yüreğinde kaldı,
Yaş doldu, hüzün doldu, hasret doldu gözü.

Elmas'ın bir gün çalmadı hiç kapısı,
Penceresinde önce ayı sonra güneşi gördü.
Ve sonra ölüm kuyusunun, ölüm suyunun haberini aldı,
Ölüm gördü, ceset gördü, yas gördü gözü.

"Elmas" dediler, "Budur babanın ağıdı"
"Bahara kavuşamadan gördü güzü,
Nurla yatsın, şad olsun canı.
Eğil de kapat, açık kalmasın gözü."


"Keşke kızım Elmas, 
Kirazdan düşseydim, arabalar çarpsaydı da ezilseydim, dalgalara yenilseydim; ölümüm adından olmasaydı. 
Kirazlara küserdin, arabalara binmezdin, istesen deniz yüzü bile görmezdin; ölümüm adından olmasaydı."


"Öldün babam" dediğim ve nedenini bilmeden karın bağı gibi bağlı olduğum 301(*) madenciden sonra bağlandığım Karaman'daki talihsizlerime...
Elif Külah...



(*) Bir şiirde de gördüğüm üzere bu rakam gerçeği yansıtmamaktadır...

2 Kasım 2014 Pazar

Limon tepesinin ölüleri

Kapının zili çalınca şaşırdı. Ona, kimse gelmezdi. Yıllar önce bir sebepten evden çıkamadığı, psikolojisi bozulduğu için kopmuştu hayatındaki herkesten. Bir gece de gururuna yediremediği laflar yüzünden ağlayarak iş aramış ve dualar ederek, içinden yalvararak gittiği iş görüşmesini başarıyla geçmişti. Yoğun kitap düzeltmeleri onun çevresinden kopmasına resmen daha geniş bir yol açmıştı. Bu yüzden çalmazdı kapısı. Bu yüzden şaşırmıştı.

Kapının önünde her kim varsa gitmesin diye hemen koştu açmak için. Kimse yoktu. Yalnız limon renginde küçük bir mektup. "Neden limon rengi?" diye düşündü eline kağıdı alırken. "Bunun amacı ne?" Sonra da normal bir insanın bunu asla sorgulamayacağı geldi aklına. Kendine kızıp masasına yöneldi.

Bildik bir el yazısı değildi. Bildik olsa da unutmuş olacağını düşündü. Yuvarlak harfler, geniş ve büyük şekilde yerleştirilmişti kağıda:

"Bugün saat 18.00'da Telgraf Meydanı'ndan Limon Tepesi'ne çıkan Ağaçlı Sokak'a git. Seni orada bekliyor olacağım."

Heyecandan ölecekti. Yıllar sonra bir buluşma! Ölecekti işte, ölürdü de kolayca!

Hemen üstünü giyindi, havalar soğumaya başladığı için üstüne kalın bir şeyler aldı. Her an üşüyen ellerine eldivenlerini, sıkı sıkı sarılmaya alışkın boynuna da şallarından birini taktı. Dışarı çıktığında rüzgar onu sarstı, düşeceğini sandı. Düğmelerini kapattı, yürümeye başladı.

Nasıl olmuştu da sürekli sahneler üreten beyni, bu sefer felaketler veya aşk hikayeleri yazmadan evden çıkmayı emretmişti ona? Kim yazmıştı ona bu mektubu? O mu? Ne derdi ona, Furuğ gibi mi örneğin "Tutsak bir kuşum, vazgeç benden". Yoksa  evi terk etmesine sebep olan kişi mi, "gidersen öldürürüm seni!" diyen mi? Yoksa az sevdi diye içlenen dostlarından biri mi? Neden Limon Tepesi'ydi ve neden Ağaçlı Yol, neden bir masa değil ille bir sokak? Sonbaharın öksüz bıraktığı ağaçlarla ne yapacaktı bu soğukta?

Sokağa yaklaştıkça elleri daha fazla üşüdü. Kimseler yoktu kaldırımlarda. Hava da kararmaya başlamıştı. Bu ıssızlığın onu korkutmadığını sayıklayıp durdu içinden, inkar etti kendini. Köşeyi dönünce gelecekti işte, tam vakti!

Köşeyi de döndü evet, döndü köşeyi.

Döndü. Az önce bulunduğu sokağın son, Ağaçlı Sokak'ın ilk binasının önünde kalakaldı. Gözlerini açtı. Şaştı, kusmak istedi, dağıldı, iğrendi dünyadan. Çıplak ağaçların hepsi doldurulmuştu. Üşümesinler diye mi? Cesetler asmışlardı ağaçların dallarına! Ölü insanlar! Bu sokağın insanları mıydı onlar, başka yerden mi getirilmişlerdi, neden ölmüşlerdi, neden ölmüşlerdi, neden buradaydılar, neden sarı mektupla onun bu cesetleri görmesini istemişlerdi, kim yapmıştı bunu!

Korktu. Korktu. Korktu yine!

Gözlerini kısıp ileriye baktı. Kanıyla, canıyla oradaydı.  Ona koşmak istedi, zaten bakışıyla kendini ele vermişti. Daha ne kadar gizleyebilecekti? Bu andan başka zamanda söyleyemezdi, kendine dahi itiraf edemediğini. Yolun tam ortasında duruyordu. Ölü müydü?

Gözlerini kapatıp koşmayı düşündü, cesetleri o ölü yüzleri görmeden ona ulaşabilmeyi. sonra yere dikti gözlerini. "Göz var, göz var, göz var!" inanamadı! yüzlerce, binlerce, milyonlarca ölü, kopuk göz serpilmişti yere! Arnavut kaldırımı dediğiniz bu mu sizin! Yüreğini eline almak istedi! okşamak ve teselli etmek kendini. artık çaresizdi ve anlamıştı her şeyi. Elleriyle sesine yol gösterdi. Tamamen açıp dudaklarının kenarına yerleştirdi ve bağırmaya başladı:

"Gördün mü? Gördün mü dediklerimi benim? ben zihnimi senin hayaline emanet ettim, inan. İçimin yarası bundan! Bir parça büyüttüğüm ve kocaman yaptığım. Minik bir sözden yaptım bunu, küçücük bir geceden büyüttüm her şeyi. Camları sıcak yemeklerden buharlaşan odada doğurdum, beyaz masamda doyurdum. Boğazını kesmeyi denedim. Sonra dolabıma gizledim. Gördün mü! Sana giden ayaklarımın önü ölü dolu. Vazgeç! Çocuk gözlerini kes, bağıran gülüşünü sustur. Gördün mü, ben kuş değilmişim. Sana gelemezmişim. vazgeç Hadi!"

Yazdıran şarkı