13 Aralık 2017 Çarşamba





DİKENLER ORMANI

Kardeşim Emre'ye...

Sesini her an duyabilmek için sadece bir perdeyle onun odasından ayırdığım odama dolan sabah güneşiyle uyanıyorum bir süredir. Başımıza gelen can sıkıcı olaydan sonra bu ilk yazımız ve denize giremediği, bin bir emekle para biriktirip aldığı bisikletiyle gezemediği güneşli günlerin onun için hiçbir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. O şimdi hareket etmeyen bedeninin içinde yaşayan sessiz bir ruh taşıyor.
Bu günden tam 5 ay önceydi. Şehre iyice bastıran sonbahar, birkaç gündür yağmurunu doya doya toprağa bırakıyordu. Sokak lambasının ışığı su damlalarıyla birlikte kırılıyor, gözüme yanıltıcı ve yorucu ışık oyunları yapıyordu. İş yerimde aldığım terfiyi kutlamak için gittiğim yemekten dönüşüm sırasında çalan telefonumu, kimin aradığına bakmadan ve gözlerimi sileceklerin arkasından görebildiğim bulanık yoldan ayırmadan cevapladım. Arayan kişi telefonun sahibinin büyük bir kaza geçirdiğini, kimliğini öğrenmek için vakit harcamadan ambulansı ve polisi, sonra da son aranan numaralardan beni aradığından bahsetti. Kazayı yapanın yakın çevremden olduğunu anladığım ama kim olduğunu öğrenemediğim kişinin yerinin bulunduğum yere yakın olduğunu öğrenince bulanık yol çizgilerine, titreyen ellerime ve sancısı beliren kalbime inat arabamı hızlandırdım. Kazanın meydana geldiği yer dört küçük sokağın birleştiği pis bir parktı. Kapıların önüne bırakılan çöp kutuları hareketimi yavaşlatıyor, hatta çizilen kaportamın sesleri kulağıma geliyordu ancak şu an umursadığım şey birinin belki de toprağa bahşedilmeye hazırlanan bedeniydi.
Parka yaklaştığımda polis arabalarının benden önce gelmiş olduğunu gördüm. Yerde yatan kişiye koşarken bu daracık sokaklarda, üstelik kavşağa çıkarken nasıl hızlı gidebildiğini düşündüm. Bu arada beni arayan adam olduğunu düşündüğüm adam çoktan yanıma gelmiş ve evdeki herkes uyurken çöp atmaya çıktığını, tekerlek sesleriyle arkasına döndüğünü, arabanın hızla parka girdiğini ve yerde yatan kişinin de camdan fırlayıp boynunu başka bir çöp kutusuna çarptığını anlattı. Onun deyişine göre araba resmen dar sokaktan parka fırlamıştı. Arabaya bakınca kalbime bir sancı girse de içimdeki ses beynimi inkar etmeyi seçti. Arabanın plakasını da boyasını da yanlış gördüğümü içimden sayıklayıp durdum.
Onu yerde gördüğümde polisler bu dar sokaklardan ambulansın girmesinin pek mümkün olmayacağını tartışıp duruyorlardı. Onların bu dalgınlığından yararlanıp ona yaklaştım. Ne bağırıyordu, ne ağlıyordu acısından. Başı vücudunun yanına düşmüştü, yanağına yatıyordu. Başta ne olduğunu anlayamamış ve onu kaldırmak istemiştim ama daha fazla yaklaşınca sırtının en yukarısının ve boynunun en altının birleşme yerinde yaklaşık 5 cm uzunluğunda, avucum kadar parçalanmış et ve 1-2 disk omur gördüm. Parçalanan ve delinen sırtından oluk oluk kan akıyordu. Ona hissettiğim acıma duygusuyla, ağrıyı hissetmemesi için uyumasını istedim. Zaten o da uyumak üzereydi. Birkaç saniye içinde kendime geldim ve onu uyutmamak için fazla zorlanmasın diye ıslak ve kanlı asfalta uzandım. Gözlerini gözlerimi dikmişti.
Sağ elimle yanağına dokundum ve yattığı yerden gelen soğuğu biraz olsun unutsun, acısı aklından çıksın diye yıllardır içimde biriktirmiş olduğum tüm sözleri gözlerimle döktüm.
“Nasıl bir hayat umduğunu tahmin edebiliyorum. Biz daha doğarken aynı hüzne düştük. Seni buluyorum tüm mutsuz yollarımın sonunda ben. Biz seninle sır saklamayı da mutsuzken başkalarına gülümsemeyi de çoktan öğrendik. Herkesin inkar ettiği ve dolu tarafından baktırmaya çalıştıkları bu hayatın yok edici etkisi var, var oldu. O bardağın hepsi boştu, kırıktı; kırdılar (onu).”
Beni dinlemek istediğini ve bu sözlerimden yaralandığını gözlerinden anlıyordum. Birden bakışının nasıl da hiçbir şey anlatmadığı babasına, babama benzediğini düşünüyorum. Üzerime yönelmiş ilgisinin hakkını vermek için konuşmaya devam ediyorum.
“Zihnimde sana dair mutlu anılar da var, var elbette. Eski evimizi anımsıyorum mesela. Yeşil bir bisiklerimiz vardı seninle. Havanın güzel olduğu günlerde bisikletimizin siyah suluğuna su koyar, çekmeceden aldığın bir örtüye bisküvileri koyar ve balkonumuzun görüş sınırları içerisindeki yerlere pikniğe götürürdün beni. Bu kararı tek başına vermiş olmanın, bütün hazırlığı yalnız yapmış olmanın hazzıyla örtüyü yere açar ve omuzlarını biraz daha dikleştirip örtümüze yerleşirdin. Hep ezilmeye alışık yüzün biraz olsun gülerdi.
Bir de şu mutfak olayını unutmuyorum. Can sıkıcı, iç ezici bir açıklamadan sonra gelen o ağır cümleye verdiğin tepki ağlatmıştı beni en çok. ‘Boşanmak ne demek anne?’ diye sormuştun. Senden yalnızca bir buçuk yaş büyüktüm ama ağlayarak ellerine tutunmuştum. Biz o gün büyüdük. O gün yitip gitti mutluluk.”
Şimdi birkaç dakikada yazmayı başarabildiğim bu cümleleri, düğümlenen boğazımdan nasıl zorlukla çıkarabildiğimi anlatmam mümkün değil... Uzun bir sürenin ardından ambulans mı bize gelmişti, biz mi ambulansa gitmiştik hatırlayamıyorum. O kadar acıyordu ki kalbim, sanki şarkısı yaralanan bendim.
Uzun hastane günlerinden sonra gölgesine geri döndü. Biraz hastalıklıydı ama yine de kurtulmuştu. Vücudunun birçok uzvu, hatta hepsi hareket yeteneğini kaybetmişti. Onun dış dünyayla tek kapısı benim. Suyu, yemeği, duymak istediği; kısacası her şeyiyim. Geçirdiğimiz kötü çocukluğun üzerimizde bıraktığı ve sadece birbirimize karşı beslediğimiz uzak kalma, tek söz paylaşmama hissi o gün son bulmuştu. Hatta sevgimizi tekrar kazanmamız için başımıza böyle bir şeyin gelmesi gerektiğini düşündüğümü inkar edemem. Tek ihtiyacımın onun sevgisi olduğunu, o gün gözlerinden öğrendim. Aldığım terfi o gün lanetlenmişti ve ben o gün işi terk etmiştim. Küçüklüğümüzdeki gibi yeniden beraber paylaştığımız odamızı onun sevdiği renklere göre düzenledim. Araba koleksiyonunu bir tarafa, şişe koleksiyonunu diğer tarafa koydum. Yatağının bulunduğu duvara ise hastane günlerinde yazdığım şu satırları astım:

“Yine korktum dışarıyı gördüğümde, dikenler ormanından
Ve dua ettim karanlığını bizden çekmesi için.
Bilincindeyim büyüsünü bizden çekmeyeceğinin.”

Şarkı önerisi:
Ajda Pekkan-Ağlama anne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder