30 Eylül 2021 Perşembe

 "Seninle bir kutuda iki kol düğmesi olamadık ha Tekin?"


Dokunduğumda kırılacağından korktuğum kuru bir yaprak gibi taşıdığım, hatırlamaya, üzerine düşünmeye, gördüğümü sandığımdan başka ayrıntılar hatırlarım diye korkup sadece kapıdan bakıp çıktığım bir rüya, belki de gerçek. Ben sadece kendi hislerimi hatırlıyorum.

1 geceliğine çıkacağım tatil, varacağım yol; hayatımda ilk defa kendimi ait hissedeceğimi bilerek, bunu gerçekten içimden her an sayıklayarak, ertesi gün asıl ait olmadığımı bildiğim yere yine dönecek olmanın kırılgan korkusunu hissedişim ve 30 yıl sonra her nasıl olduysa bu sefer o tatilde reddedilmeyeceğimden emin olmam, hasretle beklendiğimi ve yine oraya ait olma hissiyle karşılanacağımı bilmem; bunlar kalbimi (eğer bir rüyaysa, bu rüyada) nasıl bu kadar yordu? 

"İşte buymuş beklediğim, aradığım ve bulamadığım" denecek. Bunu bilerek...

Bütün bu bilgilerin ve duyguların bende yarattığı his, "asıl şimdi buralar benim olacak" cevabı ile geçtiğim ve aştığım sokaklar, büyülü evler, yollar, şehirler, ülkeler, kıtalar, gökyüzleri, uzay boşlukları, yıldız yolları, gezegenler... Başım dik, göğsüm kabarık, dudaklarımda aynada hiç görmediğim bir başarı gülüşü. 1 gecelik zafer, iyi ki geldinler. Kesin rüya olmalı.

Eve girince saçlarım dökülmesin diye bir tokayla bağlıyorum. Artık uzun değil. Olsun.

Balkonlarından beyaz perdelerin yağ gibi içerilere aktığı o ev değişmiş. Arka odadaki küçük televizyon atılmış. Artık odada ekran, CD çalar, radyo yok. O bunu düşündüğümü anlayıp (o kadar emin ki televizyonu düşündüğümden) "Onu atarken aklıma sen geldin." diyor. Ben de (o kadar eminim ki televizyonu kastettiğinden) sadece gülümsüyorum. Sarı koltuk da gitmiş. Ama yastıkları duruyor. Onları yatağının üzerine koymuş. Yatağını hatırlayamıyorum, Karyolası, örtüsü değişmiş mi, emin değilim. 

Sonra birlikte yürüyoruz. Pencerelerden bir zamanlar sokaklara baktığım o evden yeni çıkmışız. Saçımdaki tokayı çıkarmışım. Aslında bir rüya olsaydı, şaşkın olurdum diye düşünüyorum. Onunla yan yana bir rüyada yürüsem, her an uyanacakmışım gibi ona bir şeyler anlatmaya çalışırdım. Demek ki rüyada değilim diye düşünüyorum. Ama bu gerçekleşmesi o kadar imkansız bir an ki, hayır, hayır kesin bir rüya olmalı diye düşünüyorum. Her gün gördüğüm, her gün düşünüp doyduğum rüyalardan olmalı.

Sokağı ezbere biliyorum. Ekmek almak için evden her çıkışımda yollarımı uzatıp uzatıp 5 kez geçtiğim bu sokağı unutmam mümkün değil. O, bazen odasının altında onun sesini dinlediğimi biliyor mu? Bunu soruyorum ona. Biliyormuş. Daha doğrusu, aynı şeyi o da yapmış ve benim de yaptığımdan adı gibi eminmiş. Şaşırmamış şimdi bunu duyduğuna. O, böyle söylüyor. Yok, yok bir rüya olmalı bu.

Ben ona, ona ulaşmayı çok istediğim bazı anlardan bahsediyorum. Anlatacak ne kadar çok şeyim varmış. Bir rüyaysa eğer, sığdırmak istiyorum hepsini. Hepsini bilsin. İsterse kötü düşünsün, pek umursamıyorum. Düşersem düşeyim, 1 gün için, değmez mi?

Ona, o anlardan bahsettiğimde, "buna inandın mı?" diyerek önüne geçiyorum. Sanki yanında değil de karşısında durduğumda onu daha çok ikna edeceğim, daha çabuk affettireceğim. Neyi? Neyi mi? Bu, şimdi anladığım bir şey ve bunu ondan başkasına anlatamam. Bunu ondan başkası da anlayamaz.

Bütün anlattıklarımı gülümseyerek dinliyor. Bunları duymaktan mutlu, bütün anlattıklarımı bildiğini söylüyor. Peki neden hiç ama hiç gelmemiş, neden hiç uzanmamış uzattığım ellerime? Bunu söylemiyor. Yol bitiyor, benim anlatacağım şeyler hala var. Eğer rüyaysa, rüya bu yolun sonunda biter. Biz geri dönüyoruz. Aynı yolu. Rüya bitmiyor ya da bu bir rüya değil.

Anlatmaya devam ediyorum. Mesela çok yağmurun yağdığı, araba sürdüğüm ama çok ağladığım o yolu, "gerçekten kendime hakim olamadım, gözyaşım hiç durmadı."yı, mesela o doğum günümde boğazıma düğümlenen düğümleri, kucağıma ilk aldığım çiçeği, İstanbul'a tek başıma gittiğim o soğuk günü, evimde ilk yaptığım yemeği, yenidoğmuş oğluma sarıldığımda başım omzuna değince nasıl hıçkırarak ağladığımı, onu sevmeyenleri, bunun beni nasıl üzdüğünü, daha bir sürü şeyi anlatıyorum ona. Dinliyor, bir rüya olmalı.

Yol uzuyor, saatler bitiyor. Rüzgar esiyor, o ceketine sarılıyor. Ben yağmurluğuma saklanıyorum. Saçlarım yüzümü kaplıyor bazen. Bir ara bir şeyler yiyoruz. Yemek yediğimiz yer sarı ışıklı. Ben onu izlemekten pek yiyemiyorum. Bu özlediğim bir şeymiş. Bu duyguyu çok, çok iyi hatırlıyorum. Gün yeniden bitiyor. Gece orada kalmayacağım. Asıl ait olmadığım yere dönmem  gerekiyor. Beni yoluma bırakıyor. Bırakırken elini saçıma dokunduruyor. İlk defa. "İşte buymuş beklediğim, aradığım ve bulamadığım" diyor. "Oh be" diyor hatta öncesinde. "Oh be, işte buymuş beklediğim, aradığım ve bulamadığım."

Aklıma o çok ama çok sevdiğim replik geliyor:

"Beni hayal ettiğini hayal etmeye cesaret edemiyordum." 

" Ah, Alexander, buna bir inanabilsem, haykırışımda yok olurdum."

Ben yine bocalıyorum. Bir rüya kadar güzel, gerçek olamayacak kadar güzel. Ama her şey o kadar gerçek ki?

Yoluma dönüyorum. Bir rüya gibiydi. Ona bu kadar çok şeyi anlatmışken, beni artık mutsuz sanabilir mi? ya da çok mutlu sanabilir mi? burada aklıma yine çok sevdiğim o  film geliyor. "Kesin biz de böyle bir şeyler konuşmuşuzdur ömrümüzün bir yerinde." diye düşünüyorum.

- Yarın ne kadar sürer diye sormuştum Anna, hatırladın mı?

- Sonsuzluk ve bir gün kadar.

- Duyamadım?

- Sonsuzluk ve bir gün kadar...

-----

“Minik sürgün kuş ve de mutsuz,

Yabancı topraklar mutludur varlığından.

Ama ben güçten düştüm senin yüzünden,

Minik çiçeğimi sana uzatayım derken.

Sana elma gönderiyorum, çürüyor.

Sana ayva gönderiyorum, kararıyor.

Salkım salkım beyaz üzüm, yollara saçılmış;

Birinin içinde gözyaşımı yollamıştım sana”


Sonsuzluk ve Bir Gün'e....



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder