AY ADASI
"Açılın açılın tekrar
çocuk dizlerimdeki yaralar,
Hepiniz benimsiniz."*
Yazdığım bu hikayenin ana kahramanı olmayı çok isterdim ama sırtımdaki pis gömleğim ve elimdeki mürekkebi bitmeye yakın kalemimle bu hikayenin sadece aktarıcısı olmak düşüyor bana. Ben, Ay Adası'nın sıradan bir sakini ve sanırım koca dünyada sessiz yaşanmış bir aşkın tek şahidiyim.
Adamıza bu isim, yıllar önce verilmiş, ben hiç olmadan önce. Atalarımız bu topraklar üzerinde huzurla balık yiyip şaraplar içerken adamız yuvarlak, halkımız mutluymuş ama kainatın gördüğü en büyük depremle kocaman bir toprak parçası hem yerle bir olmuş hem de sular altında kalmış. Kalan bu ada; bol taşlıklı, verimsiz, balıksız hilal şeklinde bir parça olarak kalmış. Ay Adası ismi yeni adamıza yakıştırılırken eski topraklara da bolca ağıt yakılmış mıdır, bilemem.
Gördüğünüz gibi bu koca taşların arasında pek bir şey üretemiyoruz. Depremden sonra mola merkezlerinden vazgeçmeyen gemiler sayesinde yaşamaya devam edebiliyoruz. Onlara ikram edebileceğimiz balığımız bile yok. Havamız hep yağmurlu, hayatımız hep nemli, ıslak, çamurlu. Sakinlerimizden her fırsatta adaya veda edenler oldu ama onlardan iyi olup olmadıklarına dair pek haber alamadık. Kalanlara da cesaretsiz mi dersiniz, fakirliğe boyun eğmişlik mi dersiniz, orasını bilemem.
Adamızın kıyı şeridinde, yeniden inşa edilmiş limanımıza paralel dükkanlar var. Dükkanlarda çamaşırcı kadınlar, ekmek yapan adamlar, ayakkabı tamir eden birkaç usta, önlerinde ayakkabı temizleyen benim gibi fakir başka bir genç, tek makinası olan bir terzi, çoğunlukla eli boş dönen ve eli kolu dolu halinde de elinin yüzünün güldüğünü pek görmediğim balıkçı tekneleri, içlerinde kadınların da olduğu birkaç yatakhane, şarap dükkanları, bir tane de gemi yolcularının sevdiklerine hediyeler aldığı bir dükkan. Son olarak ben, kimilerine göre aylak biri, bana göre gemiden inenlere hikayeler yazan bir yazarım.
Arka sokaklarda ise bizler yaşıyoruz. az malzemeyle yemeklerin piştiği evlerimiz dip dibe, bu dar sokakta. Asla geleceğimize dair bir faydası olamayan birkaç yıllık bir okul, birkaç market bulunuyor.
Gemiden gelenlerle sohbet ettiğim kadarıyla az nüfuslu bir adayız. Biz içinde yaşarken bunu anlayamıyoruz tabii. Burayı seviyorlar. Uzun yolculuklarından sonra bulabildikleri tek kara parçası olduğu için olabilir bu tabii. Bazen onlarla alışveriş yapıyoruz; kumaş, buğday, tahta parçaları, çivi, sıva gibi şeyler. Eskiyenlerini bizlere bırakanlar da oluyor. Gömleklerini, ayakkabılarını, eski kalemlerini. Benim pantolonum onlardan biri örneğin. Bu pantolonu giydiğim zamanlar eski sahibine hikayeler kurup onları yaşadığımı hayal ediyorum. Hatta ilk giydiğimde o benden zengin adamın ruhunu giymişim gibi hissetmiştim kendimi. Ben biraz duygusalımdır, anladınız mı? Bir de çok pantolonum olduğunu sanmayın sakın.
O gemilerden adamıza gelen pek çok şey olmuştu ama bir insan, kalıcı biri, hiç olmamıştı. Ta ki o 8 Ağustos gün batımına kadar.
O gün, gemi büyük bir gürültüyle adaya yaklaşmış, herkesle birlikte Yorka da o gemiden inmişti. Tüm Avrupa'yı gezdiğini sonradan uzun gecelerimizde geçen sohbetlerimizde öğrendim. Ay Adası'nı bir dostundan duymuş, burada bir mola vermek istemişti, ama uzun bir mola. Hayata verilmiş bir mola gibi yani. Uzun, kahverengi, belinde kuşağı olan bir ceketi vardı. Benzer renklerde birkaç kazağı, koyu renk birkaç pantolonu ve sağlam 2 ayakkabısı. Ben böyle detaylara çok dikkat ederim. Hepsini titizlikle takip ettim. Çantasında da biraz sarma sigara vardı ve kaldığı süre boyunca onu tanıyanlardan ve adını bilen gemicilerden ödünç aldı.
Arada bir dostları da geliyordu yanına ve beni o sohbetlerden ayırmıyordu. O olmasa ben dışarıdaki dünyaya dair bir sürü şeyi öğrenebilir miydim? Söylemiştim size, ben duygusal biriyimdir ve o sohbetlerde onun dostlarını izlemekten sanki kendimi kaybederdim.
Çantasında, sigarasını çıkarırken gördüğüm, düğümler atılmış kalın bir bez parçası vardı. Hep oradaydı ve ben o bez parçasının ne olduğunu merak etmiştim. Sormadığımı mı sanıyorsunuz? İlk seferinde anlamlı bir gülüşle "7 kat kumaş." demişti. Öbüründe "1'i balmumu emdirilmiş 7 kat kumaş." demişti. Birinde "O çok önemli." demişti, diğerinde "Mesele bile değil." demişti. Beni meraka sürükleyen de onun bu kaçamak sözleri olmuştu. Dünya hakkında çok konuşurduk, ne bildiysem ondan öğrendim ama Kızlardan bahsetmezdi. Benim bile arka sokaklarda kızlarım vardı ama onun ağzını bu konuda bıçak açmazdı. Dostları Avrupa'dan gelip güzel isimli kızlarından bahsederken gülümser, az yorum yapardı. Hiç mektup gelmezdi, kimseye bir şey yazmazdı. Sanırım gerçek bir molaydı.
Kış gelip bizim serin havamız kendini daha sert ayaza bırakınca odasına çekildi. O karanlık, ona hiç iyi gelmemişti. Sanki annemin içine içine katladığı ekmek hamuru gibi o da içine döndü; bir daha, bir daha, defalarca katlandı kendi içine. Yüzü gülmez oldu, güldüremez oldum onu.
Hiç istemesem de onu bir gemiyle ülkesine gitmeye ikna etmeye çalıştım, daha sıcak yerlere ama hiç oralı olmadı. Sesi bile titremedi konuşurken. Bir gün de sonsuz molasını öğrendik. Pencerelerinden denize bakanın önünde, gemilere doğru asmıştı kendini Yorka. Nasıl da ona yaraşmayan bir son olmuştu. Ben Tanrı olsam ona daha kaliteli, daha şaşalı bir son yazardım.
Dostları gelene kadar onu tanıyan kimseye haber veremedik. Bu bir ölüme yakışmayan, acı bir detay. Bir ailesi var mıydı bilmiyorum ama 3 kazağını, 1 ayakkabısını ve pantolonlarını ona soran dostlarına vermek üzere sakladım. 1 ayakkabısını ve montunu dostluk hatırası olarak kendime sakladım. En zor sınavım ise çantasının içindekiler ve en çok da 7 kat kumaşa sarılı şeydi.
Onu da vermeyi düşündüm ama size duygusal biri olduğumu söylemiştim. Kalbimi ağzımda hissederek aynı kumaştan kesilmiş o kurdeleyi söktüm. İlk katı açınca 4'e katlanmış küçük bir not çıktı içinden. Altında Yorka'nın adı yazıyordu.
"Baksam bir dert, bakmasan ayrı dert hatırana."
Bahsettiği gibi 7 kat vardı. Biri bal mumlu. ışık geçirmez bir kumaş. Diğer katlar boştu. Ta ki en içtekine kadar. Ben hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Kalın bir kağıdın üzerinde uyuyan bir kadın vardı. Bu fotoğraf olmalıydı, gelenlerden duymuştum. Uyuyan bir kadın. Avrupa olmalıydı, Yorka'nın geldiği yerden, güzel ve gerçek bir koltuğun üzerinde. Bir de not vardı arkasında.
"Sana bir fotoğrafımı gönderiyorum Yorka. 8 saatlik bir fotoğraf.
Onu güneşten koru, aydan koru, kendi gözyaşlarından koru onu.
F."
Bu fotoğraf nasıl olmuştu bilmiyorum. Nutkum tutulmuştu. İlk defa elimde bir fotoğraf tutuyordum. F'nin fotoğrafı. Hem de yıllar öncesinden, kıtalar ötesinden. Onu masama koydum. F'nin her detayını inceledim. Yorka'nın muhtemelen ezberlediği her şeyi inceledim. Minik burnunu, uykunun çöktüğü gözlerini. İnce dudaklarını, Yorka derken derken hayal ettim. Öptüğünü onu. Hayal kurduklarını beraber. Yürüdüklerini dökülen yaprakların altında. Benim için dönüm noktası olan bu an, gece boyu sürdü. Sabaha karşı odamda F'yi izlerken uyuyakalmıştım. Şu an bunları yazarken ellerim titriyor, görüyor musunuz?
Sabah uyandığımda fotoğraf kağıdında F yoktu. Kağıt parçası F'siz duruyordu. Artık benim yüzüm geçmişti kağıda. F ve ben birbirimize karışmıştık sanki. Bunun nasıl olduğunu ben anlamadım ama Yorka'ya da ölüsüne de ihanet etmişim gibi hissettim. Hemen kağıdı önce bal mumlu örtüye, sonra 6 kat örtüye daha sardım. Sıkı sıkı düğümler attım. Yorka gibi yıllarca, Ay Adası'nın arka sokaklarında sakladım onu.
F'ninse bundan haberi yoktu.
"Neler geçmişti aklımdan,
Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm,
Ah nasıldı yaşamak?"*
*Ziya Osman Saba-Geçen Zaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder