Üniversiteye ilk başladığım yıllarda o derinlerce incelediğimiz kimyanın, saatlerimizi kimyasallar yüzünden baş ağrıları ile geçirdiğimiz laboratuvarın, diferansiyel denklemlerde incelediğimiz tonlarca bernoulli bilmem ne türevlerinin, akışkanlar mekaniğinde gördüğümüz şeylerin, stokiyometri de kilolarca işlemleri incelediğimiz durumların, termodinamik, sayısal analiz, kinetik, girişimcilik bilmem ne bütün bu konuların bana bir yararının olmayacağını düşünürdüm. Üstelik bunları ingilizce öğrenmek!
Ama şimdi akışkanlar mekaniğinden kinetiğe, diferansiyel denklemlerden girişimciliğe bütün konuları günlük hayatımda uyguluyorum. Şöyle ki, bir plastik şişeden bir bardağa su dökerken, akış hızı arttığında suyun şişeden dökülmesi sırasında hacim azalır, basınç artar. plastiğin elastiklik sınırına ulaşınca hacim daralması maksimum olur ve daha fazla büzülme mümkün değildir. Böylece suyu içine yeniden hava alarak boşaltır ve bu sırada laminer-türbülent dengesi yerle bir olur suyun akış hızı değişir şişe basıncın yeniden düşmesi ve hacmin genişlemesi ile garip davranmaya başlar. Peki akış hızını sabit tutup bunu düzenli yapsak?
Hangisinde daha az zaman harcanır?
Yani açı kaç olmalı!!
Bu açıyı da buldum.
Şu yemeği yaparken tuzun iyonlaşması ile, hangi malzeme tuzu daha çok içine çeker? hangisi o iyonla birleşir?
marketten aldığım diş macunları ve sularında neler var ve pH lar nedir?
Biz bu eve plastik kaplar alıyoruz ancak cam alsak ve bunu sağlık-para grafiğine geçirsek, eğimi yüksek olanı mı alacağız?
Işığı alığımda aldığım verimin, açmadığımda cebime giren paranın beni mutlu etmesine verdiği oran kaçtır?
ışınlanmayı bulmaya harcanan düşünce zamanı yavaşlatmaya çalışsa daha karlı olmaz mıyız?
sahi ya, zaman... zaman ve para.
Ve şu 4. senede öğrendiğim en önemli şey: mühendis isen insan değilsindir. Sinema, gezme, kitap okuma, arkadaşlarınla görüşme imkanlarının türevi sıfırdır.
Burada uçan kuşlar ve ölüme dair bir şeyler var. Kimya Mühendisi, Redaktör (Fotoğraflar bana aittir. İzinsiz ve atıfsız kullanılamaz.)
30 Aralık 2012 Pazar
24 Aralık 2012 Pazartesi
Şiddeti gördüm.
Bakışlarından tanıdım seni. Yıllar sonra aldığın az biraz kilodan, eskiden uzun olan ama şimdi kısacık bıraktığın saçlarından değil. Gözlerinden tanıdım seni, tam yanımdan geçerken arkana baktığında. Sonra aynı dudak büzüş, aynı omuzları dikleştiriş. Hepsi tanıdıktı bana.
Telefonun mu çalmıştı, çalmış gibi mi yapmıştın? Yanındaki kıza bir şeyler söyledin. Kız teselli eder gibi sırtını sıvazladı. Arkanı dönüp uzaklaşmaya başladın, yavaşça ama. Başın hafifçe hep yana dönük. Dudakların aynıydı hala, büzük ve omuzların daha dik. Sağ adımını atarken omzunu sağa doğru biraz indiriyor, solu atarken sola indiriyordun ama bakışların hala aynıydı. Takip ettim seni. Apartmana girdiğinde ben de geldim peşinden. Bir işaret bırakırdın bir ayakkabı bi atkı bir kitap. Direk gel demezsin demezdin de hem. Ama işaret bırakırdın mutlaka, kapını açık bırakarak mesela.
içeri girdim. Aynı parfüm kokusu, küçücük bir kaç odalı evde aynı koku. aynı köşe saksısı. Şu çekyata çok yakışmış avizen. Camın önünde bu mevsime hiç uymayan mor sümbül. Gerçek miydi o? dokunmadım.
Masanın arkasına oturdun. dirseklerin yine dizlerinde, çenen yine ellerinde. Dudakların hala büzük, gözlerin dalmış, biliyorum dedin içinden gelecektin. radyo açıktı. Benim en sevdiğim kanal. Hafif şarkılar çalıyordu hep. çoğu kez eskilerden kalma yabancı şarkılar. radyo açıktı ve gülümsedim. Sen dalmaya hep devam ettin.
"Uçurumdaydım İlyas! o uçurumun tepesine belimden bağlı beyaz kalın iple beni sen çektin, kurtardın her seferinde. o dorukta bana yaktığın dev alevler vardı. ısınırdım uçurumdan döndüğümde. yüzüm alevden kıpkızıl olurdu, avuçlarım kavrulurdu. Ben doruğa çıkmanın verdiği gururla, omuzlarım dik.
Beni geri attın. Belimdeki ipin yettiği yere kadar düştüm. tırmanmalıydım orada sen ve alevin vardı, orada başarmanın gururu vardı. çok denedim nefesim kesilene kadar ve tekrar yarı yoldan düştüğüm bir anda bir yerlere takıldım. Bir otobüs durağına, bir sokak köşesine, bir pastaneye, tanıdık yüzlere, çalan şarkılara, kar oynayan çocuklara, tren yolculuklarına.
s e n i h a t ı r l a t a n n e v a r s a o n l a r d a t a k ı l d ı m.
düşmedim bir daha ama çıkamadım da. yukardaki o alevi içimde defalarca hissettim. Yanışlarımı sana avuçlarıma dokunan yanma hissini. Hasreti düşerken, özlemi düştüğümde, boşluğu düşerken, sabredebilmeyi düştüğümde. yalnızlığımı.
S e n e l e r d i r a y n ı e v d e y i m.
kapım senelerdir. çalmadı. Bir ömrü aynı pencere geçirdim. Çayımın dumanı demliğin ucunda söndü. Kokusunu bir ben aldım. Oysa eskiden sırtımı dayadığımda soğuk bir duvara, beni kendi vücuduna yaslar, soğuk duvara siper olurdun. O duvarlar çöktü! şarkılar bitti defalarca, çaldıkça bir kez daha bitti! yaşlarımı sildim ve yaşlarımı eksittim! aynı evde aynı pencerede! Ve sırf şimdi sus diye. Bir ömür susmadın mı?"
"yalnız mısın" dedin. söyleyecek başka şey yokmuş gibi. odana sarı ışığın yayılmıştı. eşyası sadece köşe saksısı, çekyat, avize ve yapma sümbül olan odana kapının önündeki sokak lambası da girmişti, perdesiz camından. dünyada söyleyecek başka şey kalmamış gibi bir de ağzından çıka çıka " yalnız mısın?" çıkmıştı.
"dudağını her böyle büzende, dirseklerini dizlerine her dayayanda, yüzünü ellerine her koyanda seni andığım için. Evet yalnızım. Bu yüzden yalnızlığım. ömürlerimi ben bununla geçirdim."
cümlelerimi devam ettirmedim. Şarkı çaldı ve şarkı ben kapıdan çıkarken sana her şeyi yeniden hatırlattı. Seneler sonra aynı kokudan yine uzaklaştım. vedalaştım. Sesini özlemişim üstelik. ağzından çıkan 2 kelimede fark ettim bunu.
Kapıyı aralık bıraktım. senin yaptığın gibi.
Belki sen de gelirsin diye.
Ama o binadan çıkarken binayı aynı ses sarmıştı, kapıdan çıkarken duyduğum.
"Dokun bana, bana dokun n'olur, hasretinden öldüm; kopar zincirleri yeniden gel, durmadan gel, hep gel."
Bana otobüs yolculuğunda bu hikayeyi bir solukta yazdıran bir şarkı var, var oldu...
Fotoğraf buradan alıntıdır...
Telefonun mu çalmıştı, çalmış gibi mi yapmıştın? Yanındaki kıza bir şeyler söyledin. Kız teselli eder gibi sırtını sıvazladı. Arkanı dönüp uzaklaşmaya başladın, yavaşça ama. Başın hafifçe hep yana dönük. Dudakların aynıydı hala, büzük ve omuzların daha dik. Sağ adımını atarken omzunu sağa doğru biraz indiriyor, solu atarken sola indiriyordun ama bakışların hala aynıydı. Takip ettim seni. Apartmana girdiğinde ben de geldim peşinden. Bir işaret bırakırdın bir ayakkabı bi atkı bir kitap. Direk gel demezsin demezdin de hem. Ama işaret bırakırdın mutlaka, kapını açık bırakarak mesela.
içeri girdim. Aynı parfüm kokusu, küçücük bir kaç odalı evde aynı koku. aynı köşe saksısı. Şu çekyata çok yakışmış avizen. Camın önünde bu mevsime hiç uymayan mor sümbül. Gerçek miydi o? dokunmadım.
Masanın arkasına oturdun. dirseklerin yine dizlerinde, çenen yine ellerinde. Dudakların hala büzük, gözlerin dalmış, biliyorum dedin içinden gelecektin. radyo açıktı. Benim en sevdiğim kanal. Hafif şarkılar çalıyordu hep. çoğu kez eskilerden kalma yabancı şarkılar. radyo açıktı ve gülümsedim. Sen dalmaya hep devam ettin.
"Uçurumdaydım İlyas! o uçurumun tepesine belimden bağlı beyaz kalın iple beni sen çektin, kurtardın her seferinde. o dorukta bana yaktığın dev alevler vardı. ısınırdım uçurumdan döndüğümde. yüzüm alevden kıpkızıl olurdu, avuçlarım kavrulurdu. Ben doruğa çıkmanın verdiği gururla, omuzlarım dik.
Beni geri attın. Belimdeki ipin yettiği yere kadar düştüm. tırmanmalıydım orada sen ve alevin vardı, orada başarmanın gururu vardı. çok denedim nefesim kesilene kadar ve tekrar yarı yoldan düştüğüm bir anda bir yerlere takıldım. Bir otobüs durağına, bir sokak köşesine, bir pastaneye, tanıdık yüzlere, çalan şarkılara, kar oynayan çocuklara, tren yolculuklarına.
s e n i h a t ı r l a t a n n e v a r s a o n l a r d a t a k ı l d ı m.
düşmedim bir daha ama çıkamadım da. yukardaki o alevi içimde defalarca hissettim. Yanışlarımı sana avuçlarıma dokunan yanma hissini. Hasreti düşerken, özlemi düştüğümde, boşluğu düşerken, sabredebilmeyi düştüğümde. yalnızlığımı.
S e n e l e r d i r a y n ı e v d e y i m.
kapım senelerdir. çalmadı. Bir ömrü aynı pencere geçirdim. Çayımın dumanı demliğin ucunda söndü. Kokusunu bir ben aldım. Oysa eskiden sırtımı dayadığımda soğuk bir duvara, beni kendi vücuduna yaslar, soğuk duvara siper olurdun. O duvarlar çöktü! şarkılar bitti defalarca, çaldıkça bir kez daha bitti! yaşlarımı sildim ve yaşlarımı eksittim! aynı evde aynı pencerede! Ve sırf şimdi sus diye. Bir ömür susmadın mı?"
"yalnız mısın" dedin. söyleyecek başka şey yokmuş gibi. odana sarı ışığın yayılmıştı. eşyası sadece köşe saksısı, çekyat, avize ve yapma sümbül olan odana kapının önündeki sokak lambası da girmişti, perdesiz camından. dünyada söyleyecek başka şey kalmamış gibi bir de ağzından çıka çıka " yalnız mısın?" çıkmıştı.
"dudağını her böyle büzende, dirseklerini dizlerine her dayayanda, yüzünü ellerine her koyanda seni andığım için. Evet yalnızım. Bu yüzden yalnızlığım. ömürlerimi ben bununla geçirdim."
cümlelerimi devam ettirmedim. Şarkı çaldı ve şarkı ben kapıdan çıkarken sana her şeyi yeniden hatırlattı. Seneler sonra aynı kokudan yine uzaklaştım. vedalaştım. Sesini özlemişim üstelik. ağzından çıkan 2 kelimede fark ettim bunu.
Kapıyı aralık bıraktım. senin yaptığın gibi.
Belki sen de gelirsin diye.
Ama o binadan çıkarken binayı aynı ses sarmıştı, kapıdan çıkarken duyduğum.
"Dokun bana, bana dokun n'olur, hasretinden öldüm; kopar zincirleri yeniden gel, durmadan gel, hep gel."
Bana otobüs yolculuğunda bu hikayeyi bir solukta yazdıran bir şarkı var, var oldu...
Fotoğraf buradan alıntıdır...
23 Aralık 2012 Pazar
yılbaşı
![]() |
Her neyse, yeni bir şarkı buldum da onu yazmak için açtım bu başlığı da. Bu şarkıyı Özlem'e armağan ediyorum. :)
22 Aralık 2012 Cumartesi
Clara
En sevdiğimden en sevdiğim fotoğraf...
Clara oldum. Soner'in kısa filminde oynayacağız İsyan'la. Bir kitabı okurken, kitaptaki kişiyi tamamen kendi varlığınla bütünleştirmeyi tamamen anladım "Doğu'nun Limanları"nda. O sokakları tek tek ben de gezdim. O koltukta ben de oturdum. O bebeği ben doğurdum, ben büyüttüm. İsyan'ı ben bekledim.
Clara oldum.
Bu fotoğrafta yine Clara'nın İsyan'la tanıştıktan sonra onu görmeye (şans eseri) geldiği haldeyim.
Clara oldum.
Clara oldum. Soner'in kısa filminde oynayacağız İsyan'la. Bir kitabı okurken, kitaptaki kişiyi tamamen kendi varlığınla bütünleştirmeyi tamamen anladım "Doğu'nun Limanları"nda. O sokakları tek tek ben de gezdim. O koltukta ben de oturdum. O bebeği ben doğurdum, ben büyüttüm. İsyan'ı ben bekledim.
Clara oldum.
Bu fotoğrafta yine Clara'nın İsyan'la tanıştıktan sonra onu görmeye (şans eseri) geldiği haldeyim.
Clara oldum.
neden yazılmış?
gözleri bana benziyor biliyorum.benimkiler gibi kopkoyu ama teni benim ki kadar beyaz değil.
.
.
.
onun gidişlerinin vazgeçişlerinin ne demek olduğunu ben biliyorum.
gittiği zaman geri dönmez o.
gidişleride hep aynı nedendendir.
zorladıysan pes eder.
.
.
.
rüya görüyordu.
yemyeşil bir bayrak,ipte asılı .
mirasmış o ve o kadar değerliymiş ki almak zorundaymış.
mandalları çıkardıkça geriye daha çok mandal kalıyormuş.
onu orada farkedenler hemen koşuşturmaya başlamış.
istememişler o bayrağı eline almasını.
biliyorum rüyasını,ben yıllardır hep onun içindeyim zaten.
sonra baktım muratmış o.
muradını alamamış elifim.
sonra uyandı . hava 1 ton güneş rengine sahipti sadece,
sabahın 5 iydi. kendine geldi ve indirdi beyaz bayrağı.
gururla kaldırmıştı göğe,ama pes etti.
yazmayacak artık.
elif de yazmayacak.
ona mesajlar atıp tebrik eden herkese onun adına ben teşekkür ediyorum.
imza:
22.05.10
19 Aralık 2012 Çarşamba
15 Aralık 2012 Cumartesi
Hobbit
Dün akşam 14 Aralık akşamıydı ve biz hobbit'e gittik. Salon tıklım tıklım doluydu. çok heyecanlı olan yerlerde ( daha çok meraklıları) hop oturup hop kalktılar. Hem film hem de o hisler çok güzeldi. Ama asıl anlatmak istediğim, beni etkileyen bir cümle.
Thorin, baykuşların bıraktığı tepede Bilbo'ya şöyle dedi: Hayatımda hiç bu kadar yanılmamıştım...
Koca filmde etkilenecek başka şey bulamadın mı diyenler çıkacaktır, olmaz olur mu!
Thorin, baykuşların bıraktığı tepede Bilbo'ya şöyle dedi: Hayatımda hiç bu kadar yanılmamıştım...
Koca filmde etkilenecek başka şey bulamadın mı diyenler çıkacaktır, olmaz olur mu!
13 Aralık 2012 Perşembe
sen
O araştırmayı yapmak için beni neden seçtiklerini bilmiyorum ancak şuan oraya gitmek için bu trendeyim. Uçak yolculuğunu kendimi bildim bileli sevemiyorum, bu elimde olan bir şey değil. Bu yolculuğun kaç günümü alacağını hesaplamadan düştüm yola. Bir de bir ömrü başlatacağını bilmeden tabi.
Bu bölgeye bu kadar kişinin gideceğini hiç düşünmemiştim. Tren tıklım tıklımdı.Yanıma uzun boylu benim yaşlarımda genç bir çocuk oturdu. Kafamı kaldırıp bakmaya utandım. Çantamdan kitabımı çıkardım. Yıllar önce okuduğum bir kitabı bir şehri terk ederken tekrar okumayı tercih etmiş ve el çantama bu kitabı koymuştum. Şimdi yeniden sevdiğim yerlerin altını çizecektim. Bu yeni altı çizili yerler, yeni yaşlarımın bana bıraktıklarıydı.
Kendimi kitaba bıraktım. Bazen kalemime, bazen otsuz sapsarı alanlara. Buralarda soykırımların, katliamların, tecavüzlerin henüz yeni bittiğini, etkilerinin sürdüğünü biliyorum. Zaten görevimle ilgili bilgilendirildiğimde de geniş çaplı bir araştırma yapmıştım. Bu yüzden gözlerim birazda nemliyken gördüm üzerinde nelerin yaşandığını bilemediğim o alanları.
Neye dalmıştım neyi düşünmüştüm bilmiyorum. Senin sesinle irkildim:
"Trenlerde ve otobüslerde kitapların altını çizmek hala çok zor değil mi?"
"Aynı mahallede büyüdük seninle. Çocukluğumuz top oynamayı öğretmelerinle, saçımı çekip kaçmalarınla, kızların içinde yanına gelmemle geçti. İki şeritli bir yolun ayırdığı iki ayrı balkonda izledik birbirimizi. O ilk gençlikte düştük birbirimizin içine, düşüne. O yaşlarımızı da uzunca bir süre beraber geçirdik.
Babanın olmayışı mı senin kendi içindeki şeyler mi seni başka şeylere itiyordu bilmiyorum ama bir şeyler ters gidiyordu hayatında. Büyümeye başladıkça evden uzaklaştırdın kendini. Günlerce gelmediğin bile oluyordu. Sonra bir gün gittin ve hiç gelmedin.
Annene sordum seni. Kafasını eğdi ve uzun zaman cevap vermedi. Çayının bittiğini ve başka bir şey de ikram edemeyeceğini söyleyip beni kibarca evden gönderdi. Öğrenmek istediğim şeyleri bir kaç kere daha sordum. Her seferinde beni oyalayınca vazgeçtim. Üniversite hayatımı sordu bazen, bazen havaların soğuduğundan bahsetti. Çoğu zaman sordu. Ben de ziyaretleri senede bir kereye indirdim.
Sen gittikten sonra annen üşümediği günlerin çoğunu balkonda geçiriyordu. Bir şeyleri izlemek için değil, nedenini bilmiyorum. Eline yünlerini ve şişlerini alır sabahtan akşama kadar örgü örerdi. Saçlarını o günlerden sonra hiç boyamadı. Babandan kalan maaş ve babasından kalan bu ev ona yetiyordu herhalde. Zamanında seni okutmaya çalışmaya da yetmişti. Peki sen okumuş muydun? Bunun için mi gitmiştin?
Bir kaç yıl sonra bende seni daha az hatırlamaya başladım. Ama annen orada oturdukça şu bizim köşeyi dönen birilerini görünce istemsiz olarak seni düşündüm. Sonraları o da geçti.
Bir sabah sizin balkon temiz çamaşır doluydu. Çarşaflar, battaniyeler, yastık kılıfları. Bir hafta boyunca bir temizliktir sürüp gitti. Annen daha az balkona çıktı o hafta. En son saçlarını boyadı ve onu balkondan aşağı bakarken gördüm.
O gün öğleden sonra 3 tane siyah, birer tane de kırmızı, gri, beyaz araba geldi sizin evin önüne. Siyah ve büyük olanda gülmeyen süslü bir gelin gördüm. Sonra sen indin. Yan arabadan küçüklüğünü bildiğim ve şimdilerde büyümüş olan dayının oğlu indi. Anneni almak için yukarı çıkmadın, annen aşağı indi. Bütün o misafir temizliği...
Telsiz, duvaksız öylece gittiniz.
Sizin zengin gelinin ailesi bizim yukardaki ana yolda beklemişler sizi.
Mahalleye girmek istememişler.
Annen sevinmişti, yüzünden belliydi. Gelini olunca sık sık geleceğinizi düşünmüştür eminim. Belki torunlar, belki evde insan sesleri..
Annen eve geri geldi."
Cümleni kurduktan sonra bana gülümsedin.
"Kitabının altını çizmesen seni asla fark etmezdim."
Kitabımı sana gösterip hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Hatırlıyorum dedin. Ben sana inanmadım.
"Zengin gelin mahalle çocuğundan çabuk vazgeçti." dedin biraz konuştuktan sonra. Mahalleye neden gelmediğini sordum. Annen gibi yaptın. Onu çok yalnız bıraktığını söyledim.
" herkes yalnızlığını kendi yaratır, kendi hak eder." dedin.
Bu bölgeye bu kadar kişinin gideceğini hiç düşünmemiştim. Tren tıklım tıklımdı.Yanıma uzun boylu benim yaşlarımda genç bir çocuk oturdu. Kafamı kaldırıp bakmaya utandım. Çantamdan kitabımı çıkardım. Yıllar önce okuduğum bir kitabı bir şehri terk ederken tekrar okumayı tercih etmiş ve el çantama bu kitabı koymuştum. Şimdi yeniden sevdiğim yerlerin altını çizecektim. Bu yeni altı çizili yerler, yeni yaşlarımın bana bıraktıklarıydı.
Kendimi kitaba bıraktım. Bazen kalemime, bazen otsuz sapsarı alanlara. Buralarda soykırımların, katliamların, tecavüzlerin henüz yeni bittiğini, etkilerinin sürdüğünü biliyorum. Zaten görevimle ilgili bilgilendirildiğimde de geniş çaplı bir araştırma yapmıştım. Bu yüzden gözlerim birazda nemliyken gördüm üzerinde nelerin yaşandığını bilemediğim o alanları.
Neye dalmıştım neyi düşünmüştüm bilmiyorum. Senin sesinle irkildim:
"Trenlerde ve otobüslerde kitapların altını çizmek hala çok zor değil mi?"
"Aynı mahallede büyüdük seninle. Çocukluğumuz top oynamayı öğretmelerinle, saçımı çekip kaçmalarınla, kızların içinde yanına gelmemle geçti. İki şeritli bir yolun ayırdığı iki ayrı balkonda izledik birbirimizi. O ilk gençlikte düştük birbirimizin içine, düşüne. O yaşlarımızı da uzunca bir süre beraber geçirdik.
Babanın olmayışı mı senin kendi içindeki şeyler mi seni başka şeylere itiyordu bilmiyorum ama bir şeyler ters gidiyordu hayatında. Büyümeye başladıkça evden uzaklaştırdın kendini. Günlerce gelmediğin bile oluyordu. Sonra bir gün gittin ve hiç gelmedin.
Annene sordum seni. Kafasını eğdi ve uzun zaman cevap vermedi. Çayının bittiğini ve başka bir şey de ikram edemeyeceğini söyleyip beni kibarca evden gönderdi. Öğrenmek istediğim şeyleri bir kaç kere daha sordum. Her seferinde beni oyalayınca vazgeçtim. Üniversite hayatımı sordu bazen, bazen havaların soğuduğundan bahsetti. Çoğu zaman sordu. Ben de ziyaretleri senede bir kereye indirdim.
Sen gittikten sonra annen üşümediği günlerin çoğunu balkonda geçiriyordu. Bir şeyleri izlemek için değil, nedenini bilmiyorum. Eline yünlerini ve şişlerini alır sabahtan akşama kadar örgü örerdi. Saçlarını o günlerden sonra hiç boyamadı. Babandan kalan maaş ve babasından kalan bu ev ona yetiyordu herhalde. Zamanında seni okutmaya çalışmaya da yetmişti. Peki sen okumuş muydun? Bunun için mi gitmiştin?
Bir kaç yıl sonra bende seni daha az hatırlamaya başladım. Ama annen orada oturdukça şu bizim köşeyi dönen birilerini görünce istemsiz olarak seni düşündüm. Sonraları o da geçti.
Bir sabah sizin balkon temiz çamaşır doluydu. Çarşaflar, battaniyeler, yastık kılıfları. Bir hafta boyunca bir temizliktir sürüp gitti. Annen daha az balkona çıktı o hafta. En son saçlarını boyadı ve onu balkondan aşağı bakarken gördüm.
O gün öğleden sonra 3 tane siyah, birer tane de kırmızı, gri, beyaz araba geldi sizin evin önüne. Siyah ve büyük olanda gülmeyen süslü bir gelin gördüm. Sonra sen indin. Yan arabadan küçüklüğünü bildiğim ve şimdilerde büyümüş olan dayının oğlu indi. Anneni almak için yukarı çıkmadın, annen aşağı indi. Bütün o misafir temizliği...
Telsiz, duvaksız öylece gittiniz.
Sizin zengin gelinin ailesi bizim yukardaki ana yolda beklemişler sizi.
Mahalleye girmek istememişler.
Annen sevinmişti, yüzünden belliydi. Gelini olunca sık sık geleceğinizi düşünmüştür eminim. Belki torunlar, belki evde insan sesleri..
Annen eve geri geldi."
Cümleni kurduktan sonra bana gülümsedin.
"Kitabının altını çizmesen seni asla fark etmezdim."
Kitabımı sana gösterip hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Hatırlıyorum dedin. Ben sana inanmadım.
"Zengin gelin mahalle çocuğundan çabuk vazgeçti." dedin biraz konuştuktan sonra. Mahalleye neden gelmediğini sordum. Annen gibi yaptın. Onu çok yalnız bıraktığını söyledim.
" herkes yalnızlığını kendi yaratır, kendi hak eder." dedin.
11 Aralık 2012 Salı
Yüksek katlarda bir balkon,
Hiç içilmemiş bir kaç ilaç kutusu,
Bir adet kurşun,
Biraz yemeklik tüp gazı.
Ya da Bir kimyacının deyişiyle siyanür, bolca nitrik asit falan...
Ama ben bunun yerine daha etkili bir yol seçtim : şiir.
O şiirin sonunda şöyle dedi sigara yakan kıza bakıp:" Madem ateşin var ne duruyorsun karanlıkta?
Hey bre karacaahmet, kara mezarlık! sana gelmiyorum işte! Var mı bir diyeceğin? Yorgo'nun meyhanesine gidiyorum.Daha çok beklersin çok!
Sonra bana şiirlerini ezberletti. Ben ezberlerken o yaşlandı. Göçüp gitti şimdi.
Bu hayatta onsuzum artık.
Sesi kaldı geriye...
Beni bıraktı.
Sonra bana şiirlerini ezberletti. Ben ezberlerken o yaşlandı. Göçüp gitti şimdi.
Bu hayatta onsuzum artık.
Sesi kaldı geriye...
Beni bıraktı.
9 Aralık 2012 Pazar
8 ülkeyi gezmek...
Az önce uyandım. Rüyamda yeniden Karadağ ve Dubrovnik sokaklarında geziyordum. İçime çaktırmadan özlemişim oraları meğer... Uzunca anlatmalı şimdi 2012 yazını...
Bir defterimiz var, koyu mavi kaplı kalın bir ajanda. Gittiğimiz yerlerle ilgili blogları, gezi turlarını önceden inceliyor, Google Earth yardımıyla koordinatları buluyor, onları bizim navigasyonun anlayacağı şekle çeviriyorum. Tatil önceleri yoğunum yani. Şimdiye kadar hiç sorun yaşamadım. Dersem yalan olur. Kurban bayramı tatilinde Türkiye'nin en güzel 10 kampından biri olan Kaya Kamping koordinatlarıyla ilgili hüsrana uğrattı beni ama sabaha karşı balon manzarasıyla aldı gönlümü...
Bu 8 ülke başlığını sanırım 5-6 ay önce yapmalıydım ancak oralarda her gün yazdığım defter, ödünç verdiğim arkadaşımın evine hırsız girmesi sonucu çalındı. Her şeyi de aklımda tutacak değildim ya, kaldığı kadarıyla artık...
Tatilimiz 18 gün kadar sürdü. Çok yorulduk çünkü son güne kadar dinlenmeye hiç vaktimiz olmadı. Karavan bizi yavaşlattığı için gideceğimiz yerler arasını genelde 1 günde aldık. Genelde her yerde euro geçiyor, büyük alışveriş merkezleri dışında. yemek yerken hediyelik eşya alırken zorluk çekilmiyor yani. Ancak paranın üstünü kendi paralarıyla veriyorlar genelde. Böyle bir tatili planlayan çok olduğu için bunları da paylaşmak gerek diye düşünüyorum...
Tam tarihi hatırlayamıyorum ancak bir temmuz sabahı erkenden yola çıktık, İstanbul'a doğru. havanın kararmasına yakın İpsala sınır kapısına geldik. Akşam akşam Yunanistan'a geçmemizin bir yararının olmayacağını düşünüp sınırda konaklamaya karar verdik. Tuvaleti, marketi olan temiz sessiz rahat bir yer. Tır ve kamyon parkı diyebiliriz. Sabahın erken saatinde yeniden yola düştük ve Meriç'in bataklıklarının arasından geçerek bambaşka bir ülkeye giriş yaptık. Kavala'da kalacağımız Natura camping'e doğru ilerledik. Bizi yanmış bir parfüm tırı karşıladı, patlamış da denebilir. Gece geçmememiz için hiç bir engel yokmuş meğer çünkü kampa kadar görülecek bir şey yoktu. Oralara kadar hala bir Türk radyosu çekiyordu. Ancak Yunanistan'a bağlı bir Türk frekansı olduğu konuşmaların her halinden, Türkiye'yle ilgili söylenen her şeyden belliydi...
Sonuç olarak kampa geldik ve bizi " aile apartmanı" diyebileceğim bir kamp karşıladı. İskeçe ve Kavala'da kalanlar yazları genelde o kampta geçirirlermiş. Eskiden çok büyükmüş fakat kriz nedeniyle bizimde şahit olduğumuz 40-50 karavan-çadırlık bir alana düşmüş. Duşu, tuvaleti marketi, kumsalı olan hoş, sakin bir kamptı fakat sinek sayısı epey fazlaydı! Kampa girer girmez kampın sahibinin dışında plakamızı görüp koşan Mürüvet Teyze karşıladı bizi. Bize uzun uzun sarıldı. Kahveye davet etti. O günü orada denizle, dinlenmeyle ve Mürüvet teyzeyle geçirdik. Kamp İskeçe-Kavala- Aleksandrapolis-Gümülcine dörtlüsüne yakındı. Yani buralara gidilip gezilebilir ancak bizim ilçelerimizden farklı değil bu şuna dikkat edilmeli ki 3-4 gibi bütün dükkanlar kapanıyor Yunanistan'da ! alışveriş merkezleri de 9 gibi kapanıyor, üstelik geç açılıyor... Krizi anlayışla karşılamak gerek diye düşünüyorum, bu tembellikle...
Ertesi günü orada mı geçirdik, Selanik'e doğru yola mı çıktık tam hatırlamıyorum. Mürüvet Teyze'ye bunu söylediğimizde " Otobanlar yeni yapıldı, yol kaymak gibi, çok rahat gideceksiniz Selanik'e" dedi. Bizde heveslendik ama otoban dedikleri 2 şeritli yolla karşılaştık ve 18 gün boyunca Türkiye'deki kaymak yollarla bir daha karşılaşmadık.Bir de yol kenarlarında kazalar sonucu vefat edenlerin anısına yapılan kuş yuvası gibi insan boyunda küçük kiliseler var. Tatil yerlerine yakın yerlerde artıyor bu tabi, alkolün etkisiyle... İçlerinde kandiller var ve onlar sürekli yanıyor. Yoldan geçenler oraları temizliyor, mumlar sönmüşse yakıyor. Kiliselerin altlarında bu malzemeleri içeren dolaplar var. Biz de bir tanesini yaktık. Ayrıca kiliselerin içlerinde vefat eden kişilerin fotoğrafları İsa'nın ve Meryem Ana'nın resimleri, sevdikleri eşyalar falan var. Ülkeleri geçtikçe bu kültür başka bir hal aldı.
Selanik'te bir otelin kampına, akti retzika'ya karavanımızı bırakıp merkeze doğru yola çıktık.yolunun bozukluğu ve şehre uzaklığı nedeniyle başka bir kamp bulmanızı tavsiye ederim. Gerçi kamp güzel, sakindi ve interneti vardı.
Şehre gittiğimizde saat 4 buçuktu ve biz aslında her yerin kapandığını orada öğrendik... İlk durağımız Atatürk'ün evi oldu. O ara sokaklarda, hiç bir tabelanın göstermediği araba park edecek yerin bile olmadığı sokaktaydı kitaplarımızdaki pembe boyalı ev. etrafındaki bar tarzı yerlerdeki insanlar sizin Türk olduğunuzu anında anlıyorlar zaten... Sonuç olarak evde tadilat olduğu için giremedik. Konsolosluk hemen evin yanında zaten oradan bilgi alabiliyorsunuz. Gerçi bizim için aşağı bile gelmediler ama yok iyi insanlar olduklarını söyleyenler de var tabi...
Selanik'te ikinci durağımız Beyaz Kule oldu. Osmanlı zamanında çeşitli amaçlarla kullanılan bu kule daha sonra Hristiyanların eline geçmiş ve onlar vaftizi temsil etmek amacıyla beyaza boyamışlar kuleyi. Ancak zamanla kule eski zamanına geri dönmüş, ismi hala Beyaz kule olsada... İzmir kordonunun bir kaç beden küçüğü olan kordonda bulunuyor kule. Bahçesinde insanlar dinleniyorlar.
Meydana çıkmadan önce Ayasofya Kilisesini görmek istiyoruz. Ancak orası da saat 7 ye kadar kapalı. Girişte bizi bir dilenci kadın karşılıyor. Oralı olmadığımızı anlayınca daha bir ilgileniyor bizimle (!). Sonra dilimizi de öğrenip" Allah belanızı versin!" deyip gönderiyor bizi yaşadığımız şaşkınlıkla birlikte...Birde kiliselerde ki sarı bayrak İstanbul patriğine bağlı demekmiş, yani ortodoks demek...
kordondan ilerleyip ara sokaklardan çıkınca trafiğe kapalı büyük bir meydana, Aristo meydanına çıkıyorsunuz. Burada hediyelik eşyalar giyim kuşam her şey bulunuyor. Buraya da Konak diyebiliriz
Gezimizi tamamlayıp carrefourda alışveriş yapıp geri döndük kampımıza. Söylemeyi unutmamam gereken bir şey var ki orada yoğurt kavramını unutun...
Ertesi sabah her şeyimizi kampta bırakıp 500 km uzakta olan Atina'ya doğru yola çıktık. Gece döneriz diye düşünmüştük, döndük ancak çok zor oldu. ya daha erken çıkılmalıymış ya da orada bir gece geçirilmeliymiş. Atina'da ilk durağımız Akropolis oldu. Yunanistan'ın ilk yerleşim yeri. Yine her yer tadilattaydı fakat insanın o yapılara kayran kalmaması imkansız. Şimdiki Atina'yı tepeden izleyen Akropolis'in her yeri heykel! o koca yapıların en üstleri, balkonlar... İnanılır gibi değil hepsi birer mimarlık harikası. Biraz yorucu orayı gezmek ve tam tepeye çıkana kadar çok sıcak. Ancak tam tepede sizi rüzgar ve biraz serinlik karşılıyor. Yanınızda su götürmenize gerek yok çünkü yol kenarlarında çok güzel musluklar var. musluk değil aslında yukardan değil aşağıdan fırlatılıyor su sizde suyun çıkabildiği en uç noktadan suyunuzu içebiliyorsunuz. Oradan rüzgar kulesini de görebiliyorsunuz. Rüzgar kulesinin de her cephesi farklı rüzgarları temsil eden kanatlı insan figürleriyle kaplı. Önünde de roma agorası var. Buradan alınan biletle sanırım bir kaç müze daha gezilebiliyor fakat biz kullanmadık. Biletler biraz pahalıydı kişi başı 12 euro geliyordu sanırım ama değerdi...
Oradan çıkıp büyük güzel bir kiliseye, Mitropoli katedraline gittik. Orası da tabiki tadilattaydı. Ancak içi çok güzeldi. girdiğim kiliselerde en çok beğendiğim diyebilirim. Oradan mum çalarken papaza yakalandım! sadece gülümsedik. Orada beni bir resim çok etkiledi. belki de orayı bu yüzden çok sevdim. Bahçesinde bir piskopos eliyle kiliseyi gösteriyor. Ayrıca Atina ibadete açık cami bulunmayan tek avrupa ülkesi başkentiymiş.
ara sokaklarda yemek yiyecek bir yerler aradık. Bu sırada metroya çıkmışız fark etmeden. Babam orada bir yapının Cami olduğunu söyledi. Baktık benziyordu ve üzerinde tam hatırlamasamda tarihi bir şey olduğu yazıyordu. caddeden yine ara sokaklara geçip yemek yiyecek bir yer bulduk. Tavuk eti istediğimizi söyledik. Bize hoş ancak öyle çok lezzetli olmayan bir yemek getirdi, üstüne 35 euro aldı... Bende ona haritamızı gösterip Sintagma'ya nasıl gideceğimizi sordum. Gösterdiği yolu takip ederken çok hoş bir kilise daha gördük. Sintagma parlamento binalarının olduğu bir meydan. ( Lisede rol aldığım tiyatro burada geçtiği için oraya gitmek istedim en çok) Bütün gösteriler, eylemler orada olurmuş. Eskiden bir çok ülkeden binlerce çeşit çiçek tohumu getirilip buraya ekilmiş. Ancak biz oradayken ortasında çeşme bulunan bir parktan farkı yoktu. Selanik'e geri dönüp ertesi gün artık Makedonya'ya doğru yola çıktık...
Makedonya'da ilk durağımız Bitola(Manastır) oldu. Ara sokaklarda karavanla sıkıştık çünkü tek yönmüş. Türkiye'de olsa " hooop kardeşim kim verdi sana o ehliyeti!" denir sonu cinayetle falan biten kavgalar başlardı ancak orada " Abi burası tek yön.." diyen sakin ve yardımsever kişilerle karşılandık. bizim oradan çıkabilmemiz için trafiği geri çektiler bizim arabayı döndürdüler... Bir kaçı da yarım yamalak Türkçe biliyordu zaten... Sonuçta Atatürk'ün okuluna kavuştuk. Girişte Makedon halkının yaşadığı zorlukları anlatan tanıtımlar vardı. Sonra Atatürk'ün odasına çıktık. Kitapları, kıyafetleri, eşyaları vardı ve sürekli konuşmaları geçiyordu. girişteki kadına " elveda rumeli'nin çekildiği yere nasıl gidebiliriz?" dedim. Yolun bozuk olduğunu çok zor gidildiğini söyledi. vazgeçmek zorunda kaldık...
Oradan çıkıp büyülendiğimiz Ohrid'e doğru yola çıktık. Plakadan turist olduğunuzu anlayan çakallar trafikte veya kırmızı ışıkta, park ederken size bisikletleriyle yaklaşıp pansiyon isteyip istemediğinizi soruyorlar. Orada da tükçe bir frekans var. kampımıza ground Grasishte'ye yerleştiğimizde artık geç olduğu için göle açılmaya Ohrid tarafını kıyıdan görmeye karar verdik. Botumuzla yol alırken ilerde pansiyon gibi yapıların orada lise çağlarında muhtemelen yöresel dans yapacak olan bir grup genç gördük. O kadar güzellerdi ki biraz cesaret edebilsem gidip konuşacaktım. uzun bir süre onları izledik. Su çok temizdi aşağısı olduğu gibi gözüküyordu. Ohrid incileriyle meşhur bir gölmüş. orada inci de çok ucuzmuş. Birde benekli bir balıkları varmış sadece orada bulunuyormuş. Ohrid balkanların en eski ve en derin gölüymüş.Göle yüzme amaçlı giriliyor zaten. o kampın da yine tuvaleti ve banyosu mevcuttu.
Ertesi gün şehrin merkezine gittik. Kendi memleketiniz gibi hissedebileceğiniz bir şehir ohrid. Safranbolu evlerine benzer evleri var ve altlarında alt geçitler var. daha doğrusu evler yolların üzerinde köprü gibi, arabalar evlerin altından geçiyor. o evlerde nasıl uyuyorlar bilemiyorum. Yine bir ayasofya kilisesiyle karşılaştık. Bir tören olacaktı herhalde çünkü hoş giyimli insanlar papazı bekliyordu: Bizde içeri girmedik.
dik yokuşları aşıp hayran olunacak Joven kaneo kilisesine kavuştuk. Burada bir film çekilmiş sanırım ya da naum kilisesinde oraya gitmedik ama bu iki yerde de film çekilmemesi mümkün değil zaten! küçücük, rengarenk bahçesi olan, göle ve şehre karşı, çok eski, çok tarihi bir kilise.O kilise de en büyülendiğimiz yapılardan biriydi .
Oradan aşağı inip tekrar meydana gittik. Kordonda bir dondurma molası verip kiril alfabesini bulan kişilerin heykellerine yöneldik yani kril ve methodios heykellerine. Bu arada oturduğumuz yerden kalkarken hesap isterken Türk usulü elimizle havada yazı yazar gibi yaptık anlayacaklar mı diye, anladılar!Gölün kenarında da botlarıyla gezen ve şehri tekneleriyle gezdirebileceklerini söyleyen amcalar var. heykellerle de fotoğraf çekilip kampımıza doğru yöneldik.
botumuzla bu sefer kampın tam ters tarafına açıldık. Ben gün batımı fotoğrafları çekecektim ancak güneş o kadar hızlı battı ki yakalayamadım. Bir koya yanaşıp termosumuza koyduğumuz kahve molasını verdik. akşam güzel lazer fotoğrafları çektim. Yıldızlara uzun pozlama yapmak istedim ancak gökyüzünün yıldızsız olması nedeniyle başarılı olamadım.
Ertesi gün Arnavutluğa doğru yola çıktık. sınırdan geçince şehir aşağıda kalıyor ve siz tepeden aşağı iniyorsunuz. düzenli tarlalar karşılıyor sizi ancak makedonya'nın yeşilliği birden kupkuru kalıyor. Önce Elbesan'la karşılaştık. Orada bile güzel heykeller vardı ama çok gelişmemiş bir şehirdi. Oradan Tiran'a geçtik. Arabamızı park ederken bir adam bizimle türkçe konuştu. Kızı ODTÜ'de okuyormuş. Şaşırdık çok. o sırada festival gibi bir şey varmış ve her yerde " I love cameria" yazıyordu. Bende büyük bir yazının önünde i harfinin önünde durdum. Harf yaklaşık benim boyumdaydı ve " I love camera" oldu fotoğrafım.:)
Tiran gezmesi en kolay yerdi. Çünkü her şey bir birine yakındı Ethem paşa camii, iskender bey heykeli, saat kulesi. İskender Bey heykelini görünce ve ismini duyunca sakın bizim tarihimiz sanmayın çünkü heykel osmanlı ve türk karşıtları tarafından diktirilmiş ve iskender bey çoğu müslüman olan arnavutluk halkına rağmen osmanlıya başkaldıran bir hristiyanmış...
Ethem bey camiisinin inşaatı ethem bey tarafından başlatılmış fakat o vefat edince çocukları devam ettirmiş. kapının yanında eşinin ve kendisinin mezarları varmış. caminin tam karşısında opera merkezi var. biz camiide işlerimizi hallederken bir satıcı tezgahını kardeşime bırakıp namaz kılmaya gitti. Gelince de biraz türkçe biraz ingilizce bizimle dertleşti.
Arnavutlukta beton papatya denilen yapılar var. İçlerinde 2 veya grup halinde askerler kalırlarmış. savunma amaçlı yani bu yapılar ve zamanında çok para gitmiş onları yaptırmak için! asla top işlemiyormuş.
Arnavutluktan çıkıp Karadağ'a gidiyoruz. işte kendimi ait hissettiğim bir yer... hem karadeniz kadar yeşil, hem izmir kadar turistik inanılmaz bir ülke. Henüz bağımsızlığını yeni kazanmış. ona rağmen mükemmel bir yer. Üstelik ülkeye girerken gümrük yoktu acaba biz mi kaçırdık, kaçak mıyız acaba diye düşünmeden edemedik. artık akşam olduğu için orada kalmaya karar verdik. Burada kalmak planlanmış bir şey değildi ama hemen bir kamp bulduk. çok eski taş bir evin büyük bir bahçesine 3-4 karavan yerleştirmiş aile. çok küçük bir kamptı anlayacağınız. Çamaşırlarımızı yıkamamıza da izin verdiler ve geceyi orada geçirdik.
Ertesi sabah kotora gittik.
-devamı sonra!-
Bir defterimiz var, koyu mavi kaplı kalın bir ajanda. Gittiğimiz yerlerle ilgili blogları, gezi turlarını önceden inceliyor, Google Earth yardımıyla koordinatları buluyor, onları bizim navigasyonun anlayacağı şekle çeviriyorum. Tatil önceleri yoğunum yani. Şimdiye kadar hiç sorun yaşamadım. Dersem yalan olur. Kurban bayramı tatilinde Türkiye'nin en güzel 10 kampından biri olan Kaya Kamping koordinatlarıyla ilgili hüsrana uğrattı beni ama sabaha karşı balon manzarasıyla aldı gönlümü...
Bu 8 ülke başlığını sanırım 5-6 ay önce yapmalıydım ancak oralarda her gün yazdığım defter, ödünç verdiğim arkadaşımın evine hırsız girmesi sonucu çalındı. Her şeyi de aklımda tutacak değildim ya, kaldığı kadarıyla artık...
Tatilimiz 18 gün kadar sürdü. Çok yorulduk çünkü son güne kadar dinlenmeye hiç vaktimiz olmadı. Karavan bizi yavaşlattığı için gideceğimiz yerler arasını genelde 1 günde aldık. Genelde her yerde euro geçiyor, büyük alışveriş merkezleri dışında. yemek yerken hediyelik eşya alırken zorluk çekilmiyor yani. Ancak paranın üstünü kendi paralarıyla veriyorlar genelde. Böyle bir tatili planlayan çok olduğu için bunları da paylaşmak gerek diye düşünüyorum...
Tam tarihi hatırlayamıyorum ancak bir temmuz sabahı erkenden yola çıktık, İstanbul'a doğru. havanın kararmasına yakın İpsala sınır kapısına geldik. Akşam akşam Yunanistan'a geçmemizin bir yararının olmayacağını düşünüp sınırda konaklamaya karar verdik. Tuvaleti, marketi olan temiz sessiz rahat bir yer. Tır ve kamyon parkı diyebiliriz. Sabahın erken saatinde yeniden yola düştük ve Meriç'in bataklıklarının arasından geçerek bambaşka bir ülkeye giriş yaptık. Kavala'da kalacağımız Natura camping'e doğru ilerledik. Bizi yanmış bir parfüm tırı karşıladı, patlamış da denebilir. Gece geçmememiz için hiç bir engel yokmuş meğer çünkü kampa kadar görülecek bir şey yoktu. Oralara kadar hala bir Türk radyosu çekiyordu. Ancak Yunanistan'a bağlı bir Türk frekansı olduğu konuşmaların her halinden, Türkiye'yle ilgili söylenen her şeyden belliydi...
Sonuç olarak kampa geldik ve bizi " aile apartmanı" diyebileceğim bir kamp karşıladı. İskeçe ve Kavala'da kalanlar yazları genelde o kampta geçirirlermiş. Eskiden çok büyükmüş fakat kriz nedeniyle bizimde şahit olduğumuz 40-50 karavan-çadırlık bir alana düşmüş. Duşu, tuvaleti marketi, kumsalı olan hoş, sakin bir kamptı fakat sinek sayısı epey fazlaydı! Kampa girer girmez kampın sahibinin dışında plakamızı görüp koşan Mürüvet Teyze karşıladı bizi. Bize uzun uzun sarıldı. Kahveye davet etti. O günü orada denizle, dinlenmeyle ve Mürüvet teyzeyle geçirdik. Kamp İskeçe-Kavala- Aleksandrapolis-Gümülcine dörtlüsüne yakındı. Yani buralara gidilip gezilebilir ancak bizim ilçelerimizden farklı değil bu şuna dikkat edilmeli ki 3-4 gibi bütün dükkanlar kapanıyor Yunanistan'da ! alışveriş merkezleri de 9 gibi kapanıyor, üstelik geç açılıyor... Krizi anlayışla karşılamak gerek diye düşünüyorum, bu tembellikle...
Ertesi günü orada mı geçirdik, Selanik'e doğru yola mı çıktık tam hatırlamıyorum. Mürüvet Teyze'ye bunu söylediğimizde " Otobanlar yeni yapıldı, yol kaymak gibi, çok rahat gideceksiniz Selanik'e" dedi. Bizde heveslendik ama otoban dedikleri 2 şeritli yolla karşılaştık ve 18 gün boyunca Türkiye'deki kaymak yollarla bir daha karşılaşmadık.Bir de yol kenarlarında kazalar sonucu vefat edenlerin anısına yapılan kuş yuvası gibi insan boyunda küçük kiliseler var. Tatil yerlerine yakın yerlerde artıyor bu tabi, alkolün etkisiyle... İçlerinde kandiller var ve onlar sürekli yanıyor. Yoldan geçenler oraları temizliyor, mumlar sönmüşse yakıyor. Kiliselerin altlarında bu malzemeleri içeren dolaplar var. Biz de bir tanesini yaktık. Ayrıca kiliselerin içlerinde vefat eden kişilerin fotoğrafları İsa'nın ve Meryem Ana'nın resimleri, sevdikleri eşyalar falan var. Ülkeleri geçtikçe bu kültür başka bir hal aldı.
Selanik'te bir otelin kampına, akti retzika'ya karavanımızı bırakıp merkeze doğru yola çıktık.yolunun bozukluğu ve şehre uzaklığı nedeniyle başka bir kamp bulmanızı tavsiye ederim. Gerçi kamp güzel, sakindi ve interneti vardı.
Şehre gittiğimizde saat 4 buçuktu ve biz aslında her yerin kapandığını orada öğrendik... İlk durağımız Atatürk'ün evi oldu. O ara sokaklarda, hiç bir tabelanın göstermediği araba park edecek yerin bile olmadığı sokaktaydı kitaplarımızdaki pembe boyalı ev. etrafındaki bar tarzı yerlerdeki insanlar sizin Türk olduğunuzu anında anlıyorlar zaten... Sonuç olarak evde tadilat olduğu için giremedik. Konsolosluk hemen evin yanında zaten oradan bilgi alabiliyorsunuz. Gerçi bizim için aşağı bile gelmediler ama yok iyi insanlar olduklarını söyleyenler de var tabi...
Selanik'te ikinci durağımız Beyaz Kule oldu. Osmanlı zamanında çeşitli amaçlarla kullanılan bu kule daha sonra Hristiyanların eline geçmiş ve onlar vaftizi temsil etmek amacıyla beyaza boyamışlar kuleyi. Ancak zamanla kule eski zamanına geri dönmüş, ismi hala Beyaz kule olsada... İzmir kordonunun bir kaç beden küçüğü olan kordonda bulunuyor kule. Bahçesinde insanlar dinleniyorlar.
Meydana çıkmadan önce Ayasofya Kilisesini görmek istiyoruz. Ancak orası da saat 7 ye kadar kapalı. Girişte bizi bir dilenci kadın karşılıyor. Oralı olmadığımızı anlayınca daha bir ilgileniyor bizimle (!). Sonra dilimizi de öğrenip" Allah belanızı versin!" deyip gönderiyor bizi yaşadığımız şaşkınlıkla birlikte...Birde kiliselerde ki sarı bayrak İstanbul patriğine bağlı demekmiş, yani ortodoks demek...
kordondan ilerleyip ara sokaklardan çıkınca trafiğe kapalı büyük bir meydana, Aristo meydanına çıkıyorsunuz. Burada hediyelik eşyalar giyim kuşam her şey bulunuyor. Buraya da Konak diyebiliriz
Gezimizi tamamlayıp carrefourda alışveriş yapıp geri döndük kampımıza. Söylemeyi unutmamam gereken bir şey var ki orada yoğurt kavramını unutun...
Ertesi sabah her şeyimizi kampta bırakıp 500 km uzakta olan Atina'ya doğru yola çıktık. Gece döneriz diye düşünmüştük, döndük ancak çok zor oldu. ya daha erken çıkılmalıymış ya da orada bir gece geçirilmeliymiş. Atina'da ilk durağımız Akropolis oldu. Yunanistan'ın ilk yerleşim yeri. Yine her yer tadilattaydı fakat insanın o yapılara kayran kalmaması imkansız. Şimdiki Atina'yı tepeden izleyen Akropolis'in her yeri heykel! o koca yapıların en üstleri, balkonlar... İnanılır gibi değil hepsi birer mimarlık harikası. Biraz yorucu orayı gezmek ve tam tepeye çıkana kadar çok sıcak. Ancak tam tepede sizi rüzgar ve biraz serinlik karşılıyor. Yanınızda su götürmenize gerek yok çünkü yol kenarlarında çok güzel musluklar var. musluk değil aslında yukardan değil aşağıdan fırlatılıyor su sizde suyun çıkabildiği en uç noktadan suyunuzu içebiliyorsunuz. Oradan rüzgar kulesini de görebiliyorsunuz. Rüzgar kulesinin de her cephesi farklı rüzgarları temsil eden kanatlı insan figürleriyle kaplı. Önünde de roma agorası var. Buradan alınan biletle sanırım bir kaç müze daha gezilebiliyor fakat biz kullanmadık. Biletler biraz pahalıydı kişi başı 12 euro geliyordu sanırım ama değerdi...
Oradan çıkıp büyük güzel bir kiliseye, Mitropoli katedraline gittik. Orası da tabiki tadilattaydı. Ancak içi çok güzeldi. girdiğim kiliselerde en çok beğendiğim diyebilirim. Oradan mum çalarken papaza yakalandım! sadece gülümsedik. Orada beni bir resim çok etkiledi. belki de orayı bu yüzden çok sevdim. Bahçesinde bir piskopos eliyle kiliseyi gösteriyor. Ayrıca Atina ibadete açık cami bulunmayan tek avrupa ülkesi başkentiymiş.
ara sokaklarda yemek yiyecek bir yerler aradık. Bu sırada metroya çıkmışız fark etmeden. Babam orada bir yapının Cami olduğunu söyledi. Baktık benziyordu ve üzerinde tam hatırlamasamda tarihi bir şey olduğu yazıyordu. caddeden yine ara sokaklara geçip yemek yiyecek bir yer bulduk. Tavuk eti istediğimizi söyledik. Bize hoş ancak öyle çok lezzetli olmayan bir yemek getirdi, üstüne 35 euro aldı... Bende ona haritamızı gösterip Sintagma'ya nasıl gideceğimizi sordum. Gösterdiği yolu takip ederken çok hoş bir kilise daha gördük. Sintagma parlamento binalarının olduğu bir meydan. ( Lisede rol aldığım tiyatro burada geçtiği için oraya gitmek istedim en çok) Bütün gösteriler, eylemler orada olurmuş. Eskiden bir çok ülkeden binlerce çeşit çiçek tohumu getirilip buraya ekilmiş. Ancak biz oradayken ortasında çeşme bulunan bir parktan farkı yoktu. Selanik'e geri dönüp ertesi gün artık Makedonya'ya doğru yola çıktık...
Makedonya'da ilk durağımız Bitola(Manastır) oldu. Ara sokaklarda karavanla sıkıştık çünkü tek yönmüş. Türkiye'de olsa " hooop kardeşim kim verdi sana o ehliyeti!" denir sonu cinayetle falan biten kavgalar başlardı ancak orada " Abi burası tek yön.." diyen sakin ve yardımsever kişilerle karşılandık. bizim oradan çıkabilmemiz için trafiği geri çektiler bizim arabayı döndürdüler... Bir kaçı da yarım yamalak Türkçe biliyordu zaten... Sonuçta Atatürk'ün okuluna kavuştuk. Girişte Makedon halkının yaşadığı zorlukları anlatan tanıtımlar vardı. Sonra Atatürk'ün odasına çıktık. Kitapları, kıyafetleri, eşyaları vardı ve sürekli konuşmaları geçiyordu. girişteki kadına " elveda rumeli'nin çekildiği yere nasıl gidebiliriz?" dedim. Yolun bozuk olduğunu çok zor gidildiğini söyledi. vazgeçmek zorunda kaldık...
Oradan çıkıp büyülendiğimiz Ohrid'e doğru yola çıktık. Plakadan turist olduğunuzu anlayan çakallar trafikte veya kırmızı ışıkta, park ederken size bisikletleriyle yaklaşıp pansiyon isteyip istemediğinizi soruyorlar. Orada da tükçe bir frekans var. kampımıza ground Grasishte'ye yerleştiğimizde artık geç olduğu için göle açılmaya Ohrid tarafını kıyıdan görmeye karar verdik. Botumuzla yol alırken ilerde pansiyon gibi yapıların orada lise çağlarında muhtemelen yöresel dans yapacak olan bir grup genç gördük. O kadar güzellerdi ki biraz cesaret edebilsem gidip konuşacaktım. uzun bir süre onları izledik. Su çok temizdi aşağısı olduğu gibi gözüküyordu. Ohrid incileriyle meşhur bir gölmüş. orada inci de çok ucuzmuş. Birde benekli bir balıkları varmış sadece orada bulunuyormuş. Ohrid balkanların en eski ve en derin gölüymüş.Göle yüzme amaçlı giriliyor zaten. o kampın da yine tuvaleti ve banyosu mevcuttu.
Ertesi gün şehrin merkezine gittik. Kendi memleketiniz gibi hissedebileceğiniz bir şehir ohrid. Safranbolu evlerine benzer evleri var ve altlarında alt geçitler var. daha doğrusu evler yolların üzerinde köprü gibi, arabalar evlerin altından geçiyor. o evlerde nasıl uyuyorlar bilemiyorum. Yine bir ayasofya kilisesiyle karşılaştık. Bir tören olacaktı herhalde çünkü hoş giyimli insanlar papazı bekliyordu: Bizde içeri girmedik.
dik yokuşları aşıp hayran olunacak Joven kaneo kilisesine kavuştuk. Burada bir film çekilmiş sanırım ya da naum kilisesinde oraya gitmedik ama bu iki yerde de film çekilmemesi mümkün değil zaten! küçücük, rengarenk bahçesi olan, göle ve şehre karşı, çok eski, çok tarihi bir kilise.O kilise de en büyülendiğimiz yapılardan biriydi .
Oradan aşağı inip tekrar meydana gittik. Kordonda bir dondurma molası verip kiril alfabesini bulan kişilerin heykellerine yöneldik yani kril ve methodios heykellerine. Bu arada oturduğumuz yerden kalkarken hesap isterken Türk usulü elimizle havada yazı yazar gibi yaptık anlayacaklar mı diye, anladılar!Gölün kenarında da botlarıyla gezen ve şehri tekneleriyle gezdirebileceklerini söyleyen amcalar var. heykellerle de fotoğraf çekilip kampımıza doğru yöneldik.
botumuzla bu sefer kampın tam ters tarafına açıldık. Ben gün batımı fotoğrafları çekecektim ancak güneş o kadar hızlı battı ki yakalayamadım. Bir koya yanaşıp termosumuza koyduğumuz kahve molasını verdik. akşam güzel lazer fotoğrafları çektim. Yıldızlara uzun pozlama yapmak istedim ancak gökyüzünün yıldızsız olması nedeniyle başarılı olamadım.
Ertesi gün Arnavutluğa doğru yola çıktık. sınırdan geçince şehir aşağıda kalıyor ve siz tepeden aşağı iniyorsunuz. düzenli tarlalar karşılıyor sizi ancak makedonya'nın yeşilliği birden kupkuru kalıyor. Önce Elbesan'la karşılaştık. Orada bile güzel heykeller vardı ama çok gelişmemiş bir şehirdi. Oradan Tiran'a geçtik. Arabamızı park ederken bir adam bizimle türkçe konuştu. Kızı ODTÜ'de okuyormuş. Şaşırdık çok. o sırada festival gibi bir şey varmış ve her yerde " I love cameria" yazıyordu. Bende büyük bir yazının önünde i harfinin önünde durdum. Harf yaklaşık benim boyumdaydı ve " I love camera" oldu fotoğrafım.:)
Tiran gezmesi en kolay yerdi. Çünkü her şey bir birine yakındı Ethem paşa camii, iskender bey heykeli, saat kulesi. İskender Bey heykelini görünce ve ismini duyunca sakın bizim tarihimiz sanmayın çünkü heykel osmanlı ve türk karşıtları tarafından diktirilmiş ve iskender bey çoğu müslüman olan arnavutluk halkına rağmen osmanlıya başkaldıran bir hristiyanmış...
Ethem bey camiisinin inşaatı ethem bey tarafından başlatılmış fakat o vefat edince çocukları devam ettirmiş. kapının yanında eşinin ve kendisinin mezarları varmış. caminin tam karşısında opera merkezi var. biz camiide işlerimizi hallederken bir satıcı tezgahını kardeşime bırakıp namaz kılmaya gitti. Gelince de biraz türkçe biraz ingilizce bizimle dertleşti.
Arnavutlukta beton papatya denilen yapılar var. İçlerinde 2 veya grup halinde askerler kalırlarmış. savunma amaçlı yani bu yapılar ve zamanında çok para gitmiş onları yaptırmak için! asla top işlemiyormuş.
Arnavutluktan çıkıp Karadağ'a gidiyoruz. işte kendimi ait hissettiğim bir yer... hem karadeniz kadar yeşil, hem izmir kadar turistik inanılmaz bir ülke. Henüz bağımsızlığını yeni kazanmış. ona rağmen mükemmel bir yer. Üstelik ülkeye girerken gümrük yoktu acaba biz mi kaçırdık, kaçak mıyız acaba diye düşünmeden edemedik. artık akşam olduğu için orada kalmaya karar verdik. Burada kalmak planlanmış bir şey değildi ama hemen bir kamp bulduk. çok eski taş bir evin büyük bir bahçesine 3-4 karavan yerleştirmiş aile. çok küçük bir kamptı anlayacağınız. Çamaşırlarımızı yıkamamıza da izin verdiler ve geceyi orada geçirdik.
Ertesi sabah kotora gittik.
-devamı sonra!-
8 Aralık 2012 Cumartesi
Cey and Ceyyaaaa! :)
" Elif bak ben de sana bir yılbaşı şarkısı dinletmek istiyorum." dedi Özlem.
Neyi mi dinletti bana? : CEY AND CEYYAAAA !
Yani : j-i-n-g-l-e bells!!!
Kısacası buldum buldum....
Şimdi defalarca yine Frank Sinatra'dan jingle bells i dinleyeceğim. :)
Neyi mi dinletti bana? : CEY AND CEYYAAAA !
Yani : j-i-n-g-l-e bells!!!
Kısacası buldum buldum....
Şimdi defalarca yine Frank Sinatra'dan jingle bells i dinleyeceğim. :)
6 Aralık 2012 Perşembe
Max Fm
Şu an yarına yetiştirmem gereken bir raporum, çalışmam gereken deneyim ve muhtemel bir quiz heyecanım var ancak ben oturdum max fm için yazıyorum.
Nedenini bilmiyorum ancak hiç bir zaman yabancı şarkılara karşı bir ilgim olmadı, daha doğrusu şu ağır çok vurdulu çaldılı çalgılı şeylere. Başımı ağrıtıyor, elimde değil. Çok sayılıdır sevdiğim.
Ancak bundan 4-5 sene önce şans eseri Max fm e rastladım ve odamdaki radyom genelde bu frekansa ayarlı. Hele yılbaşı yaklaştı mı..
Yılbaşını kutlayan biri değilim. Dedemi kaybettiğim gün olmasının yanısıra zaten bana hep saçma gelirdi. Ama max fm'in yılbaşına 3 hafta kala çaldığı şarkılar kafamda hep şöminenin karşısına oturmuş, kırmızı- lacivert kareli battaniyeye sarılıp sahlep içen birilerini canlandırıyor. Hatta geçen sene bununla ilgili güzel süprizlerim olmamış mıydı?
Bu senenin ilk yılbaşı şarkısını bugün dinledim. Yemek nedeniyle bütün camları buğulanmış bir mutfağın balkona çıkan kapısının önünde çalan radyoda çaldı yeniden... Geçen sene de bir türlü sözlerine odaklanamamış ve şarkıyı bulamamıştım. şöyle dolandı hep dilime " cey and ceyyaaaaa". Bu sefer odaklanacağım söz!
Çok merak edildi mi o şarkılar. Bir kaçını, en sevdiklerimi sıraya sokayım mı sizin için?
1. wham- last christmas : Kesinlikle klibiyle dinlenmeli ve anlama odaklanmalı. İşte bunun müziğinden çok sözlerinden etkilendiğim için buldum belkide:)
2.Andy williams - it's the most wonderful time : Bu şarkıda çok fena dans edesim geliyor; etmedik mi ettik. :)
3. Frank sinatra- santa claus is coming to town: bu da sakinleştirici niyetine :)
4. Andy williams: sleigh ride : tekerlemeye ne dersiniz? Bütün şarkı tekerleme ama en çok surası belki "giddy up giddy up giddy up lets go lets look at the show we're riding in a wonderland of snow.giddy up giddy up giddy up, it's grand just holding your hand we're gliding along with a song of a wintery fairyland"
Nedenini bilmiyorum ancak hiç bir zaman yabancı şarkılara karşı bir ilgim olmadı, daha doğrusu şu ağır çok vurdulu çaldılı çalgılı şeylere. Başımı ağrıtıyor, elimde değil. Çok sayılıdır sevdiğim.
Ancak bundan 4-5 sene önce şans eseri Max fm e rastladım ve odamdaki radyom genelde bu frekansa ayarlı. Hele yılbaşı yaklaştı mı..
Yılbaşını kutlayan biri değilim. Dedemi kaybettiğim gün olmasının yanısıra zaten bana hep saçma gelirdi. Ama max fm'in yılbaşına 3 hafta kala çaldığı şarkılar kafamda hep şöminenin karşısına oturmuş, kırmızı- lacivert kareli battaniyeye sarılıp sahlep içen birilerini canlandırıyor. Hatta geçen sene bununla ilgili güzel süprizlerim olmamış mıydı?
Bu senenin ilk yılbaşı şarkısını bugün dinledim. Yemek nedeniyle bütün camları buğulanmış bir mutfağın balkona çıkan kapısının önünde çalan radyoda çaldı yeniden... Geçen sene de bir türlü sözlerine odaklanamamış ve şarkıyı bulamamıştım. şöyle dolandı hep dilime " cey and ceyyaaaaa". Bu sefer odaklanacağım söz!
Çok merak edildi mi o şarkılar. Bir kaçını, en sevdiklerimi sıraya sokayım mı sizin için?
1. wham- last christmas : Kesinlikle klibiyle dinlenmeli ve anlama odaklanmalı. İşte bunun müziğinden çok sözlerinden etkilendiğim için buldum belkide:)
2.Andy williams - it's the most wonderful time : Bu şarkıda çok fena dans edesim geliyor; etmedik mi ettik. :)
3. Frank sinatra- santa claus is coming to town: bu da sakinleştirici niyetine :)
4. Andy williams: sleigh ride : tekerlemeye ne dersiniz? Bütün şarkı tekerleme ama en çok surası belki "giddy up giddy up giddy up lets go lets look at the show we're riding in a wonderland of snow.giddy up giddy up giddy up, it's grand just holding your hand we're gliding along with a song of a wintery fairyland"
Hatırladıkça devam edeceğim ancak bir de şey var listede:
" CEY AND CEYYAAAAAA"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)