Bir defterimiz var, koyu mavi kaplı kalın bir ajanda. Gittiğimiz yerlerle ilgili blogları, gezi turlarını önceden inceliyor, Google Earth yardımıyla koordinatları buluyor, onları bizim navigasyonun anlayacağı şekle çeviriyorum. Tatil önceleri yoğunum yani. Şimdiye kadar hiç sorun yaşamadım. Dersem yalan olur. Kurban bayramı tatilinde Türkiye'nin en güzel 10 kampından biri olan Kaya Kamping koordinatlarıyla ilgili hüsrana uğrattı beni ama sabaha karşı balon manzarasıyla aldı gönlümü...
Bu 8 ülke başlığını sanırım 5-6 ay önce yapmalıydım ancak oralarda her gün yazdığım defter, ödünç verdiğim arkadaşımın evine hırsız girmesi sonucu çalındı. Her şeyi de aklımda tutacak değildim ya, kaldığı kadarıyla artık...
Tatilimiz 18 gün kadar sürdü. Çok yorulduk çünkü son güne kadar dinlenmeye hiç vaktimiz olmadı. Karavan bizi yavaşlattığı için gideceğimiz yerler arasını genelde 1 günde aldık. Genelde her yerde euro geçiyor, büyük alışveriş merkezleri dışında. yemek yerken hediyelik eşya alırken zorluk çekilmiyor yani. Ancak paranın üstünü kendi paralarıyla veriyorlar genelde. Böyle bir tatili planlayan çok olduğu için bunları da paylaşmak gerek diye düşünüyorum...
Tam tarihi hatırlayamıyorum ancak bir temmuz sabahı erkenden yola çıktık, İstanbul'a doğru. havanın kararmasına yakın İpsala sınır kapısına geldik. Akşam akşam Yunanistan'a geçmemizin bir yararının olmayacağını düşünüp sınırda konaklamaya karar verdik. Tuvaleti, marketi olan temiz sessiz rahat bir yer. Tır ve kamyon parkı diyebiliriz. Sabahın erken saatinde yeniden yola düştük ve Meriç'in bataklıklarının arasından geçerek bambaşka bir ülkeye giriş yaptık. Kavala'da kalacağımız Natura camping'e doğru ilerledik. Bizi yanmış bir parfüm tırı karşıladı, patlamış da denebilir. Gece geçmememiz için hiç bir engel yokmuş meğer çünkü kampa kadar görülecek bir şey yoktu. Oralara kadar hala bir Türk radyosu çekiyordu. Ancak Yunanistan'a bağlı bir Türk frekansı olduğu konuşmaların her halinden, Türkiye'yle ilgili söylenen her şeyden belliydi...
Sonuç olarak kampa geldik ve bizi " aile apartmanı" diyebileceğim bir kamp karşıladı. İskeçe ve Kavala'da kalanlar yazları genelde o kampta geçirirlermiş. Eskiden çok büyükmüş fakat kriz nedeniyle bizimde şahit olduğumuz 40-50 karavan-çadırlık bir alana düşmüş. Duşu, tuvaleti marketi, kumsalı olan hoş, sakin bir kamptı fakat sinek sayısı epey fazlaydı! Kampa girer girmez kampın sahibinin dışında plakamızı görüp koşan Mürüvet Teyze karşıladı bizi. Bize uzun uzun sarıldı. Kahveye davet etti. O günü orada denizle, dinlenmeyle ve Mürüvet teyzeyle geçirdik. Kamp İskeçe-Kavala- Aleksandrapolis-Gümülcine dörtlüsüne yakındı. Yani buralara gidilip gezilebilir ancak bizim ilçelerimizden farklı değil bu şuna dikkat edilmeli ki 3-4 gibi bütün dükkanlar kapanıyor Yunanistan'da ! alışveriş merkezleri de 9 gibi kapanıyor, üstelik geç açılıyor... Krizi anlayışla karşılamak gerek diye düşünüyorum, bu tembellikle...
Ertesi günü orada mı geçirdik, Selanik'e doğru yola mı çıktık tam hatırlamıyorum. Mürüvet Teyze'ye bunu söylediğimizde " Otobanlar yeni yapıldı, yol kaymak gibi, çok rahat gideceksiniz Selanik'e" dedi. Bizde heveslendik ama otoban dedikleri 2 şeritli yolla karşılaştık ve 18 gün boyunca Türkiye'deki kaymak yollarla bir daha karşılaşmadık.Bir de yol kenarlarında kazalar sonucu vefat edenlerin anısına yapılan kuş yuvası gibi insan boyunda küçük kiliseler var. Tatil yerlerine yakın yerlerde artıyor bu tabi, alkolün etkisiyle... İçlerinde kandiller var ve onlar sürekli yanıyor. Yoldan geçenler oraları temizliyor, mumlar sönmüşse yakıyor. Kiliselerin altlarında bu malzemeleri içeren dolaplar var. Biz de bir tanesini yaktık. Ayrıca kiliselerin içlerinde vefat eden kişilerin fotoğrafları İsa'nın ve Meryem Ana'nın resimleri, sevdikleri eşyalar falan var. Ülkeleri geçtikçe bu kültür başka bir hal aldı.
Selanik'te bir otelin kampına, akti retzika'ya karavanımızı bırakıp merkeze doğru yola çıktık.yolunun bozukluğu ve şehre uzaklığı nedeniyle başka bir kamp bulmanızı tavsiye ederim. Gerçi kamp güzel, sakindi ve interneti vardı.
Şehre gittiğimizde saat 4 buçuktu ve biz aslında her yerin kapandığını orada öğrendik... İlk durağımız Atatürk'ün evi oldu. O ara sokaklarda, hiç bir tabelanın göstermediği araba park edecek yerin bile olmadığı sokaktaydı kitaplarımızdaki pembe boyalı ev. etrafındaki bar tarzı yerlerdeki insanlar sizin Türk olduğunuzu anında anlıyorlar zaten... Sonuç olarak evde tadilat olduğu için giremedik. Konsolosluk hemen evin yanında zaten oradan bilgi alabiliyorsunuz. Gerçi bizim için aşağı bile gelmediler ama yok iyi insanlar olduklarını söyleyenler de var tabi...
Selanik'te ikinci durağımız Beyaz Kule oldu. Osmanlı zamanında çeşitli amaçlarla kullanılan bu kule daha sonra Hristiyanların eline geçmiş ve onlar vaftizi temsil etmek amacıyla beyaza boyamışlar kuleyi. Ancak zamanla kule eski zamanına geri dönmüş, ismi hala Beyaz kule olsada... İzmir kordonunun bir kaç beden küçüğü olan kordonda bulunuyor kule. Bahçesinde insanlar dinleniyorlar.
Meydana çıkmadan önce Ayasofya Kilisesini görmek istiyoruz. Ancak orası da saat 7 ye kadar kapalı. Girişte bizi bir dilenci kadın karşılıyor. Oralı olmadığımızı anlayınca daha bir ilgileniyor bizimle (!). Sonra dilimizi de öğrenip" Allah belanızı versin!" deyip gönderiyor bizi yaşadığımız şaşkınlıkla birlikte...Birde kiliselerde ki sarı bayrak İstanbul patriğine bağlı demekmiş, yani ortodoks demek...
kordondan ilerleyip ara sokaklardan çıkınca trafiğe kapalı büyük bir meydana, Aristo meydanına çıkıyorsunuz. Burada hediyelik eşyalar giyim kuşam her şey bulunuyor. Buraya da Konak diyebiliriz
Gezimizi tamamlayıp carrefourda alışveriş yapıp geri döndük kampımıza. Söylemeyi unutmamam gereken bir şey var ki orada yoğurt kavramını unutun...
Ertesi sabah her şeyimizi kampta bırakıp 500 km uzakta olan Atina'ya doğru yola çıktık. Gece döneriz diye düşünmüştük, döndük ancak çok zor oldu. ya daha erken çıkılmalıymış ya da orada bir gece geçirilmeliymiş. Atina'da ilk durağımız Akropolis oldu. Yunanistan'ın ilk yerleşim yeri. Yine her yer tadilattaydı fakat insanın o yapılara kayran kalmaması imkansız. Şimdiki Atina'yı tepeden izleyen Akropolis'in her yeri heykel! o koca yapıların en üstleri, balkonlar... İnanılır gibi değil hepsi birer mimarlık harikası. Biraz yorucu orayı gezmek ve tam tepeye çıkana kadar çok sıcak. Ancak tam tepede sizi rüzgar ve biraz serinlik karşılıyor. Yanınızda su götürmenize gerek yok çünkü yol kenarlarında çok güzel musluklar var. musluk değil aslında yukardan değil aşağıdan fırlatılıyor su sizde suyun çıkabildiği en uç noktadan suyunuzu içebiliyorsunuz. Oradan rüzgar kulesini de görebiliyorsunuz. Rüzgar kulesinin de her cephesi farklı rüzgarları temsil eden kanatlı insan figürleriyle kaplı. Önünde de roma agorası var. Buradan alınan biletle sanırım bir kaç müze daha gezilebiliyor fakat biz kullanmadık. Biletler biraz pahalıydı kişi başı 12 euro geliyordu sanırım ama değerdi...
Oradan çıkıp büyük güzel bir kiliseye, Mitropoli katedraline gittik. Orası da tabiki tadilattaydı. Ancak içi çok güzeldi. girdiğim kiliselerde en çok beğendiğim diyebilirim. Oradan mum çalarken papaza yakalandım! sadece gülümsedik. Orada beni bir resim çok etkiledi. belki de orayı bu yüzden çok sevdim. Bahçesinde bir piskopos eliyle kiliseyi gösteriyor. Ayrıca Atina ibadete açık cami bulunmayan tek avrupa ülkesi başkentiymiş.
ara sokaklarda yemek yiyecek bir yerler aradık. Bu sırada metroya çıkmışız fark etmeden. Babam orada bir yapının Cami olduğunu söyledi. Baktık benziyordu ve üzerinde tam hatırlamasamda tarihi bir şey olduğu yazıyordu. caddeden yine ara sokaklara geçip yemek yiyecek bir yer bulduk. Tavuk eti istediğimizi söyledik. Bize hoş ancak öyle çok lezzetli olmayan bir yemek getirdi, üstüne 35 euro aldı... Bende ona haritamızı gösterip Sintagma'ya nasıl gideceğimizi sordum. Gösterdiği yolu takip ederken çok hoş bir kilise daha gördük. Sintagma parlamento binalarının olduğu bir meydan. ( Lisede rol aldığım tiyatro burada geçtiği için oraya gitmek istedim en çok) Bütün gösteriler, eylemler orada olurmuş. Eskiden bir çok ülkeden binlerce çeşit çiçek tohumu getirilip buraya ekilmiş. Ancak biz oradayken ortasında çeşme bulunan bir parktan farkı yoktu. Selanik'e geri dönüp ertesi gün artık Makedonya'ya doğru yola çıktık...
Makedonya'da ilk durağımız Bitola(Manastır) oldu. Ara sokaklarda karavanla sıkıştık çünkü tek yönmüş. Türkiye'de olsa " hooop kardeşim kim verdi sana o ehliyeti!" denir sonu cinayetle falan biten kavgalar başlardı ancak orada " Abi burası tek yön.." diyen sakin ve yardımsever kişilerle karşılandık. bizim oradan çıkabilmemiz için trafiği geri çektiler bizim arabayı döndürdüler... Bir kaçı da yarım yamalak Türkçe biliyordu zaten... Sonuçta Atatürk'ün okuluna kavuştuk. Girişte Makedon halkının yaşadığı zorlukları anlatan tanıtımlar vardı. Sonra Atatürk'ün odasına çıktık. Kitapları, kıyafetleri, eşyaları vardı ve sürekli konuşmaları geçiyordu. girişteki kadına " elveda rumeli'nin çekildiği yere nasıl gidebiliriz?" dedim. Yolun bozuk olduğunu çok zor gidildiğini söyledi. vazgeçmek zorunda kaldık...
Oradan çıkıp büyülendiğimiz Ohrid'e doğru yola çıktık. Plakadan turist olduğunuzu anlayan çakallar trafikte veya kırmızı ışıkta, park ederken size bisikletleriyle yaklaşıp pansiyon isteyip istemediğinizi soruyorlar. Orada da tükçe bir frekans var. kampımıza ground Grasishte'ye yerleştiğimizde artık geç olduğu için göle açılmaya Ohrid tarafını kıyıdan görmeye karar verdik. Botumuzla yol alırken ilerde pansiyon gibi yapıların orada lise çağlarında muhtemelen yöresel dans yapacak olan bir grup genç gördük. O kadar güzellerdi ki biraz cesaret edebilsem gidip konuşacaktım. uzun bir süre onları izledik. Su çok temizdi aşağısı olduğu gibi gözüküyordu. Ohrid incileriyle meşhur bir gölmüş. orada inci de çok ucuzmuş. Birde benekli bir balıkları varmış sadece orada bulunuyormuş. Ohrid balkanların en eski ve en derin gölüymüş.Göle yüzme amaçlı giriliyor zaten. o kampın da yine tuvaleti ve banyosu mevcuttu.
Ertesi gün şehrin merkezine gittik. Kendi memleketiniz gibi hissedebileceğiniz bir şehir ohrid. Safranbolu evlerine benzer evleri var ve altlarında alt geçitler var. daha doğrusu evler yolların üzerinde köprü gibi, arabalar evlerin altından geçiyor. o evlerde nasıl uyuyorlar bilemiyorum. Yine bir ayasofya kilisesiyle karşılaştık. Bir tören olacaktı herhalde çünkü hoş giyimli insanlar papazı bekliyordu: Bizde içeri girmedik.
dik yokuşları aşıp hayran olunacak Joven kaneo kilisesine kavuştuk. Burada bir film çekilmiş sanırım ya da naum kilisesinde oraya gitmedik ama bu iki yerde de film çekilmemesi mümkün değil zaten! küçücük, rengarenk bahçesi olan, göle ve şehre karşı, çok eski, çok tarihi bir kilise.O kilise de en büyülendiğimiz yapılardan biriydi .
Oradan aşağı inip tekrar meydana gittik. Kordonda bir dondurma molası verip kiril alfabesini bulan kişilerin heykellerine yöneldik yani kril ve methodios heykellerine. Bu arada oturduğumuz yerden kalkarken hesap isterken Türk usulü elimizle havada yazı yazar gibi yaptık anlayacaklar mı diye, anladılar!Gölün kenarında da botlarıyla gezen ve şehri tekneleriyle gezdirebileceklerini söyleyen amcalar var. heykellerle de fotoğraf çekilip kampımıza doğru yöneldik.
botumuzla bu sefer kampın tam ters tarafına açıldık. Ben gün batımı fotoğrafları çekecektim ancak güneş o kadar hızlı battı ki yakalayamadım. Bir koya yanaşıp termosumuza koyduğumuz kahve molasını verdik. akşam güzel lazer fotoğrafları çektim. Yıldızlara uzun pozlama yapmak istedim ancak gökyüzünün yıldızsız olması nedeniyle başarılı olamadım.
Ertesi gün Arnavutluğa doğru yola çıktık. sınırdan geçince şehir aşağıda kalıyor ve siz tepeden aşağı iniyorsunuz. düzenli tarlalar karşılıyor sizi ancak makedonya'nın yeşilliği birden kupkuru kalıyor. Önce Elbesan'la karşılaştık. Orada bile güzel heykeller vardı ama çok gelişmemiş bir şehirdi. Oradan Tiran'a geçtik. Arabamızı park ederken bir adam bizimle türkçe konuştu. Kızı ODTÜ'de okuyormuş. Şaşırdık çok. o sırada festival gibi bir şey varmış ve her yerde " I love cameria" yazıyordu. Bende büyük bir yazının önünde i harfinin önünde durdum. Harf yaklaşık benim boyumdaydı ve " I love camera" oldu fotoğrafım.:)
Tiran gezmesi en kolay yerdi. Çünkü her şey bir birine yakındı Ethem paşa camii, iskender bey heykeli, saat kulesi. İskender Bey heykelini görünce ve ismini duyunca sakın bizim tarihimiz sanmayın çünkü heykel osmanlı ve türk karşıtları tarafından diktirilmiş ve iskender bey çoğu müslüman olan arnavutluk halkına rağmen osmanlıya başkaldıran bir hristiyanmış...
Ethem bey camiisinin inşaatı ethem bey tarafından başlatılmış fakat o vefat edince çocukları devam ettirmiş. kapının yanında eşinin ve kendisinin mezarları varmış. caminin tam karşısında opera merkezi var. biz camiide işlerimizi hallederken bir satıcı tezgahını kardeşime bırakıp namaz kılmaya gitti. Gelince de biraz türkçe biraz ingilizce bizimle dertleşti.
Arnavutlukta beton papatya denilen yapılar var. İçlerinde 2 veya grup halinde askerler kalırlarmış. savunma amaçlı yani bu yapılar ve zamanında çok para gitmiş onları yaptırmak için! asla top işlemiyormuş.
Arnavutluktan çıkıp Karadağ'a gidiyoruz. işte kendimi ait hissettiğim bir yer... hem karadeniz kadar yeşil, hem izmir kadar turistik inanılmaz bir ülke. Henüz bağımsızlığını yeni kazanmış. ona rağmen mükemmel bir yer. Üstelik ülkeye girerken gümrük yoktu acaba biz mi kaçırdık, kaçak mıyız acaba diye düşünmeden edemedik. artık akşam olduğu için orada kalmaya karar verdik. Burada kalmak planlanmış bir şey değildi ama hemen bir kamp bulduk. çok eski taş bir evin büyük bir bahçesine 3-4 karavan yerleştirmiş aile. çok küçük bir kamptı anlayacağınız. Çamaşırlarımızı yıkamamıza da izin verdiler ve geceyi orada geçirdik.
Ertesi sabah kotora gittik.
-devamı sonra!-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder