24 Mart 2015 Salı

Bir muharririn hatıratı

Bir Muharririn Hatıratı

İstanbul'un (o "Istanbul" demeyi ve yazmayı tercih ederdi.) ara sokaklarından dolaşıp Galatasaray Lisesi'nin ve Çırağan Sarayı'nın arkalarındaki gölgeli, surlu yoldan Ortaköy kumpircilerine kadar yürüdü. Kumpir yiyecek parası yoktu ama defterlerine yazacağı ve içinde zaten paralara hiç gerek olmayan öyküleri vardı. Bugün buralar sakindi. En uçtaki, denizin en yakınındaki kumpirciye oturdu. Bir çay söyledi kendine, garsonun küçümseyen gözlerine hiç aldırmayıp.

Fakirdi. Ama Veli'nin dediği gibi boyuna da fakirlik lafı edilmezdi ya. Gözü de toktu bir kere ve de yükseklerde olmamıştı hiç. Defterlerine yazdığı Ali, Veli, Ayşe veya Fatma Istanbul'un sokaklarında gezip gerçek bir kumpir yedi mi kendi doymuş gibi olurdu. Kendini bildi bileli sıcak su görmeyen vücudu Kız Verda'nın ( Bir gün gittiği kerhanede oraların meşhur Veda'sını ararken "Kadın Veda nerede?" demişti de bunu duyan Veda basmıştı kahkahayı, "Oğlum sana şurada kadınlığı öğretecek değilim. Ben hala kızım alimallah." demişti. Ne demek istediğini daha soramadan kapının önünde bulmuştu kendini. Bizimkini oraya gönderen mahalle çocukları da ona "biz buna bu, şuna da  şu deriz ama bazıları da vardır ki doğuştan Allah vergisi." demiş ve onunla hep dalga geçmişlerdi. Bizimki de bu ayrımdan hep nefret etmiş ve hikayelerinde bu ayrımı yazıp mahallesindekileri ve daha nicelerini küçümsemişti. Hatta bir keresinde kendine "adam" diyen erkekler için bir kelime uydurmaya çalışmış, sonra da canı sıkılmıştı.) gönderdiği adamların arkasından sıcak su dolu küvette dinlenmesi sanki ona bile iyi gelirdi. Sokak aralarında kaybolanlara değil, ana caddelerdeki bol ışıklı ve pahalı avizeli pastanelere götürürdü kağıt üzerindeki sevgililerini. Hatta bir keresinde (güya) sevgilisi ne yiyeceğine karar verememişti de pastanede ne kadar tatlı varsa hepsini masaya getirmişti. Kız kıkır gülerken bizimkinin omuzları da gökyüzüne yerleşmişti. Sonra bir gün onu çocuk yaşta bırakıp giden babasını bulmuş ve onu yalnız bıraktığı için ne kadar zor bir hayata mahkum kaldığını anlatmıştı. O askerdeyken ölen annesine de upuzun bir mektup yazmıştı ve ilk defa fakirliğinden yakınmıştı.

Garson çayını getirince bir orkestra şefi edasında önce kollarını uzattı ve koyu gri, bayramlık ceketinin kollarında dirsek izi kalmasın diye kumaşı biraz geri çekti sırtıyla. Kalemini eline aldı ve suya karışan altın balıklardan başlayıp Istanbul'unu yine yazdı.

Yeni doğan oğlunu ve minik kızlarını kan davalılarının olduğu Antep'ten kaçırıp baklavaların en hasını yapmaya gelen babayı yazdı bu sefer. Baba, henüz lokantaların ve pastanelerin bu kadar yaygın olmadığı devirde bu baklava dükkanını iyi akıl etmişti ve Antep'te kalsa yüzlerce ustanın yanında kazanamayacağı paraları bu elin topraklarında kazanmıştı. Antep'i özlüyor, karısnın yaptığı enfes yemekler sayesinde memleketin taşıyla, suyuyla, kokusuyla, tadıyla hasret gideriyordu. Oğlan büyüdüğünde bizimki Kız Verda ile bunları aşık etmeyi düşündü de sonra varını yoğunu oğluna adayan babaya üzülüverdi. Verda  bunların tüm parasını sömürürdü maazallah, Aşıkları da bela olurdu bunlara kesin. Pastanelere götürdüğü hayali sevgililerinden birini pek yakıştırdı oğlana en sonunda. Telli duvaklı, bol baklavalı bir düğün bile yaptılar, Istanbul'da 20 yılda kazandıkları yeni dostlarıyla.

İlk doğan torunla yeni baba olan bu oğlan artık dede olmuş baklavacıya yıllık un almaya un haline giderken torun arabanın altında kalınca canını kaybeden oğlan balıklara aldanıp pis sulara gömülüp gitti.

İşte aniden dedelikten ve babalıktan azad edilen baklavacı usta da  bunca yıl Istanbul'un başını boşuna beklemişti.

"Kader yazılmışsa silmek olmaz" diye not düştü bizim yazar-ı maderzat*.
"Istanbul sen benim fakirliğimi yine de sil de."

*Şair-i maderzattan dönüştürülmüştür.

1 yorum:

  1. Kuzum cok guzel olmus bu kadar mi peki? Devam ettirilse daha da guzel olur.

    YanıtlaSil