21 Aralık 2021 Salı

 

"Bu bir uçurtmanın kaçışı."


Geldiğin için teşekkür ederim. "onu çağırın" derken geleceğini, beni bir tek senin kurtaracağını biliyordum. Bomboş geçmiş uzun yıllara, bomboş gelecek uzun yıllara rağmen. Tek isteğimle buralara kadar, benim için, sebebini dahi sormadan gelsen de seni bir daha görmeyeceğimi biliyorum.


Beni neden hiç sormadın? Mahkeme koridorlarında olanları sana anlatabilirdim, öyle demiştin; neye ihtiyacın olursa. Evlerimin yollarında olanları, değişen kalbimi, artık insanlara daha farklı baktığımı. Bu, sen suları bir çubukla bulandırmadan önceydi, midemi bulandırmadan önce. O konuşmayı neden yaptın? Bana "uç" dediğin kanatlarımı kırmak için mi?


Seni tekrar görmeyeceğime eminim. O konuşmadan sonra. Bir kitapta yazıyordu "aşkımızın ipini çektiğim o gün." senin de yılların ipini çektiğin o gün. Bütün her şeyin, bisikletimin, parkların, parfüm kokularının, sırların, ilaçların, balkona atılan çiçeklerin ipini çektiğin. "son görüşmemizdeki gibi iyi hatırlayalım." demişsin yıllar önce. Bunun üzerine 10 kere dertleşmişiz, 2 kere çok zor günlerimize koşmuşuz. 5 kere bu son demişiz, 2 kere aynı arabada bulunmuşuz, 5 kere kafede oturmuşuz, 3 telefon araması yapmışız ve en son çirkin bir konuşmayla noktayı koymuşsun. Bütün yıllara, kanatlarıma güç verip kafesimi açan o konuşma; azat etmişsin beni.


Bu seni son görüşüm. Sen eskisi gibi, bir kez daha beni kurtardın. Ellerin eskisinden büyük. Sakalların hala çok az. Seni son gördüğümdeki yaraların iyileşmiş. 17 damla kan mıydı? Söylediklerin gerçek miydi? Dostluğun yalan mıydı? O şarkı bana mıydı? Seni unutmak mecburiyetindeyim.


Şimdi ayrılıyoruz. Bu hayatta, hayatımın geri kalanında bana seni hatırlatacak çok yol, çok fotoğraf, çok kitap, çok anı ve çok rüya var. İçimde, seni her hatırladığımda kalbime batan kırıklar. Başka hiçbir zor anımda seni çağırmayacağıma yemin ederim. Bu naif bir veda. Geçmiş 20 yıl için teşekkür ederim. Bu yolun sonunda, şu yol ayrımında, seni özleye özleye gitmek mecburiyetindeyim.


Önerilen Şarkı: MFÖ-Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?

30 Eylül 2021 Perşembe

 "Seninle bir kutuda iki kol düğmesi olamadık ha Tekin?"


Dokunduğumda kırılacağından korktuğum kuru bir yaprak gibi taşıdığım, hatırlamaya, üzerine düşünmeye, gördüğümü sandığımdan başka ayrıntılar hatırlarım diye korkup sadece kapıdan bakıp çıktığım bir rüya, belki de gerçek. Ben sadece kendi hislerimi hatırlıyorum.

1 geceliğine çıkacağım tatil, varacağım yol; hayatımda ilk defa kendimi ait hissedeceğimi bilerek, bunu gerçekten içimden her an sayıklayarak, ertesi gün asıl ait olmadığımı bildiğim yere yine dönecek olmanın kırılgan korkusunu hissedişim ve 30 yıl sonra her nasıl olduysa bu sefer o tatilde reddedilmeyeceğimden emin olmam, hasretle beklendiğimi ve yine oraya ait olma hissiyle karşılanacağımı bilmem; bunlar kalbimi (eğer bir rüyaysa, bu rüyada) nasıl bu kadar yordu? 

"İşte buymuş beklediğim, aradığım ve bulamadığım" denecek. Bunu bilerek...

Bütün bu bilgilerin ve duyguların bende yarattığı his, "asıl şimdi buralar benim olacak" cevabı ile geçtiğim ve aştığım sokaklar, büyülü evler, yollar, şehirler, ülkeler, kıtalar, gökyüzleri, uzay boşlukları, yıldız yolları, gezegenler... Başım dik, göğsüm kabarık, dudaklarımda aynada hiç görmediğim bir başarı gülüşü. 1 gecelik zafer, iyi ki geldinler. Kesin rüya olmalı.

Eve girince saçlarım dökülmesin diye bir tokayla bağlıyorum. Artık uzun değil. Olsun.

Balkonlarından beyaz perdelerin yağ gibi içerilere aktığı o ev değişmiş. Arka odadaki küçük televizyon atılmış. Artık odada ekran, CD çalar, radyo yok. O bunu düşündüğümü anlayıp (o kadar emin ki televizyonu düşündüğümden) "Onu atarken aklıma sen geldin." diyor. Ben de (o kadar eminim ki televizyonu kastettiğinden) sadece gülümsüyorum. Sarı koltuk da gitmiş. Ama yastıkları duruyor. Onları yatağının üzerine koymuş. Yatağını hatırlayamıyorum, Karyolası, örtüsü değişmiş mi, emin değilim. 

Sonra birlikte yürüyoruz. Pencerelerden bir zamanlar sokaklara baktığım o evden yeni çıkmışız. Saçımdaki tokayı çıkarmışım. Aslında bir rüya olsaydı, şaşkın olurdum diye düşünüyorum. Onunla yan yana bir rüyada yürüsem, her an uyanacakmışım gibi ona bir şeyler anlatmaya çalışırdım. Demek ki rüyada değilim diye düşünüyorum. Ama bu gerçekleşmesi o kadar imkansız bir an ki, hayır, hayır kesin bir rüya olmalı diye düşünüyorum. Her gün gördüğüm, her gün düşünüp doyduğum rüyalardan olmalı.

Sokağı ezbere biliyorum. Ekmek almak için evden her çıkışımda yollarımı uzatıp uzatıp 5 kez geçtiğim bu sokağı unutmam mümkün değil. O, bazen odasının altında onun sesini dinlediğimi biliyor mu? Bunu soruyorum ona. Biliyormuş. Daha doğrusu, aynı şeyi o da yapmış ve benim de yaptığımdan adı gibi eminmiş. Şaşırmamış şimdi bunu duyduğuna. O, böyle söylüyor. Yok, yok bir rüya olmalı bu.

Ben ona, ona ulaşmayı çok istediğim bazı anlardan bahsediyorum. Anlatacak ne kadar çok şeyim varmış. Bir rüyaysa eğer, sığdırmak istiyorum hepsini. Hepsini bilsin. İsterse kötü düşünsün, pek umursamıyorum. Düşersem düşeyim, 1 gün için, değmez mi?

Ona, o anlardan bahsettiğimde, "buna inandın mı?" diyerek önüne geçiyorum. Sanki yanında değil de karşısında durduğumda onu daha çok ikna edeceğim, daha çabuk affettireceğim. Neyi? Neyi mi? Bu, şimdi anladığım bir şey ve bunu ondan başkasına anlatamam. Bunu ondan başkası da anlayamaz.

Bütün anlattıklarımı gülümseyerek dinliyor. Bunları duymaktan mutlu, bütün anlattıklarımı bildiğini söylüyor. Peki neden hiç ama hiç gelmemiş, neden hiç uzanmamış uzattığım ellerime? Bunu söylemiyor. Yol bitiyor, benim anlatacağım şeyler hala var. Eğer rüyaysa, rüya bu yolun sonunda biter. Biz geri dönüyoruz. Aynı yolu. Rüya bitmiyor ya da bu bir rüya değil.

Anlatmaya devam ediyorum. Mesela çok yağmurun yağdığı, araba sürdüğüm ama çok ağladığım o yolu, "gerçekten kendime hakim olamadım, gözyaşım hiç durmadı."yı, mesela o doğum günümde boğazıma düğümlenen düğümleri, kucağıma ilk aldığım çiçeği, İstanbul'a tek başıma gittiğim o soğuk günü, evimde ilk yaptığım yemeği, yenidoğmuş oğluma sarıldığımda başım omzuna değince nasıl hıçkırarak ağladığımı, onu sevmeyenleri, bunun beni nasıl üzdüğünü, daha bir sürü şeyi anlatıyorum ona. Dinliyor, bir rüya olmalı.

Yol uzuyor, saatler bitiyor. Rüzgar esiyor, o ceketine sarılıyor. Ben yağmurluğuma saklanıyorum. Saçlarım yüzümü kaplıyor bazen. Bir ara bir şeyler yiyoruz. Yemek yediğimiz yer sarı ışıklı. Ben onu izlemekten pek yiyemiyorum. Bu özlediğim bir şeymiş. Bu duyguyu çok, çok iyi hatırlıyorum. Gün yeniden bitiyor. Gece orada kalmayacağım. Asıl ait olmadığım yere dönmem  gerekiyor. Beni yoluma bırakıyor. Bırakırken elini saçıma dokunduruyor. İlk defa. "İşte buymuş beklediğim, aradığım ve bulamadığım" diyor. "Oh be" diyor hatta öncesinde. "Oh be, işte buymuş beklediğim, aradığım ve bulamadığım."

Aklıma o çok ama çok sevdiğim replik geliyor:

"Beni hayal ettiğini hayal etmeye cesaret edemiyordum." 

" Ah, Alexander, buna bir inanabilsem, haykırışımda yok olurdum."

Ben yine bocalıyorum. Bir rüya kadar güzel, gerçek olamayacak kadar güzel. Ama her şey o kadar gerçek ki?

Yoluma dönüyorum. Bir rüya gibiydi. Ona bu kadar çok şeyi anlatmışken, beni artık mutsuz sanabilir mi? ya da çok mutlu sanabilir mi? burada aklıma yine çok sevdiğim o  film geliyor. "Kesin biz de böyle bir şeyler konuşmuşuzdur ömrümüzün bir yerinde." diye düşünüyorum.

- Yarın ne kadar sürer diye sormuştum Anna, hatırladın mı?

- Sonsuzluk ve bir gün kadar.

- Duyamadım?

- Sonsuzluk ve bir gün kadar...

-----

“Minik sürgün kuş ve de mutsuz,

Yabancı topraklar mutludur varlığından.

Ama ben güçten düştüm senin yüzünden,

Minik çiçeğimi sana uzatayım derken.

Sana elma gönderiyorum, çürüyor.

Sana ayva gönderiyorum, kararıyor.

Salkım salkım beyaz üzüm, yollara saçılmış;

Birinin içinde gözyaşımı yollamıştım sana”


Sonsuzluk ve Bir Gün'e....



2 Haziran 2021 Çarşamba

 

"Peki ama; herkesin, şimdi beni budala olarak gördüğünün farkındaysam nasıl bir budala olabilirim?"*


Bu hatırladığım, şu kadarlık ömrümde defalarca yürüdüğüm, koştuğum, indiğim, çıktığım, düştüğüm yokuştan aşağıya iniyorum. Bu, hızlı bir iniş. bir film şeridi geçer gibi. Evlerin önünde yavaşlıyorum. Hatıralarımın önünde yavaşlıyorum. Bu güzel bir hayat, ne güzel bir hayat, bu mu? Olsun, böyle olsun.

İlk ev, doğduğum ev benim; annem, babam, kardeşim ve ben, biz olduğumuz, şimdi hatırladığımda aile olduğumuzu burnuma kadar hissettiğim o ev. Burada ilk defa bir deprem görmüştüm. 2. deprem, bir kış günüydü, gerçek bir deprem miydi? Kardeşimle aynı odamız, bisikletimiz, başka kimseler yokken yalnız biz ve başbaşa büyüyüşümüz. Aslında beraber büyüyen 4 kişiydik bu evde. Kendi içine dönüp duran ip yumağı gibi. Güçlü bir bağ. Derine indikleri zaman sorunsuz çocukluklarıyla dil uzatanların, ama hayır bu haddi kendinde bulanların bana bir darbeyle aslında ders verdikleri, benim dönüp sarıldığım, içime soktuğum, kalbimin en güzel köşesinde gizlediğim ve artık hiçbir zaman, asla hiç bir kimseye açmayacağımı ders edindiğim bir kutu benim çocukluğum ve bu ev. 

İkinci evim, küçük pencereli, benim yıllarca nefretle ve kalbim ağrıyarak hatırladığım ama büyüdükçe anladığım, çok sevdiğim, kendime dönüp kalbimde sakladığım bu ev. İçinde ilk anılarım, önünde erik ve akasya, yanında dut ağacı var; buradan, şimdi baktığımda da kalbindeki o balkon çıkıntısında tanıdıkları görmek için tünediğim o siyahlık. Şimdi yalnız rüyalarımda görüyorum. O sarı kareli çekyat, arka odadaki küçük televizyon, bir pasta, mumlar, uzun ve yere dökülmüş saçlarım, yanlış arayan bir numara, görünmeyen bir numara, bir pazar sabahı perdeden sızan bir şarkı, arasında çiçekler kuruttuğum defterler, konuşmayan telefonlar, koştuğum kapılar, yanmayan apartman lambası, serin yaz sabahları, kalabalık odalar, kalbimde inanılmaz heyecanlarla daldığım uykular, şimdi düşündüğümde ne çok korkuları göğüsleyip indiğim bodrum katı. Bu evim, defalarca önünden geçtiğim, yolun hep sağ tarafında ve yıllarca yollarımın, otobüslerimin, taksilerimin, bisikletlerimin bile inadına önünden geçtiği anı dolu o büyülü ev. 

Üçüncü evim, önceki evin o yaslı kokusundan kaçtığım ama ne kaçtığım ev. Gözlerim kararmış, duvarları bambaşka, benim duvarlarım bambaşka. Balkonunda ne çiçek, bahçesinde ne ağaç. Sırf uzun ama çok uzun kaldım diye hala hatırlıyorum bu evi. Üzerinde çok düşündüm, başka bir açıklamam yok. Çok kişiyle paylaştım o evi, ben istemedim, onlar istedi. Sonra ev bölündü, burası senin, burası benim; ben güzelimler; burası onun, burası başka birinin, tamam burası da senin. Böyle bakınca acıtıyor mu? Acıtmıştı da. Buna direnmek, direnmem, aşmam bence asla göz ardı edilemez, tapılası bir çaba. Derken kaçtım evden. Onlar aldı, ben çıktım. Şimdi ne yıllar, ne kalanlar, ne gidenler, hiçbirinin önemi yok. İşte burada anladım, sarı çekyatlı evin ne güzel ev olduğunu.

Dördüncü evim. Kendimi bildiğim, bir ölüyü 4 yıl taşıdığım; uzun, ağır, kablolar bağlı tüplerin koridorlarda oradan oraya taşındığı, sidik kokulu, bazen bağırmaların kapıları aştığı o ev. 4 yıl. O ilk evdeki yumağın, iğnelenmiş bir keçe gibi daha çok iç içe girdiğini çok sonradan anladım. Bu evde en çok bir karanlığı hatırlıyorum, içerideki odada ölü gibi yatan 3 kişiden 1'inin yalancı olduğunu, hepsinin oyun olduğunu düşündüğüm ve gelip şimdi beni kesip parçalayacağını sandığım bir gece. Bunları yazarken odanın kokusu burnumda. Tam 3 ölü. Sonra 2.nin de yalancı olduğunu düşündüğüm, yatağımdan bakınca bir yumru gibi yatağında sallanan o adam, ölmedi. 3. kucağımda öldü. Ben tüm ölüleri ve kalan dirileri bırakıp beşinci ve son evime gittim. Giderken yaşayan kalbimin yarısını orada bıraktım. Bunu ve olanları kim inkar edebilir? Bu evden çıktığım ve gittiğim bazı uzun koridorlar, başka insanların kavgaları, leş ağızları. O koridorlar hala bu eve çıkıyor. Bunu kim inkar edebilir? Nasıl unutabilirsiniz bunu?

Beşinci evim, tüm evlerin yorgunluğunu sırtımda taşıdığım, kitaplarımın açılmamak üzere kapandığı, defterlerimin kaybolduğu, filmlerin silindiği, şarkıların bittiği, konuşmayı unuttuğum, kulaklarımın sağır olmasını istediğim o ev. Sabahlara kadar "bu evde ne işim var" diye içimi yediğim ama asla kaçamağım, uzun süre aşamadığım bazı sesler; bu sesler dışarı sızdı. Ben de sustum. Bu evin içinde 4 kere taşındım. Son taşındığımda aralarda saklananlar, sevdiğim şeyler ortaya çıktı. Yeniden ben oldum, sonra yarım yanım tam oldu. Onu anladım, ona tutundum, şimdi onun da beni anlamasını bekliyorum.  Bu evde anne oldum. Mavi gözlü bir bebeğim oldu. Anneliğim ve benliğim arasında çok bocaladım, sesim yeniden gitti. Bütün bu içimde dönüp duran şeyler benim mutsuz ve hasta olduğum anlamına gelir mi? Güldüğüm, yalnız onunla güldüğüm, tüm yorgunluklarımı onunla unuttuğum için, gelmez. Bu tanımların üzerini çizdim. Sonra eski evleri sildim. Bu, haksızlık olmaz mı? Bu yokuştan bu yüzden iniyorum, bir daha düşmemek üzere. İşte bu evde iğnelenmiş keçe yumağı ucundan bir yavru verdi, ben o yumaktan yeni bir yumak oluşturdum. Yüzümü bu eve döndüm. Çünkü bu evde ne yediğim yemek sorun, ne kot pantolonum, ne ince sesim, ne yanlış kesilmiş saçlarım, ne giydiğim bir gömlek, ne hala düzelmemiş karnım, ne havlularım, ne sığındığım köşeler, ne yatağım, ne sevdiğim şarkılar. Ben, ben olduğum için ev bu ev.



*Budala-Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Önerilen şarkı: Barış Diri-Derinden

Barış Diri-Yine Gönlüm Karardı

17 Ocak 2021 Pazar


"Anlatamadığım bir şey yüzünden kimseyi suçlayamam. İçimdeki düzenle ilgiliydi huzursuzluğum. Dışımdaki düzenle ilgisi yok."*

Eve çok hızlı gelmiştik. Koştura koştura, çünkü hava kararmıştı. Pazara çok geç kalmış olmamız, bulunmaz bir ipi aramaya karar vermiş olmamız, bizi biraz koşturtmuştu. 

Annem, bu koşuda gençlik halindeydi, halamlar da öyle. Cumartesi pazarının yeri ise eski yerinde değildi. Bu yüzden pazara giderken minik şelaleli parktan geçmedik. Hem ben üç kadının aksine şimdiki halimdeydim ve minik şelalenin arkasına geçip parkı izlemeyecek, akan suyun görünmeyen su zerreleriyle ıslanmayacaktım.

Yeni cumartesi pazarı,  upuzun dapdar bir sokaktaydı. Pazarın meyve-sebze bölümü sokağın sonunda doğru bitiyordu, hem bizim eskiden beri burayla pek işimiz olmazdı. Bu bölüm, babaannemle babamın işiydi. Bizi daha çok şimdi sokağın en sonunda, tek boyutlu bir tarak gibi 7-8 mini sokağa ayrılmış sosyete pazarı ilgilendiriyordu. Girişte ve tarağın tam ortasına denk gelen sokakta gümüşçüler vardı. Bu gelişimde, yıllar önce ATO'dan aldığım, çok sevdiğim ama hiç takamadığım mini yeşil küpelerimi gördüm. Tam şaşkınlıkla ellerimi uzatacaktım ki geç kaldığımız için çekiştirilerek uzaklaştırıldım. Hemen yan sokakta kadın kıyafetlerinin olduğu bölüm, biraz kafamı karıştırdı çünkü uzun zaman önce en yakın arkadaşımla ikimizde de aynısı olsun diye aldığımız bluzu gördüm. Pastel tonlarda çiçekli dantelden olan kumaşını çok severdim. Birkaç yıl sonra bu tül bluzu da çamaşır suyuna koyup sırf değişiklik olsun diye rengini açmak istedim. Ancak bluzun dokusu değişti ve 2 beden genişledi. Bu yüzden tezgahta görünce onu elime aldım ve yeniden satın alabileceğimi düşündüm. Ama arkadaşım artık burada değildi ve elimdekinin bir anlamı yoktu.

Annemin ve halalarımın seslenişiyle tarağa devam ettim. Hava kararmak üzereydi. Sakarya caddesindeki balıkçıların önündeki gibi bir ışık, hava, ıslaklık vardı. Bunu düşünen tek ben miyim? İzmir'de bu havanın tadını çıkarmaya çalışırken tarağın tam ortasındaki gümüşçülere geri dönüp, öbür tarafa geçip sabahtan beri aradığımız, hiçbir yerde bulamadığımız ipi aramak adına ipçilerin sokağına giriyoruz. Sonunda krem renkli, pamuklu, tok ipi hızlıca kapıp pazardan çıkıyoruz. Ben bunca saattir çok özel dükkanlara bile sorup bulamadığımız ipi bir böyle bir yerde bulmuş olmamıza şaşırıyorum. Demek böyle bir şey diyorum. 

Eve dönerken alışkanlıkla yolumuzu minik şelaleli parka bağlıyoruz. Buraya gelmeyeli  çok uzun zaman olmuş diye düşünüyorum. Öyle ki eskiden gözüme kocaman gözüken parkın o kadar da büyük olmadığını fark ediyorum. Annem ve halamlar parkın girişinin solunda yer alan çay bahçesinde bir beyaz masaya oturup çay söylüyorlar. Ben de minik şelaleye bakarken eski bir öykümü hatırlıyorum. Kıyıdan çok ama çok uzak bir konumda, güzel mi güzel bir denizin ortasında yer alan bir kayalık, üzerinde bazen biten birkaç parça ot, bazen dinlenen birkaç kuş, es kaza konuveren börtü böcek, çok nadir de olsa üzerinden geçen küçük balıklar, bazen sis zerreleriyle yaşıyor. Deniz kendi hayatını yaşarken dalgasıyla, tuzuyla, rüzgarıyla kayayı aşındırıp, bazen küçük küçük parçalayıp, üzerindeki kuşu, arıyı, böceği kaçırıp tuzuyla da kayacığı yakıyor. Kaya, özellikle yaz aylarında denizin suyuyla serinlemekten hoşlansa da dalgalarla boğuşmaktan, tuzdan, kuşu, böceği düşünmekten yoruluyor. Denize ne söylesin; bazen "deniz ne yapsın, yapısı bu" diye düşünse de parçalana parçalana yok oluyor.

Sonra öykü çok romantik geliyor. Artık böyle biri değilim diye düşünüyorum. Bu sırada çaylar bitiyor, eve doğru yol alıyoruz. Dönüş yolunda Dündar Amca'nın bakkalının olduğu ana cadde 4 sokağa ayrılıyor. Hepimiz kendi sokaklarımıza gidiyoruz. İp kimde kalıyor, bilmiyorum.

Ben, eski bir apartmanın en üst katında oturuyorum. Evimiz küçük. Akşam sözleştiğimiz gibi, arkadaşlar bize gelmiş. Öyle ayrımız gayrımız yok, Arslan ben yokken onları karşılıyor. Ben eve girdiğimde kimi küçük balkonumda sigara içiyor, dikkat etseler de rüzgar kokuyu koridora getirmiş, ellerimi yıkarken bile kokuyu duyuyorum. Salonun kapısından hoşgeldinizler, hoşbulduklar, aman rahatsız olmayınlar. Herkes kot pantolon giymiş. Arslan'ın üzerinde krem rengi bir tişört. Beni görünce sanki gözleri parlıyor. Bunu görmem uzun zaman almış. Çünkü böyledir. Bu odadakilerin kimi evlidir, eşlerinin huyları, suları vardır. Ama sanki Arslan yoktur, kot pantolonu pantolon değildir, tişörtü tişört değildir. Bunu fark etmem uzun zaman aldı. Hayır, o vardır. Kot pantolonu kot pantolondur ve tişörtü tişörttür. Onun gülen gözlerine öpücük atıp mutfağa gidiyorum. Arkamdan güldüğünü biliyorum. 

Salonda oturanlardan birkaçı yanıma geliyor. Yardım edecekler. Onlar yemeklerin altını yakarken ben balkon kapısının hemen dibindeki vitrinden tabak çıkarıyorum. Bunun için kapıyı kapatmam gerekiyor. Tabakları ve örtüyü masaya koyup yan odadan gelen minik seslere yöneliyorum. Oğlum uyanmış, ensesi terlemiş. Arslan da peşimden geliyor. İkimize sarılıyor. Bu hep böyle. Hava çok sıcak. Sigara kokusu buraya gelmemiş. Oğlum içerideki sesleri duyunca dikkat kesiliyor. Parmağıyla kapıyı gösteriyor. Bunu yapabildiğini içeridekiler biliyor mu?

Demir odadan çıkınca herkesi bir gülme sarıyor. Oğlum, böyle, her bebek böyle, onun olduğu her yer neşeleniyor. Mutfaktakiler ellerini silip salona geliyor. Ben oğlumu bırakıp mutfağa geri gidiyorum. Oğlum benim hassas noktam, o benim parçam. Bir ömür. Bunu bilmek başta bana ağır gelse de bunu daha iyi anlıyorum. Onun yok sayıldığı bir dünyaya tahammülüm yok. 

Yemekler ısınınca masaya oturuyoruz. Gülüşlerle yemekler yeniyor. Çaylar içiliyor. Bunlar sahte mi? Sanmam. Dönemin getirdiği bir yoğunluk. Bunu herkes yaşıyor, herkesin tattığı bir dönem. Koşturmaca. Arslan ve ben. Oğlum. 

Saat geç olsa da kimse kalkmak istemiyor. Hava sıcak. Tekrar çay demliyoruz, mısır patlatıyoruz. Ben oğlumu uyutup hemen yan odadaki beşiğine koyuyorum. Kot pantolonların izin verdiğince daha rahat oturuyoruz. Sanki misafirlik şimdi bitmiş gibi. Dinginim, buyum. Çünkü bu böyledir. 


*Oğuz Atay-Tutunamayanlar
Şarkı önerisi: Ezginin günlüğü-Dut ağacı