Gazi üniversitesinin seyahat orkestrası mükemmel bir gösteri sundu bu akşam. Gösterinin güzelliğinden bahsetmeyeceğim, bambaşka bir şeyden bahsedeceğim ben...
"Elif." dedi sunucu. Her türküden önce türkünün hikayesini anlatıyordu. Ben bir yerlere dalmıştım ve o bana seslenince birden ona baktım.
" Elif dedi Hasan : Ne olursa olsun seni unutmayacak ve seveceğim. Eğer buradan kurtulursak bana söz vermeni istiyorum. Yüzünde açılan yaranın aynisini sende açacaksın yüzümde hemde keskin bir bıçakla. Çünkü ben sevdigimi seni koruyamadım." Elifin yüzünde açılan yara onun güzelliğini söndürmüştü artik. Ama hasanın elife olan sevdası hiç bitmedi. Askerliğini yaptıktan sonra evlendiler ve her seferinde hasanın hatırlatmalarına rağmen. Elif verdiği sözü bir türlü yerine getiremiyordu. Taki evliliklerinin ikinci yılında hasan kanser hastalığına yakalanana kadar. Saçları dökülmüş acılar içinde yasayan hasan ölümü hissetmiş gibiydi o gün. Ve gelevere deresi elifin çığlıkları içinde hasanın yüzünün kesilmesine sahitlik yapıyordu ve akıntısının değdiği her tastan ninni sesi gibi bir türkü duyuyordu sadece duyabilenler.
Ve sıradaki türkü gelevera deresi. Seslendiren Gaye!"
Türküyü duyar duymaz ağlamaya başladım. Ben daha 18 yaşımda takvim yapraklarına yazmamış mıydım bu türküyü, ve defalarca günlüklerime, ben rüyalarımda bağırarak söylemedimi bu türküyü ve defalarca defalarca.... İlk ara verildiğinde kulise gittim ve Gaye'ye teşekkür ettim.
Gelevera deresinde Elif'in geçmesi... Yıkıldım...
Şimdi sizi türküyle baş başa bırakıyorum
Öykünün aslını okumak için tıklayın...
Burada uçan kuşlar ve ölüme dair bir şeyler var. Kimya Mühendisi, Redaktör (Fotoğraflar bana aittir. İzinsiz ve atıfsız kullanılamaz.)
28 Nisan 2013 Pazar
Gözlük
GÖZLÜK
-Dedeciğim, gözlüğünü
alabilir miyim?
-Hayır! Sana kaç kere
söyleyeceğim; gözlerini bozacaksın.
O sigarasını içmek için balkona çıkar çıkmaz ben de
parmak uçlarımı kullanmaya dikkat ederek evin öbür tarafındaki odaya koşardım.
Kapıyı sıkıca kapatır, o gelirken sesini duyayım diye televizyonun sesini iyice
kısar, onun büyük numaralı gözlüklerini takar ve her gidişimde ananemin bana
aldığı mini etekleri uçurarak kendi etrafımda dönerdim. Kendimi eğlenceme o
kadar kaptırırdım ki bütün önlemlerime rağmen onun geldiğini bir türlü fark
edemezdim. O kapıyı açtığında dakikalardır kendi etrafımda dönmenin verdiği baş
dönmesiyle kendimi onun kollarına bırakırdım. Beni sarıp sarmalar ve
gözlerimden öperdi. Böyle yaptığında gözlerimin bozulmayacağına inanırdım. O
benim için ilahtı.
15 yaşımdaydım. Dedem, ananem ve dayım İzmir’den; küçük
teyzem ve ailesi Eskişehir’den; büyük teyzem ve ailesi de bize yarım saatlik
mesafede olan evlerinden bize gelmişlerdi. Doğduğumdan beri ilk defa hep
beraberdik. Ben sürekli yeni aldığım cep telefonuyla fotoğraflarımızı
çekiyordum. Oradayken fark etmediğim ama fotoğraflardan görüp anladığım bir şey
vardı herkeste, bir gariplik. Uzun, upuzun boylu dayımın omuzları sanki biraz
daha çöküktü. Teyzelerim ve annem sık sık bizim mutfağa gidiyor, kapıyı kapatıp
uzunca konuşuyorlardı.
O gün sessizlikle geçip gittiğinde ertesi gün erkenden
uyanmıştım. Dedemi biraz güldürmek istemiş, kapının önündeki ayakkabılıktan
gözlüklerini almıştım. Yüzümü yüzüne yaklaştıracak onu nefesimle uyandıracaktım.
O da beni görünce kahkahayı basacaktı. Gece yattığı salonun kapısını açmıştım
ama bütün yataklar toplanmış ve yerlerine yerleştirilmişti. Hemen mutfağa
yönelmiştim. Evin bütün bayanları oradaydı. Dedemin nerede olduğunu sordum.
Kimse cevap vermedi. Açıkçası o an çok önemsememiştim bunu.
Akşam
dedem geldiğinde ben hala farkında değildim olan bitenlerin. Yemekten
kalktığımızda ben masadakileri salona götürürken dedem gülüşleriyle koluma
girmiş ve beni odama götürmüştü.
Önce
gözlüğünü verdi. O zamanlar tek tasasının güzel gözlerim olduğundan ama artık
daha önemli hastalıkların varlığını bildiğinden bahsetti. Anlamını bilmediğim
ve keşke öğrenmeseydim dediğim tıbbi terimleri anlattı.
Dedemin
son aylarda artan öksürüğü ve ananemi geceleri uyutmayan hırıltısı yüzünden
dayım onu İzmir’de bir hastaneye götürmüş. Doktor bunun basit veya daha vahim
bir durum olabileceğini söyleyip onları hastanenin patoloji bölümüne
yönlendirmiş. Orada dedeme bilgisayar tomografisi, manyetik rezonans
görüntülemesi gibi çok sayıda testler yapılmış. Sonuçlar bir konsey tarafından
yorumlanmış ve sıradan bir şeyden bahsedermiş gibi onun akciğer kanseri
olduğunu söylenmiş.
Bütün
bunları bana nasıl anlattığını algılayamıyordum. Hangi evrede olduğunu, bundan
sonra bizleri nelerin beklediğini duymak bile istemedim. Sadece ona sarıldım.
O, çaktırmadan ellerimi ceplerine götürdü. Bir sevgilinin, kız arkadaşına
cebindeki tek taşı ima edişi gibi bana cebindeki renkli şekerli leblebileri
gösterdi. Çığlık atıp hepsini avuçlarıma doldurdum. Leblebilerin sayısı ertesi
gün kullanmaya başladığı ilaçların sayısından az değildi.
O
hastaneye yatarken ona cep telefonumu verdim. Kaldığı katta onun gibi yaşlı
insanlar vardı. Onu orada kanseriyle baş başa bırakmak ölüm gibiydi. Başka
çaremiz yoktu.
Araştırmalarıma
göre akciğer kanserine yakalanan hastalar, erken teşhis konmamışsa üç sene
içinde son evreye ulaşıyorlarmış. Kemoterapi bu süreci uzatan bir tedaviymiş
ancak hastayı hem yoruyor hem de fiziksel zararlar veriyormuş. Nitekim dedemin
kanserini öğrendiğim günden 6 ay sonra kemoterapi de kanser gibi bizim ailenin
bir ferdi olmuştu.
O
yazı onunla İzmir’de geçirdik. Normal hastaların 3 sene dayanabildiği o
hastalığa dedem 6 ayda pes etmiş gibiydi. Saçları dökülmüştü ancak o zamanlar
meşhur olan bir futbolcunun saçlarına benzemişti. Bende ananeme göz kırpıp ona
laf atıyordum. O ise sadece gülebiliyordu. O iri yarı adam küçücük kalmıştı.
Eskiden beni kollarına alan adam tedavi sonrası benim kollarımda uyuyordu.
Bense bazı zamanlar nefesimi tutup üzerine örttüğüm çarşafın hareketlerini
izliyordum. Birkaç saniye geç oynayan çarşaf yüreğimi ağzıma getiriyordu. O
zamanlar tüm olanlara isyan etmek, çığlık atmak istiyordum. Olmayacağını bile
bile hep olması için beklediğim şeyler, aslında birer birer avuçlarımdan yere
düşüyordu. Kırık seslerini duyup duymamazlıktan geliyordum çünkü benim umudum
vardı.
O
yazın her gününü ertesi gün öleceğini bile bile geçirdik. Kışa doğru kanser
etkisini kaybetmişçesine göçüp gitmişti hayatımızdan. Hatta araba bile
kullanmıştı dedem. Mola verdikleri benzinlikten çıkarken ters yöne gitmiş
olması bizi çok güldürmüştü. Tasasız geçirdiğimiz kışın arkasından gelen yaz,
evimize kanserin yerine bambaşka bir aile ferdi hediye etmişti. Dayım evlenmiş
ve dedemin kalbini oğlundan olacak bir torunun heyecanı sarmıştı. Düğün heyecanı
ona öyle iyi gelmişti ki onu görseniz yeni damat sanırdınız.
2006
yılında kurban bayramı ve yılbaşı aynı güne denk gelmişti. İzmir’e gittiğimde
eve girmem mümkün değildi. Çok ağır, çok kötü kokuyordu bütün odalar. Sürekli
kapıları ve camları açıyordum. Dedemin yanında yapıyordum bunu üstelik!
Akciğerlerinin kuruduğundan, iltihaplandığından, bütün kokunun ondan
geldiğinden haberim bile yoktu. Benim tek bildiğim yılbaşı akşamı ilk yemeğimi
ve ilk salatamı yaptığım dedeme ilk pastamı yapacaktım. Ben çarşıdan
alışverişimi yaparken dayım onu berbere götürmüş, ananemde berber dönüşü onu
duşa sokmuştu. O ise hastalık hayatı boyunca ilk defa yaptığı bir şeyi unutup “
beni duşa sokun” demişti.
Dayımın
telefonuyla apar topar eve döndüm. Babam dedemin üstüne çıkmış onun kulağına
bir şeyler fısıldıyordu. Dedem sessizce “hastane, hastane” diye tekrarlıyordu.
Onu
en son dayımın sırtında, merdivenlerden inerken gördüm.
Bana
kimse onun öldüğünü söylemedi. Ben o gece saat 4 de bağrışlardan anladım bunu.
Ertesi gün selası verildikten sonra dolup taşan evin önüne kondu ayakkabıları. Ceketinin
cebinden gözlüklerini aldım önce. Sonra şapkasına sarıldım.
Evin
kokusu da çoktan gitmişti.
Benim hikayem tam
burada başlamıştı, onun hikayesinin bittiği yerde.
13 Nisan 2013 Cumartesi
masal
"bir- masal - anlatmak - istiyorum.
Sana"
Böyle fısıldadı kelebek kulağıma. Bunun benim muhteşem zihnimin bana bıraktığı bir hayal ürünü olduğunu biliyordum. Saate baktım. Saat öğleden sonra 1 i gösteriyordu. O çok sevdiğim sokağa girdim. Ankara'nın ortasında olmama rağmen tabelada "hayal ürünü- BEYOĞLU" yazıyordu. tabelayı geçince yeni açmış erik ağaçları vardı. Birbirlerine uzaklıkları yoktu, büyüyen dalları değiyordu her birinin birbirine. Bembeyaz sokakta yürüyordum. Bugün kendime yalnızlığımı hediye etmiştim. Her adımımda kulağıma yeni bir masal değiyordu.
Adımlarımı " hayal ürünü-BEYOĞLU" sokağından kurtardığımda hastane sokağına girdiğimi fark etmiştim. Her gün ziyaret ettiğim bu sokağa bugün izin vermiştim, kendime daha doğrusu. Çünkü onu görmek beni yoruyordu.
Bir süredir onun kanseriyle savaşıyorduk. Kaldığı hastane aynı "hayal ürünü-BEYOĞLU" sokağı gibi bembeyaz bir hastaneydi. Odalar, yatak çarşafları, yerler, demir yatak başları ve içeri giren ışık. Oraya girdiğinizde kendinizi cennette zannederdiniz. Ona aşık olan doktorlar ve hemşireler de ona aynen bir cenneti yaşatıyorlardı. Hatta sırf onu görmek için bilerek kanseri geçirmediklerini düşündüğüm bile oldu.
Onun odası hastanenin en büyük odasıydı. Büyük cam-duvarın hemen önünde beyaz yatağı, 3 adım sonra beyaz masası, masanın yanında 2 kapılı girişi ve odanın diğer ucunda büyük dolabı vardı. Ona bu odayı ona aşık olan bir doktoru ayarlamıştı. Ben o kadını çok kıskanmıştım.
Onu o halde görmek, aşık olduğum adamı yani... Anlarsınız hani... Fazlasıyla zor. Her gün okul çıkışlarımda onu ziyarete gidiyorum. ruhum yorulduğu zaman biraz ara veriyorum ve bu sefer o yoruluyor, düşünmekten. Bu kötülüğü ona yapamıyorum. Ölür diye çok korkuyorum...
" Bir masal anlatıyorum.
sana"
Kelebeğe uyuyorum, beyaz koridora giriyorum. Koridorun sonunda onun odası var. 2 kapılı girişi açık. Hemen önünde hemşireyle konuşuyor gülerek. Gülüşünü görüyorum ama beni görünce daha çok gülüyor. Hemşire odadan çıkınca kucağına atlıyorum. Benim ağırlığımla bir kaç adım geri gidiyor ve ben bacaklarımı onun beline doluyorum. Onca hastalığa rağmen nasıl bu kadar güçlü olduğunu düşünüp ona göz kırpıyorum. Elinde günlük değerlerinin yazdığı ve az önce hemşirenin doldurduğu kağıtlar duruyor. İlk sayfasına, kimlik bildilerinin yazdığı yere bakıyorum. "Medeni durumu"nun yazdığı bölmeye bakıyorum. karalayıp " evli" yazdığım yeri kontrol edip kağıtları yatağına fırlatıyorum. Bana bunun için çapkın bir bakış atıyor. Beni kapıya yaklaştırıyor ve ben de ayağımla kapıyı iyice kapatıyorum.
Sonra, ölümü dizlerimde yazdı...
Kelebek güzel bir masal izliyor.
Sana"
Böyle fısıldadı kelebek kulağıma. Bunun benim muhteşem zihnimin bana bıraktığı bir hayal ürünü olduğunu biliyordum. Saate baktım. Saat öğleden sonra 1 i gösteriyordu. O çok sevdiğim sokağa girdim. Ankara'nın ortasında olmama rağmen tabelada "hayal ürünü- BEYOĞLU" yazıyordu. tabelayı geçince yeni açmış erik ağaçları vardı. Birbirlerine uzaklıkları yoktu, büyüyen dalları değiyordu her birinin birbirine. Bembeyaz sokakta yürüyordum. Bugün kendime yalnızlığımı hediye etmiştim. Her adımımda kulağıma yeni bir masal değiyordu.
Adımlarımı " hayal ürünü-BEYOĞLU" sokağından kurtardığımda hastane sokağına girdiğimi fark etmiştim. Her gün ziyaret ettiğim bu sokağa bugün izin vermiştim, kendime daha doğrusu. Çünkü onu görmek beni yoruyordu.
Bir süredir onun kanseriyle savaşıyorduk. Kaldığı hastane aynı "hayal ürünü-BEYOĞLU" sokağı gibi bembeyaz bir hastaneydi. Odalar, yatak çarşafları, yerler, demir yatak başları ve içeri giren ışık. Oraya girdiğinizde kendinizi cennette zannederdiniz. Ona aşık olan doktorlar ve hemşireler de ona aynen bir cenneti yaşatıyorlardı. Hatta sırf onu görmek için bilerek kanseri geçirmediklerini düşündüğüm bile oldu.
Onun odası hastanenin en büyük odasıydı. Büyük cam-duvarın hemen önünde beyaz yatağı, 3 adım sonra beyaz masası, masanın yanında 2 kapılı girişi ve odanın diğer ucunda büyük dolabı vardı. Ona bu odayı ona aşık olan bir doktoru ayarlamıştı. Ben o kadını çok kıskanmıştım.
Onu o halde görmek, aşık olduğum adamı yani... Anlarsınız hani... Fazlasıyla zor. Her gün okul çıkışlarımda onu ziyarete gidiyorum. ruhum yorulduğu zaman biraz ara veriyorum ve bu sefer o yoruluyor, düşünmekten. Bu kötülüğü ona yapamıyorum. Ölür diye çok korkuyorum...
" Bir masal anlatıyorum.
sana"
Kelebeğe uyuyorum, beyaz koridora giriyorum. Koridorun sonunda onun odası var. 2 kapılı girişi açık. Hemen önünde hemşireyle konuşuyor gülerek. Gülüşünü görüyorum ama beni görünce daha çok gülüyor. Hemşire odadan çıkınca kucağına atlıyorum. Benim ağırlığımla bir kaç adım geri gidiyor ve ben bacaklarımı onun beline doluyorum. Onca hastalığa rağmen nasıl bu kadar güçlü olduğunu düşünüp ona göz kırpıyorum. Elinde günlük değerlerinin yazdığı ve az önce hemşirenin doldurduğu kağıtlar duruyor. İlk sayfasına, kimlik bildilerinin yazdığı yere bakıyorum. "Medeni durumu"nun yazdığı bölmeye bakıyorum. karalayıp " evli" yazdığım yeri kontrol edip kağıtları yatağına fırlatıyorum. Bana bunun için çapkın bir bakış atıyor. Beni kapıya yaklaştırıyor ve ben de ayağımla kapıyı iyice kapatıyorum.
Sonra, ölümü dizlerimde yazdı...
Kelebek güzel bir masal izliyor.
9 Nisan 2013 Salı
Ko(r)ku
Sen havada yalnız kar kokusu var sanırsın,
Sevgileri ve korkuları yok sayarsın
ama ince bir porselenden yapılmış gülüşüm;
bir damlaya bakar kırılması.
Bir gözyaşı; yeter açıkçası...
A.K'ya...
Sevgileri ve korkuları yok sayarsın
ama ince bir porselenden yapılmış gülüşüm;
bir damlaya bakar kırılması.
Bir gözyaşı; yeter açıkçası...
A.K'ya...
8 Nisan 2013 Pazartesi
Çocukluğu sakla...
Bilmediğim bir numaranın aradığı telefonumu kapatır kapatmaz verilen adrese koştum. Henüz evime dönmemiştim ve gereken yere çok yakındım. Yerler henüz dinmiş yağmurdan dolayı ıslaktı. Akşamın bu geç saatinde, sokak lambasının ışığı su damlalarıyla birlikte kırılıyor ve gözüme yanıltıcı ve yorucu ışık oyunları yapıyordu. Yolumda ilerlerken o tanımadığım sesin bana yalan söylemiş olmasını diledim ama onu gerçekten anlatıldığı halde görünce her şeyin gerçek olduğunu anladım.
Ne bağırıyordu, ne ağlıyordu acısından. Başı vücudunun yanına düşmüştü, yanağına yatıyordu yani. Başta ne olduğunu anlayamamış ve onu kaldırmak istemiştim ama yaklaşınca sırtının en yukarısının ve boynunun en altının birleşme yerinde yaklaşık 5 cm luzunluğunda, avucum kadar parçalanmış et ve 1-2 disk omur gördüm. Parçalanan ve delinen sırtından oluk oluk kan akıyordu. Ona hissettiğim acıma duygusuyla, ağrıyı hissetmemesi için uyumasını istedim. Zaten o da uyumak üzereydi... Bunun onun sonu olacağını cümle alem biliyordu, üşürdü çünkü. Daha önce duymadığım o ses benim başıma dikilmişti:
" Biz onu ayakta tutacak bir konuşma yapamadık. Siz en yakını olmalısınız."
Onu konuşturmamalıydım. Bu kazanın ne olduğunu bana daha sonra anlatabilirdi. Peki onu nasıl uykusundan kaçıracaktım?
" Çocukluğumuzu hatırlıyor musun? Yeşil bir bisikletimiz vardı. suyumuzu ve bisküvilerimizi alıp evin karşısına pikniğe giderdik seninle. Evin içinde pek ciddiye alınmadığın için o an o kadar mutlu olurdun ki, bir evin reisi sanardın kendini."
Gözlerini bana dikmişti artık, boynunu asla oynatmadan. Ben de fazla zorlanmasın diye ıslak ve kanlı yere, onun yanına uzanmıştım.
"hatırlarsın ya, şu mutfakta olanları hiç unutmuyorum. 'boşanmak ne demek anne?' diye sormuştun. Ben o sorundan biraz önce söylenenlere değil de senin söylediklerine ağlamıştım en çok. Oysa ben de o soruyu tamamen bilecek yaşta değildim. Biz seninle o gün büyüdük."
"Sonra ne zaman böyle olduk seninle, iki yabancı gibi hani? Hislerimizi neden gizledik gözyaşımızı da mutluluklarımızı da. Doğum günlerimizi neden hatırlamaz olduk ve neden bağırdık birbirimize en küçük şeylerde bile? "
Yüzünde hiç hareket yoktu. Ben anlattıkça gülümsemiyordu, ağlıyordu daha çok. Gözlerini kırpmadı desem yeriydi.
Gözleri!
Ellerindeki soğukluğu, kan kaybı sanmıştım! uyutmamıştım oysa onu! topu topu 5 dakikaydı hepsi! Kimsenin bir insanın bile geçmediği o kaza-sokağında ambulans gelene kadar yolun tam ortasında geçen bu konuşma sadece 5 dakikaydı!
Bunun 3 dakikası bir gözü kırpmamak için çok uzun bir süre değil mi!
öyleymiş...
Ona son sözlerimi duyup duymadığından bile haberim yok oysa....
Bir şarkım bile var...
Ne bağırıyordu, ne ağlıyordu acısından. Başı vücudunun yanına düşmüştü, yanağına yatıyordu yani. Başta ne olduğunu anlayamamış ve onu kaldırmak istemiştim ama yaklaşınca sırtının en yukarısının ve boynunun en altının birleşme yerinde yaklaşık 5 cm luzunluğunda, avucum kadar parçalanmış et ve 1-2 disk omur gördüm. Parçalanan ve delinen sırtından oluk oluk kan akıyordu. Ona hissettiğim acıma duygusuyla, ağrıyı hissetmemesi için uyumasını istedim. Zaten o da uyumak üzereydi... Bunun onun sonu olacağını cümle alem biliyordu, üşürdü çünkü. Daha önce duymadığım o ses benim başıma dikilmişti:
" Biz onu ayakta tutacak bir konuşma yapamadık. Siz en yakını olmalısınız."
Onu konuşturmamalıydım. Bu kazanın ne olduğunu bana daha sonra anlatabilirdi. Peki onu nasıl uykusundan kaçıracaktım?
" Çocukluğumuzu hatırlıyor musun? Yeşil bir bisikletimiz vardı. suyumuzu ve bisküvilerimizi alıp evin karşısına pikniğe giderdik seninle. Evin içinde pek ciddiye alınmadığın için o an o kadar mutlu olurdun ki, bir evin reisi sanardın kendini."
Gözlerini bana dikmişti artık, boynunu asla oynatmadan. Ben de fazla zorlanmasın diye ıslak ve kanlı yere, onun yanına uzanmıştım.
"hatırlarsın ya, şu mutfakta olanları hiç unutmuyorum. 'boşanmak ne demek anne?' diye sormuştun. Ben o sorundan biraz önce söylenenlere değil de senin söylediklerine ağlamıştım en çok. Oysa ben de o soruyu tamamen bilecek yaşta değildim. Biz seninle o gün büyüdük."
"Sonra ne zaman böyle olduk seninle, iki yabancı gibi hani? Hislerimizi neden gizledik gözyaşımızı da mutluluklarımızı da. Doğum günlerimizi neden hatırlamaz olduk ve neden bağırdık birbirimize en küçük şeylerde bile? "
Yüzünde hiç hareket yoktu. Ben anlattıkça gülümsemiyordu, ağlıyordu daha çok. Gözlerini kırpmadı desem yeriydi.
Gözleri!
Ellerindeki soğukluğu, kan kaybı sanmıştım! uyutmamıştım oysa onu! topu topu 5 dakikaydı hepsi! Kimsenin bir insanın bile geçmediği o kaza-sokağında ambulans gelene kadar yolun tam ortasında geçen bu konuşma sadece 5 dakikaydı!
Bunun 3 dakikası bir gözü kırpmamak için çok uzun bir süre değil mi!
öyleymiş...
Ona son sözlerimi duyup duymadığından bile haberim yok oysa....
Bir şarkım bile var...
4 Nisan 2013 Perşembe
Nutkum tutuk. Tutuldu.
umutlarım ümidim sevinçlerim hayallerim sözlerim hislerim duygularım her şeyim, her şeyim yerle bir oldu... virgül bile koymak istemiyorum... Sonra dendi ki:
" KADERİNDE YOKMUŞ!" Benim kaderimde istediklerimden hangileri oldu! hangi biri oldu ALlah aşkına ! önüme taş koymaktan, yemin ederim dualar edip önüme taş koymaktan başka bir şey yapmadınız!
İNSANIN KADERİNİ 2 SORU MU BELİRLER!
söyleyecek başka sözüm yok. Hayalimi "yine" yaşayamadığım için ağlamak istiyorum sabahlara kadar! günlerce ! elimden kaçırdığım bütün her şey için başarılarım değil, en çok başarısızlıklarım için küfürler savurup ortalığa sonsuza kadar ağlamak istiyorum. saatlere bakmadan, kimseyi görmeden ne erik ağacımın yakınında ne penceremin, uzaklarda, çok uzaklarda ağlamak istiyorum!
OLMUYOR!
KENDİ BAŞIMA NELER YAPABİLECEĞİME BAKILACAKSA, BAŞARININ DORUKLARINDA OLDUĞUNU BİLMENİZİ İSTERİM! OLMUYOR! HİÇBİR ŞEYİN ÜSTESİNDEN TEK BA-ŞI-MA KAL-KA-MI-YO-RUM!-!-!-!!!!!!!!!!!!!!!!!!!1
LANET EDİYORUM YİNE YİNE YİNE! BU EVE LANET OLSUN!!!
2-3 fotoğrafım beğenildi bir kaç hikayem yayımlandı diye bütün hayallerim gerçekleşmiş gibi davrananlar varken, ve bunlarla teselli bulmam beklenirken ben gerekleşmeyen hher şeyin altında eziliyorum ve avuçlarımın ortası, tam ortası kanıyor! KANIYORUM, KİMSE GÖRMÜYOR!!!!
Okuyunca üzüleceksiniz ama size de zahmet olmasın.........?
umutlarım ümidim sevinçlerim hayallerim sözlerim hislerim duygularım her şeyim, her şeyim yerle bir oldu... virgül bile koymak istemiyorum... Sonra dendi ki:
" KADERİNDE YOKMUŞ!" Benim kaderimde istediklerimden hangileri oldu! hangi biri oldu ALlah aşkına ! önüme taş koymaktan, yemin ederim dualar edip önüme taş koymaktan başka bir şey yapmadınız!
İNSANIN KADERİNİ 2 SORU MU BELİRLER!
söyleyecek başka sözüm yok. Hayalimi "yine" yaşayamadığım için ağlamak istiyorum sabahlara kadar! günlerce ! elimden kaçırdığım bütün her şey için başarılarım değil, en çok başarısızlıklarım için küfürler savurup ortalığa sonsuza kadar ağlamak istiyorum. saatlere bakmadan, kimseyi görmeden ne erik ağacımın yakınında ne penceremin, uzaklarda, çok uzaklarda ağlamak istiyorum!
OLMUYOR!
KENDİ BAŞIMA NELER YAPABİLECEĞİME BAKILACAKSA, BAŞARININ DORUKLARINDA OLDUĞUNU BİLMENİZİ İSTERİM! OLMUYOR! HİÇBİR ŞEYİN ÜSTESİNDEN TEK BA-ŞI-MA KAL-KA-MI-YO-RUM!-!-!-!!!!!!!!!!!!!!!!!!!1
LANET EDİYORUM YİNE YİNE YİNE! BU EVE LANET OLSUN!!!
2-3 fotoğrafım beğenildi bir kaç hikayem yayımlandı diye bütün hayallerim gerçekleşmiş gibi davrananlar varken, ve bunlarla teselli bulmam beklenirken ben gerekleşmeyen hher şeyin altında eziliyorum ve avuçlarımın ortası, tam ortası kanıyor! KANIYORUM, KİMSE GÖRMÜYOR!!!!
Okuyunca üzüleceksiniz ama size de zahmet olmasın.........?
1 Nisan 2013 Pazartesi
"Aşk nedir Elif?" dedi önündeki bardağı iki elinin arasına almışken. Bu soruyu ondan beklemiyordum üstelik saat bir hayli ilerlememişti henüz ve yeterince sarhoş değildi. Onun sorduğu bu soruya mı yoksa benim suskun kalışıma mı şaşırdım bilmiyorum. Ben, elif; cevap veremedim ona. Başımı hafifçe " sence?" der gibi çevirdim. Gözlerimi devirdim aynı anda.
"Bence kavuşamamaktır aşk."
"Bence insan çok kere sever birilerini. Ellerini birilerinin, belki gözlerini, geniş omuzlarını, kollarını, sesini ve kokusunu. Bence insan elbet sever birilerini. Ama aşk öyle mi? Ben bir kere aşık oldum Elif. O da seneler önceydi. Onu hiç unutmadım ama onunla da hiç olamadım."
Araya müzik girdi ve başka insanların anıları. Akşam ilerleyince konuyu tekrar oraya getirecektim, sol elime işaret koymuştum hatta unutkanım ben diye! ben unutmadım O'da unutturmadı zaten. O dediğim kişi şu aşık olunan kişi...
Telefon çaldı. Tanıdık bir şarkı. Mutsuzken dinlerim hep.
"Nerdesin?" diyordu 5 aydır duymadığı görmediği. Nerede olduğumuzu söyledi. Geldi O, " ne kadar güzel değil mi?" dedi, gözleri.
O'na ilk baktığınızda bizimkine hissettiklerini anlardınız. Nasıl uzak ve nasıl yakın. Acı çektiğini görür gibi oldum, anlam veremedim. Böyle " tek aşka" nasıl acı çekilir ki dedim.
konuşmalar döndü vedaya kadar. Veda...
elini değil, avucunu koydu bizimkinin yanağına...öyle vedalaştı, öyle gitti yanımızdan...
geriye ne mi kaldı? gece boyu bitmeyen anılar. 10 yıl öncesine dönüldü , içildi, şarkılar çaldı. şarkıların çalması değildi onu daha çok kedere iten, biten şarkılardı ve yeniden başlayanla. Yaralandı her birinde! " bitiyor Elif!" diyordu " Elif bitti!"
keşke, ne gördüğümü, ne duyumsadığımı, neleri duyduğumu kelimesi kelimesine anlatabilseydim ve görseydi insanlar ziyan olmanın anlamını... Bunun yerine şarkı paylaşıyorum...
çünkü ben aşkı cevaplayamadığım an yenildim...
oysa ben de kavuşamayan değil miydim?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)