22 Nisan 2025 Salı

 


"Karıştırıp durduğunuz

Küller, küller -

Et, kemik, yok orada başka bir şey"*

ve

"Bu aşkın nüshası rüzgarlarda

Aslı bende kalacak"

 

Onların hiçbirine dün olanları anlatmadım. Anlatmaya fırsatım olmadı. Sabah balkonumdan hepsinin, arabanın içine doluşup geldiklerini görür görmez o merdivenleri nasıl indiğimi görmeliydiniz. Ah bu hepsine uzakta olmanın hissini, onların hiçbiri bilemez. Onlara sarılmaktan nasıl korktuğumu, nasıl korkak olduğumu. Sarılınca ne hissedecekleriyle yüzleşmekten dahi kaçtığımı. Ne yapacağımı bilemediğimi. Benim için bu, kaza sonrası arabaya binmek gibi. Ameliyat sonrası ilk sarılma… Hiçbirini bilemezler.

2 yıl boyunca onları vücudumun bir parçası olarak değil, bir hastalık olarak taşıdığım için onlardan bahsetmek benim için çok zor. Zaten artık kaybettim. Barışmam da, süt dolu hallerini görünce, çok sonraları olmuştu. Çok kısa süre sonra başıma bu işleri sardılar. Çok aniden. Bunun aniden olmayanı var mı, bunu da bilemem.

Arkadaşlarım, sırayla duydu haberi. Kimi birbirini aradı, kimine eşim söyledi, birini ben kendim aradım, diğerine annem haber verdi. Biri kalkıp ilk uçakla yanıma geldi. Biri sık sık ziyaretime gelip hastanelerime eşlik etti. Biri sık sık aradı. Kiminin konuşmaya cesareti olmadı. Anlıyorum bunu. Benim için de yüzleşmesi zor.

Birbirini sevenler, uzun uzun buna neyin sebep olduğunu konuşmuşlardır. Duyanlar, duymayanlara… Olanların birazını bilen 2’si, kesin buluşup gözleri dolu dolu birbirine sarılmış, ölmüşüm gibi davranmışlardır. Hikayenin mutlu kısmını bilenlerin aklına gelmemiştir. Sadece ağlamalarımı duyan lanet etmiştir. Ben, ben sadece korkağım. İçimde neyin sebep olduğunu bilen yanım hep benden kaçmıştır.

Onların hiçbirine dün olanları anlatmadım. Arabada uzun bir yola çıkıp, bir sürü şarkıyı ağlayarak dinlediğimi. Artık memesiz vücudumla kendimi ne kadar kadın gibi hissetmediğimi konuşmadım. Hiçbiri hislerimi sormaya cesaret edemezdi. Ellerinden gelen, tam 590 kilometre yol gelip bana moral olmaktı. Ben bu geceyi unutabilir miyim…

 

---- Mutfaktan gülüşmeler geliyor, birileri tabakları diziyor, birileri “biraz daha tuz” diyor. Salondan balkona açılan kapı yarı açık, biri sigaraya çıkıyor, öteki yanına gidiyor, bir başkası da onu takip ediyor. Küçük bir küme, susuyor. Sanki birlikte susmak da bir dilmiş gibi. O dilde anlaşıyorlar. İçeriden eşimin sesi, bıçak gibi “içmeyin şunu” diyor. Kümenin dumanı dağılıyor. Dağılan koku da içeri sızıyor, özlemin kokusu sigaraya karışıyor.

Hepsi çocuğunu bırakıp gelmiş. Bir tek henüz bebeği emen Esra ve Hüseyin’in kızları yanımızda. Eşim, oğlumuzu; Hüseyin de kızını içeride uyutuyor. Emir ve Demet sarılıp koltukta oturuyor, İlkin ve Ozan karşılarında, Mehtap ve Gamze eşleri  Dinçer ve Sercan’la yıllar sonra görüşmüş oldukları için masada koyu bir sohbet tutturuyor. Esra, Melek, Onur ve ben yere oturuyoruz. Birbirimizin aynasında, kendimize biraz daha yakın duruyoruz.

Biraz eski hikâyeler.

Ama araya zaman karıştığı için herkesin anlattığı versiyon farklı.

Ve bu, daha da güzel.

Bir ara biri “çocukken…” diye başlıyor,

o cümleyi herkes seviyor.

Çünkü çocukluk ortak bir toprak gibi.

Oraya döndüğümüzde hiçbirimiz kayıp değiliz.

Hayatlarıma hep başka bir yerlerde dahil olan,

Birbirini bir yerlerde görmüş,

Benim için birbirine katlanmış bunca kişi,

Birileri eksik.

Çağırılmamış.

Bunu düşününce gülümsüyorum.

ama o gülümsemenin içinde en çok ben varım.


Kahkahalar yükseliyor bir ara,

‘sessiz olun, çocuklar uyanır.’lar.

İlkin'in mutlu sesini özlediğimi fark ediyorum,

Onun sesine Esra'nın gülüşü,

Esra’nın neşesi ise Hüseyin’e karışıyor,

Onları böyle görmeyi özlemişim.

Esra’ya sarılmak istiyorum.

Hala bunu konuşmadan anlıyor mu?

İçilen bir yudum.

Eski, yıllarca sürmüş düğümlerinin üzerine,

Göz göze geliş.

Herşeyin o an gerçek olması.

Sanırım anlasa da o duvarı yıkmayacak.

Belki üçümüz yeniden,

bu sefer güzel günlere...

Sofrada yarım kalmış bardaklar,

çok konuşulmuş konular.

Bitmemiş bir çay,

yarım kalmış bir cümle.

 

Saat geç oluyor.

Herkesin yeri değişiyor.

Erkekler bir yere,

Kızlar ayrı yere,

Kimi balkona,

Kimi mutfağa.

Eksik olanlar, hayalet gibi aramızda dolanıyor.

Emir şarkılar açıyor,

Önce Kıraç’la başlıyor.

Gözgöze geliyoruz.

Eşim, ben, Emir ve artık aramızda olmayan biriyle gittiğimiz ilk konser.

Ona gözlerimle sarılıp bunca yıl için teşekkür ediyorum.

O bunu hala anlıyor.

Sonra Ferdi Özbeğen’ler geliyor,

Ahmet Kaya’lar.

Hepimizin içi o sesle eşitleniyor.

 

Bir ara Melek beni sıkıştırıyor.

Eskiden bahsettiğinde hiçbir şey anlamadığım,

Ama şimdilerde ezbere bildiğim bir sürü tıbbi terim soruyor.

Bildiği yerden gelince kendini güvende hissettiği bir alan.

Onu böyle hevesli görmeyi de özlemişim,

Yaşanan onca zorluklardan sonra,

Hayata tutunuş mücadelesine tekrar hayran kalıyorum.

Onur gelip onu belinden sarıyor,

Beni soru bombardımanından kurtarıyor.

‘şu kızı çöpe at.’ diyip gülüyorum.

Mehtap ve Gamze’nin arasına oturuyorum,

Gamze’nin hiçbir özel yanında olamadım.

Ona sımsıkı sarılıyorum.

Kulağına eğilip özür diliyorum.

Karşılığı, omzumu ısırıp veriyor.

 

Gece bitiyor.

Sabah erkenden yola çıkacaklar.

Herkesi evimize sığdırıyoruz.

Herkese yatacak bir yer buluyoruz.

Kalplerimiz bir olsun…

 

Gece eşime teşekkür edip sarılıyorum.

Memesizliğimi bir tek o dert etmiyor.

Ben ne yaptım ki diyor,

En çok onun uğraştığını biliyorum.

Hep, her an, her zaman.

Bunu görüyorum.

 

Dünyanın en güzel güneşine uyanıyoruz.

herkesin evdeymiş gibi rahat ettiği bir akşamın arkası.

Zamanın henüz hesap tutulmadığı yıllardan kalma.

Çocukları önden yedirip kendimize uzun sohbetli bir kahvaltı hazırlıyoruz.

Sanki günlerdir berabermişiz gibi, gitme vakitleri yaklaştıkça boğazımda gittikçe büyüyen bir düğüm oluyor.

 

Saat gelince,

Montlar kapıdan geçiyor,

ayakkabılar giyiliyor,

gülüşmeler koridora kadar uzanıyor,

Apartmanın merdivenlerinden sarkıyor.

Vedalar hep biraz eksik oluyor,

Esra bana yetecek kadar tam sarılmaz,

Gamze telaşla çabuk çıkar,

Mehtap bana uzun uzun bakmaz.

Melek burada artık keyifsiz olduğumu anlamaz,

Emir onu nasıl aradığımı bilemez.

Yine aynı hislerle,

Son “görüşürüzler” dağılırken havaya, kapanıyor kapıları.

Bir süre duruyorum arkalarında,

Onlar gözden kaybolurken.

Hiçbir şey düşünmeden.

Sadece orada.

 

Ev sessizleşiyor hemen ardından.

Sanki odalar geri çekiliyor,

sesleri yutmak için biraz daha küçülüyorlar.

Mutfağa geçemiyorum hemen.

Balkona da çıkamıyorum.

Bir ses - bir bakış – unutulmuş bir eşya arıyorum,

masa etrafında fark edilmeden.

Geri dönmeleri için bir bahane.

Yaşanmış bir şeye dönüşen o anıları arıyorum.

Şimdi raflar yavaş yavaş dağılıyor.

 

 Telefonuma bir mesaj geliyor:

Gece için teşekkür eden, “iyi geldi” diyen bir cümle.

Sadece ekrana bakıyorum,

Sözcük gerektirmeyen cümleye.

 

Oğlumun hep beni ısıtan sesi, içeriden sıcacık geliyor.

Onun sabah kokusu,

Sıcak ayakları,

O masumluğu.

“Anne bak, kule yaptım!”

Gülümsüyorum.

Oyun halısına oturup oğlumun saçlarını düzeltiyorum.

 

 

Bu şehir benim için hala yeni..

Hiçbir market, “bizim market”imiz değil,

Sevdiğim bir yer yok,

Alışamıyorum.

Süt, yoğurt, ekmek.

Ve eksik olan her şey.

Başkasının eksiği gibi.

 

Eşimle kendime kahve yapıp balkona çıkıyoruz,

Emir’i arıyorum yolculuğu sormak için.

Başka yerlere, başka evlere, başka insanlara gidiyorlar.

Benim içimden geldiği her an gidemeyeceğim kadar uzak.

Sanki uzaklaşmak sadece fiziksel değilmiş gibi.

 

Gözlerim doluyor.

Birden.

Sebepsiz değil, ama hazırlıksız.

Eşim elimi tutuyor.

Oğlumun hasta olduğu ve kimseyi arayamadığım bir akşam söylemiştim,

“Gurbete şimdi düştüm.” diye.

Bu ikinci düşüşüm.

 

Belki bir daha olurdu,

Birlikte yeniden toplanılan bir masa,

çocuklar oynarken kahkahaların havada uçuştuğu bir akşam.

Şarkı söyleyen biri, bir başkasının gözyaşlarını gizlediği an.

Ve benim, aralarına hiç uzaklaşmamış gibi karışmam.

 

Yine de onların yerini bilmek

bir yerlerde, iyi olduklarını bilmek

bazen yetiyor.

Benim artık olmadığım masalarında,

Eski bir fotoğrafta belki ben,

Arka planda, bulanık ama oradayım.

Birinin omzuna yaslanmışım,

Saçlarım dökülmemiş,

Saçlarım uzun.

Yüzümde gölge, kalbimde sır yok.


Şimdi, bu uzak şehirde,

bu loş mutfakta,

çamaşır makinesinin sesi eşliğinde,

o fotoğraf başka bir şeydi.

yeniden oradaymış gibi hissettim kendimi.

Bir sesin ortasında.

Bir fotoğrafın içinde — hala yaşayan bir kadın gibi.

 

*Sylvia Plath

Fotoğraf 2016 yılında, Ankara'da çekilmiştir.

O gece çalan şarkıların bazıları: Kıraç-Yıllar sonra, Razıysan gel, Zaman, Beddua

Ferdi Özbeğen-Gündüzüm seninle, Ağla halime, Sevda

Güncel Gürsel Artıkyay-Yakarım geceleri. 

15 Nisan 2025 Salı


"Savaşmayı bırakan insana kim ne yapabilir ki?

Yenilmek kadar büyük özgürlük yok,

şimdi kazananlar düşünsün Osman."*

ya da

"Bu hikaye senden uzun Osman."


Eylül sonu,

Açık pencereden odanın içine,

sesi artık durulmuş denizin kokusu ve serinliği doluyor.

Yazlığın terasında, eski tahta masada içilen kahveler,

Akşamdan kalma.

Çitin dibindeki süsenler, soluyorlar artık.

Kırılganlıklarını sana benzetmiştim onların,

Senin kaçınılmaz sonuna.

Toplarken bir mevsimden fazlasını taşımayan valizini,

bana bıraktığın gülfem gibi.

Dayanamayan, sıcak isteyen bir çiçek.

"Bakmazsan solar" demiştin.

Bakmadım.

Bana onun adını sen söylemiştin.

Ben ilk kez o gün öğrenmiştim.

Zor bulunurmuş.

“Sen gibi demiştin.”

İnanmıştım.


Şu yüksükotu çiçek açmadı bu sene.

Tohumlarını rüzgarda bıraktı çaresiz.

Hiçbir yere tutunmadılar.

Ama düştükleri yerleri biliyorum.

Boynuzotu ise kuruyup çekilmiş.

Sadece küre çiçeğinin yer yer direndiği küçük bir alan kalmış bahçede.

Ormankuşçuğu ise hâlâ güçlü.

En kuytuda, gizlice direniyor.

Zaten her şeyin sonunda o kalırmış.

Ben,

Gördüğün gibi.

Çok az şey yeşil kaldı.

İçimde küçük bir şey hala yaşıyor.

Ve bir köşede, çatlamış bir saksıda

tek başına bir ömürotu büyüyor.

İnatçı, suskun, belli ki yanlış zamanda açmış.

Tam senin gibi.

Biz gibi.

 

Kuşlar da azaldı gökte

Çoğu göç yolunda,

onları bir zamanlar izlediğimiz yeri de,

Sen seçmiştin.

Zakkumla karaçalı arasında,

Ve ben hâlâ buradayım.

Ben bazen hâlâ kuşlar için orada kaçıyorum.

 

Seninle o yerimize ilk gittiğimizde,

Küçük patikadan geçerken boynuzotu sarmaşık gibi dolanmıştı çalıların arasına.

"Bak," demiştin,

“Görünmeyeni seviyorum ben, saklananı, bu yüzden sakladım seni.”

Seninle her konuşmamız böyleydi —sonrası uzun bir sessizlikler.

O akşam, güneş batmadan hemen önce sahil yoncası arasına uzanmıştık.

İtüzümlerinin hemen yanına.

Gülmemeye çalıştığımız anlardan biriydi.

Hiçbir şey söylemeden.

O anda sadece rüzgara boyun eğen çobangüllerin sesi.

Şimdi oralardaki aslan ağızları da solmuştur.

Güz müşkürümü rengini yavaşça koyultmuştur.

Gelincik tarlası çoktan sarıya dönmüştür.

 

Sonra o taşın altına sıkıştırdığın küçük notun,

"Buradaydık."

O kadar.

 

Çiçeklere son kez baktım.

Güz müşkürümü hâlâ ayaktaydı,

Kapıya geldim.

Kilidi çevirmeden önce durdum.

Avcuma güneş ışığı düşüyordu.

Kısacık.

Son kez.

Ve sonra,

“Kapıyı çektim.”

Arkada kalan her şey — rüzgar, son kahve, sessizlik, çiçekler, sen

şimdi sadece içimdeydi.

 

Yokuştan toz kalktı, yaprak uçtu,

Ben giderken.

Bazı yerler gitmemizi beklemez.

Bazı kuşlar böyle göçmez.

Bazı yeşiller böyle solmaz.

Bazıları gitmemizi istemez.

Bazı sonlar böyle yazılmaz.

Bazı hikayeler böyle bitmez.

Başkalarının bazıları…

 

*Bu hikaye senden uzun Osman-Aylin Balboa

 Önerilen Şarkı

 


23 Mart 2025 Pazar


"Dokuz yıl önce bir şey söylenmişti galiba.
 -Ayrılık yok!-.
Buna benzer bir şey söylenmişti, bu söylenmişti,
gecede, deniz fenerleri yanıp sönerken, dönenip dururken,
kırmızı ve yeşil gözyaşları dinsin diye söylenmişti:
Ayrılık yok!"*


22 yaşımdayken görmüştüm saçımdaki ilk beyazı. Tam 22 yaş. 26 yaşıma kadar pek çoktular, önünü alamadığım bir şekilde hız kazandılar ve şimdilerde 36'lara pek yaraşmayan bir halde her yeri sardılar. Hayatımdaki, kusursuzluğa hayran birileri tarafından hep parmakla gösterilen bu halim, onları rahatsız etse de ben bir eylemde başı çeker gibi bu dik duruşumdan memnunum. Şikayetim yok bundan da. 

Şimdi size bu hızla artan ivmenin sebeplerini dökecek vaktim yok. Çünkü az önce, kendimi başkası sandım. Olur olmaz bir halimle karşıma çıkan kendimi. Kumluk'ta. Gecenin bir yarısı, hiç bilmediğim bu adama, onu dünyada en çok tanıyan kadın olarak. Buz gibi soğuğun içinde. "Seni şu an öpmek istiyorum ama bunu hiçbir zaman yapmayacağım." diyerek kendimi kendime ele verdim. Ne olduğumu, kim olduğumu. Hiç düşünmeden kalbimin bir odacığından çıkıp ağzımdan onun ağzının ucuna dökülen bu kelimeleri kurarak. Kelimeler o göğsümden ağzıma gelene kadar geçtikleri yolları düğüm yapıyor. Boğazımda en büyüğü ve bu düğüm ömrümün sonuna kadar gitmeyecek.

Rüzgar aramızdan geçiyor. Soğuk. Kumluk'ta denizin soğuğu bizi donduruyor. Ben alışkınım ama o denizin kesen yanını daha önce hiç tatmamış. Ankara'ya benzemiyor diyor. Gülümsüyorum. Çoktan unutmuşum oraların soğuğunu. Kumluk var artık. Buralıyım. Denize çıkan yolları alışkanlık haline getirmişim.

Elimizdeki, birkaç saat önce pişirdiğim, termosa koyduğum çayla ısınmaya çalışıyoruz. Bu mevsimde, buralarda açık yerler bulmak zor. Bu saatte insan bulmak imkansız. Seni bulduğum için şükürler olsun, onca insan içinden. Şimdi havadaki bu soğuk, donmuş bir demire dokunur dokunmaz yapışan bir el gibi beni sana çekiyor. Senin sıcaklığına yapışıyorum. Ayrılmak zor. Ayrılmak kolay olmayacak. Önce şu az önce kalbini döken yanımı biraz yatıştırman gerek. Ama bu işi yine bana bırakacaksın biliyorum. Söz, içimdeki sana dair savaşları yine sana hiç çaktırmadan kazanacağım. Merak etme, sessiz sessiz, ruhun bile duymadan. Seni hiç rahatsız etmeden bir su gibi yanında akıp gideceğim. Kalbimi susturmanın yollarını bildim, öğrendim. Böyle devam ederim.

Ona bunların hiçbirini söylemeden, kalbimin hiçbir yeri kırık değilmiş gibi yine gözlerimi ondan alamadan her yerine bakıyorum, karanlıkta. Soğuk bana oğlumu hatırlatıyor. Üstü açılmış mıdır, örtülmüş müdür, çok soğuk. Çorapla asla uykuya geçemeyen ayakları kaldıysa açıkta, her seferinde içimi acıttığı gibi donmuştur.

Aklımın olduğum ana dönmesi ışık hızında oluyor. Aklıma gelen fotoğrafımızı konuşmaya başlıyorum. 16 yaşımızda ilk çekildiğimiz, terli ve genç yüzümüzle biraz gururla çekildiğimiz ama yandığı için asla göremediğimiz ilk an. Sonraki 4 yıl birbirimizi bir daha hiç görmediğimiz için yenisini çekilme fırsatı da bulamamıştık. 20'lerimizde yeniden buluştuğumuzda bu sefer yanmasın diye dualar ettiğimiz o fotoğrafı o çoktan unutmuştu, ben bunca yıl saklamıştım. İstifçiyimdir. Ona o zamanlar bir anlam yüklediğim için değildi bu. Anlam yükleyen oydu. 35 yaşında Kumluk'a bir önceki kış gelişinde fotoğrafı eline bir idam kararı gibi vermiştim. Vay be demişti sigarasını yakıp. Kışın soğuğundan gevrekleşmiş şezlongda arkasına yaslanıp arkamızdaki sokak lambasına doğru iyice kaldırıp uzun uzun incelemişti. Bu kadar mutlu olduğum başka bir fotoğrafım var mı bilmiyorum demişti. Nasıl anlamazsın. Gülmüştüm, Şu serçe parmağın 3 parmak aşağı inip tenime dokunsaydı, muhtemelen kainat yerinden oynardı, anlardım. Artık kötü kalitede de olsa gece görüşlü kameramızı açıp video bile çekmiştik o gece. Zaman zaman 16'larımıza döneriz demiştik. Doğruydu. Kumluk'ta.

Artık sıkıldığını düşünüyorum. Soğuk nefes aldırmaz hale gelmiş. Arabaya binelim diyorum. Seni arkadaşına götüreyim artık. Merak etmesin. Etmez diyor. Eder bence diyorum. Gülümsüyor. Bu o yalancı gülüşü. Ne zamandır olmamıştı, ne zamandır böyle içten güldürememişim onu demek ki. Yalancı dememin sebebi, çok güzel olması. Bir insan bu kadar güzel gülemez. Ben yine içimde kendimi karalarken o peki diyor. Sen nasıl istersen. Denizi sağımıza alıp minik taşlı yoldan yürüyüp arabaya çıkmaya çalışıyoruz. Rüzgar saç, atkı, çanta bırakmıyor sanki üstümüzde. Kumlara bata çıka yürüyoruz. Konuşmak da birbirimizi duymak da imkansız şimdi. Gerçi, dönem dönem bunu rüzgarsız anlarda da hissettiğim olmuştu ama şimdi rüzgar bizden daha çok şey anlatıyor. Bir de yazın gelmelisin buralara diyor. Hep soğuklarda geliyorsun. O zaman keyif alırsın. Şimdi üşümek bir işe yaramıyor. Umarım duymuştur, anlamıştır diye düşünüyorum.  Soğuğu, onu yazın da buraya gelmesi için ikna eden rüzgarın dinmeyen gürültüsünü.

Arabaya biniyoruz. Birkaç anahtar hamlesiyle ancak çalışıyor. Henüz teybi var arabamın. Hadi bakalım ne çalacak diyoruz. Kainat o an yerinden oynuyor. Ben bunu duyuyorum. O yine duymuyor. O şarkı çalıyor. Yıllar önce birbirimizi bir daha hiç göremezsek diye mektuplara defalarca döktüğümüz o şarkı. İşte buna alelade bir tesadüf diyemezsin. 20 yıl sonra, Kumluk'ta.

Umarım, 20 yıl sonra, Kumluk'ta...


Datça.
2009
*Cezmi Ersöz
Önerilen Şarkı: Göksel-Gidemiyorum.
Fotoğraf 2008' İnkum sahili, Zenit'le çekilmiş ve nihayet yanmamış bir fotoğraf.
Öykü 2009 Datça'sında Kumluk'tan kalma. 


11 Mart 2025 Salı

 Sevgili okuyucu,
Bu öykü, 2013'te bir dergide yayımlanmış bir öykünün yeniden yazılmış halidir.
Olayların gerçekle alakası yoktur ama ilişkisi olmadığına söz veremem.
Her nereden okuyorsan, bu öykümde yorumun benim için çok kıymetli...
Yazarken Güncel Gürsel Artıktay'dan Uzak yol ve Bu yüzden şarkılarını dinledim, sen de dinlersen o tadı alırsın.
Sevgilerimle...


"Şarkının sonuna dek mükemmel ve sonsuz bir hayat."*

Merdivenden çıkan ayak seslerini duyuyorum. Yavaş çıkışların veya hızlı çıkışların ne anlama geldiğini ezberledim. Bu gece memnunsun, mutlusun, isteklisin. Gün çoktan battı ve evini aydınlatan o sokak lambasından başka hiçbir ışık yok içeride, sen yokken. İstemiyorum. hep karanlık olsun. Örtüsüz derimi gör istemem. Çıplak benden utanırım, henüz sana hiç göstermedim.

Kapıyı aralıyorum sana, kapının arkasına saklanıp. Başımı öne eğip, senin bana bakmana izin vermeden 3 kat cama saklayıp örttüğün yüzümü alıyorum elinden. Enerjim kalmamış, hepsini emmişler gibi. Öyle hissederim bazen. Sen kime gittiysen o gün, onun beni kullanışı tüketir beni. Bu gece ağlamış olmalıyım, üzgün olmalıyım, yorgun olmalıyım. Nasılsa anlatırsın.

Yan odaya gidip yüzümü giyiyorum yeniden. Eskiden sen beni kapının önünde beklerdin. Üzülürdün bazen. Yorgunluğumu anlardın, kapıyı yeniden açtığımda sarılıp kucağına alırdın. Salonuna taşırdın. Sarı kareli koltuğuna götürürdün. Gözlerimi beraber silerdik. Anlatırdın kime sattıysan beni. Ne yaşadıysam o akşam. Senin gibi kimse olmaz derdin. Sen bu kainata gelmiş en güzel şeysin. İnanırdım, işime gelirdi. Yaşım dururdu. Sakinleşirdim. Bir dahakine böyle hazırlardım kendimi. Bitmez sanırdım bu sıcaklık, hep böyle olur sanırdım. Yanılmışım.

Senin gibisini görmedim demiştin. O cenazelerde ağlayamayan ama beni satın alıp ağlayan kadınları anlatırdın. Koca sahnelerde şarkı söyleyen kadınların benim yüzümü takınca nasıl yüzlerce kişiyi etkileyip kendilerini alkışlattıklarını, kocalarıyla ve yalanlarıyla yüzleşme randevularında beni takanların nasıl gözlerini süzüp onları ikna ettiğini anlatırdın. Onları izlerdin. Oralarda, yakınlarında. Başlarda hoşuma giderdi bu hikayeler çünkü sen önce beni dindirirdin. Hep aynı sözler, aynı cümleler. Bunları ben çok sonra fark ettim ve sen de sonraları beni görmemeye başladın. Tek düşündüğün yüzümü kaç kişiye, ne kadara satacağın oldu. Artık sarı koltuklarda paylaşılan anılar yok. Sonunda, etim de çürüdü, çürük ağızlara değe değe. 

Kapının aralığından sana bakıyorum. Küçük sarı ışığı açmışsın. Eline telefonunu alıp tok karnınla bir şeylere baktığını görüyorum. Muhtemelen hala alışmamış olmama kızıyorsundur içinden ama hangisine? Hangisine alışmamış olmama kızdığını anlayamıyorum. Her şeyi normalleştirmiş olmana mı, beni başkalarına tercih etmene mi? Ben ikisine de kızgınım.

Yavaşça yanına geliyorum. Ağladığımı görmüyorsun. Görsen de bir anlamı kalmadığını biliyorum. Vücuduna sokuluyorum. Sıcacıksın. Seni kokluyorum. Konuşmanın bir çok yolu vardır, ben sende yollar bulamıyorum. Yavaşça kalkıyorum. Odamıza gittiğimi anlamıyorsun, peşimden gelmiyorsun. İsteğini de birileri dindirmiş olmalı.

Beni yıllarca  kapattığın iç içe geçmiş cam fanusları alıyorum. Parmak uçlarımda kapının önüne geliyorum. Sen hala bambaşka dünyalardasın. Sarı koltuğuna ve sana son kez bakıyorum. Konuşmuyorsun ama ben pek çok şey duyuyorum. Bu hayatta hiçbir amacım yok ama seninle olan savaşım bitti. Ben asla kalamayacağımı göremediğim bu evi evim sanmıştım ve sen beni bu evin içinde evsiz bıraktın. Bu hissi en derinimde hissediyorum.

Kapını açıyorum. Sessizce kapatıyorum. O ses, farkına varamayacağın bir ses, biliyorum. Sen, benim o merdivenlerden çıkan ve inen ayak seslerimi de bilmezsin, kaldırımda kırdığım camların sesini de duymazsın. Kalbimi zaten hiç duymadın.

Sokaklara özgür çıkınca dilimde o şarkı, seni tanıdığım gün de bunu mırıldanıyordum ama bu kez farklı. Bu kez bu şarkı bana ait. Sen şimdi buna kader mi dersin yoksa öyle alelade bir tesadüf mü?**

*İntermezzo-Sally Rooney
**Sultan dizisi
Önerilen Şarkı: Sezen Aksu-Elveda
Not: 2012-2013 yıllarından birinde bir dergide yayımlanan bu öykünün eski versiyonunda yine aynı şarkı geçmiştir.

Elif Külah Kuzu

2025-İzmir

29 Ocak 2025 Çarşamba


"Ham pamuktan bir sargının içindeyim.
İçimdeki her şey yitip gitmiş."*

Metro, ıslak rayların üzerinde gıcırdayarak gidiyordu. Böyle havaları severim. Sen de yanımdaysan, daha çok. 3 durak daha gidiyoruz seninle. Gözlerimi, güzel gözlerinden ayıramıyorum. Elimde, birine hediye edilmek üzere alınan bir saksı çiçeği var. Bakımı kolay, uzun ömürlü. Bilerek onu seçtim, çok zorlamasın sahibini. Bunu sana o gün söylemiş miydim? Herkes bana bakıyor.

Son durağa geliyoruz. İnelim mi? Sana bunu sorunca herkes bana bakıyor, bu durak mıydı sevgilim? Sen cevap vermeyince metro yeniden hareketleniyor. Aynı ray gıcırtısı, ses arttıkça huzursuzluğum artıyor. Neden inmedik, orası bizim için en uygun yerdi. Daha az yürürdük, daha az yorulurdun, saksı çiçeğim daha az ıslanırdı. Senden yine yanıt yok. Herkes bana bakıyor.

Sonraki durakta iniyorum, seni son anda inmeye ikna ediyorum. Neden inmediğin konusunda şaşkınım. Artık mimiksizce yanımdasın. Seninle konuşuyorum, hangi çıkıştan çıkacağız. Panikliyorum, huzursuzum. Biraz geç kaldık, çok yıl kadar, biraz hızlanabilir misin, herkes bana bakıyor.

Hızlı hızlı yürüyorum. Senin yavaşlığında koluna değerek, seni daha da hızlandırmaya çalışarak. Elim dolu olmasa, elini tutacağım. Senin sırtıma dokunmanı bekliyorum. Elini belime koymanı, hep yaptığın gibi. Neden bana dokunmuyorsun, neden hızlanmıyorsun. Huzursuzluğum artıyor, bir şeylerin ters gittiğini anlıyorum. Herkes bana neden bakıyor?

Sen yanımdayken seni kaybediyorum. Güç bela telefonumu alıp seni aramaya çalışıyorum. Son arayan sendin. En son seninle konuştum, seninle mesajlaştık. Numaranı bulamıyorum. Zihnimi yokluyorum, numaranı hatırlamaya çalışıyorum. Panik halde olanları düşünüyorum, herkes bana bakıyor.

***

Onlara seni benim uydurmadığımı ispatlamak istiyorum. Herkese. Korktuğum olmadı, gitmedi. Böyle değil o. Yanımda, görmüyor musunuz? Onu çok geç buldum ben. Hayır çiçekleri ona almadım.  

Orada, o kalabalığın ortasında, zaman geçmiyor. Beynim bulanıyor, nefesim sıkışıyor, kulaklarım çınlıyor. Nasıl yapmalıydım. Nefesimi derince alıp 8 saniye tutuyorum. Gürültü bir anlığına susuyor. Nefesimi yavaşça verip derin bir nefes daha alıyorum. 8 saniye tutuyorum. Nefesimi verirken boşluğa, bir rüyada gibi düşüyorum. Düşünce kalbim acıyor. Diğer nefesimde tekrar düşüyorum. Kalbim aynı yerinden acıyor. Zaman duruyor, akmıyor, geçmiyor. Bir sakız gibi uzadıkça uzuyor. Hepsi elime yüzüme bulaşıyor. Saksıyı elimden düşürüyorum. Boğazım iyice düğüm oluyor. Derin nefesler içime girmiyor, girenler geri çıkmıyor. Birden düğüm çözülüyor, boğazım neyi varsa yere kusuyor.

Ruhum eksiliyor. Seni ben var saymışım. Paçama yapışan o salyalı köpekli rüyamdaki gibi. Hiç yanında uyanmadığım o rüyalardan biriydi. Birden kendime geliyorum o beni ısırınca. Böyle rüyalar görme demiştin, hatırlıyorum. Korktuğum ne varsa bir bir oldu. Görmek istemediğim şeyleri gördüm. Bugün, bu ıslak yolculuğumda, sen yoktun yanımda, bunu nasıl unutabilirim. Girmekten korktuğum o çıkmaz sokaklara çıktı yolum, gözlerimi kapatsam bile, bu hissi nasıl unutabilirim.

Bugün, bu mektubu, çiçeksiz elimle bir lağıma atıyorum. Bir kitapta görmüştüm. Sanırım bunun sen de böyle olmasını isterdin. Yeni bir dönem başlıyor şimdi, benim görmekten hep kaçtığım bir kapıdan giriyorum. Korkularımla yüzleşmek ne zor. Ayaklarım geri geri gidiyor. İstemeye istemeye, istediğin ne varsa yapıyorum...

Sevgilerimle...

2025 İzmir'i.

*Sylvia Plath-Günlükler

Önerilen Şarkı: Yine Gönlüm Karardı.

23 Ocak 2025 Perşembe

 AY ADASI


"Açılın açılın tekrar

çocuk dizlerimdeki yaralar,

Hepiniz benimsiniz."*

Yazdığım bu hikayenin ana kahramanı olmayı çok isterdim ama sırtımdaki pis gömleğim ve elimdeki mürekkebi bitmeye yakın kalemimle bu hikayenin sadece aktarıcısı olmak düşüyor bana. Ben, Ay Adası'nın sıradan bir sakini ve sanırım koca dünyada sessiz yaşanmış bir aşkın tek şahidiyim.

Adamıza bu isim, yıllar önce verilmiş, ben hiç olmadan önce. Atalarımız bu topraklar üzerinde huzurla balık yiyip şaraplar içerken adamız yuvarlak, halkımız mutluymuş ama kainatın gördüğü en büyük depremle kocaman bir toprak parçası hem yerle bir olmuş hem de sular altında kalmış. Kalan bu ada; bol taşlıklı, verimsiz, balıksız hilal şeklinde bir parça olarak kalmış. Ay Adası ismi yeni adamıza yakıştırılırken eski topraklara da bolca ağıt yakılmış mıdır, bilemem.

Gördüğünüz gibi bu koca taşların arasında pek bir şey üretemiyoruz. Depremden sonra mola merkezlerinden vazgeçmeyen gemiler sayesinde yaşamaya devam edebiliyoruz. Onlara ikram edebileceğimiz balığımız bile yok. Havamız hep yağmurlu, hayatımız hep nemli, ıslak, çamurlu. Sakinlerimizden her fırsatta adaya veda edenler oldu ama onlardan iyi olup olmadıklarına dair pek haber alamadık. Kalanlara da cesaretsiz mi dersiniz, fakirliğe boyun eğmişlik mi dersiniz, orasını bilemem.

Adamızın kıyı şeridinde, yeniden inşa edilmiş limanımıza paralel dükkanlar var. Dükkanlarda çamaşırcı kadınlar, ekmek yapan adamlar, ayakkabı tamir eden birkaç usta, önlerinde ayakkabı temizleyen benim gibi fakir başka bir genç, tek makinası olan bir terzi, çoğunlukla eli boş dönen ve eli kolu dolu halinde de elinin yüzünün güldüğünü pek görmediğim balıkçı tekneleri, içlerinde kadınların da olduğu birkaç yatakhane, şarap dükkanları, bir tane de gemi yolcularının sevdiklerine hediyeler aldığı bir dükkan. Son olarak ben, kimilerine göre aylak biri, bana göre gemiden inenlere hikayeler yazan bir yazarım. 

Arka sokaklarda ise bizler yaşıyoruz. az malzemeyle yemeklerin piştiği evlerimiz dip dibe, bu dar sokakta. Asla geleceğimize dair bir faydası olamayan birkaç yıllık bir okul, birkaç market bulunuyor.

Gemiden gelenlerle sohbet ettiğim kadarıyla az nüfuslu bir adayız. Biz içinde yaşarken bunu anlayamıyoruz tabii. Burayı seviyorlar. Uzun yolculuklarından sonra bulabildikleri tek kara parçası olduğu için olabilir bu tabii. Bazen onlarla alışveriş yapıyoruz; kumaş, buğday, tahta parçaları, çivi, sıva gibi şeyler. Eskiyenlerini bizlere bırakanlar da oluyor. Gömleklerini, ayakkabılarını, eski kalemlerini. Benim pantolonum onlardan biri örneğin. Bu pantolonu giydiğim zamanlar eski sahibine hikayeler kurup onları yaşadığımı hayal ediyorum. Hatta ilk giydiğimde o benden zengin adamın ruhunu giymişim gibi hissetmiştim kendimi. Ben biraz duygusalımdır, anladınız mı? Bir de çok pantolonum olduğunu sanmayın sakın.

O gemilerden adamıza gelen pek çok şey olmuştu ama bir insan, kalıcı biri, hiç olmamıştı. Ta ki o 8 Ağustos gün batımına kadar.

O gün, gemi büyük bir gürültüyle adaya yaklaşmış, herkesle birlikte Yorka da o gemiden inmişti. Tüm Avrupa'yı gezdiğini sonradan uzun gecelerimizde geçen sohbetlerimizde öğrendim. Ay Adası'nı bir dostundan duymuş, burada bir mola vermek istemişti, ama uzun bir mola. Hayata verilmiş bir mola gibi yani. Uzun, kahverengi, belinde kuşağı olan bir ceketi vardı. Benzer renklerde birkaç kazağı, koyu renk birkaç pantolonu ve sağlam 2 ayakkabısı. Ben böyle detaylara çok dikkat ederim. Hepsini titizlikle takip ettim. Çantasında da biraz sarma sigara vardı ve kaldığı süre boyunca onu tanıyanlardan ve adını bilen gemicilerden ödünç aldı.

Arada bir dostları da geliyordu yanına ve beni o sohbetlerden ayırmıyordu. O olmasa ben dışarıdaki dünyaya dair bir sürü şeyi öğrenebilir miydim? Söylemiştim size, ben duygusal biriyimdir ve o sohbetlerde onun dostlarını izlemekten sanki kendimi kaybederdim.

Çantasında, sigarasını çıkarırken gördüğüm, düğümler atılmış kalın bir bez parçası vardı. Hep oradaydı ve ben o bez parçasının ne olduğunu merak etmiştim. Sormadığımı mı sanıyorsunuz? İlk seferinde anlamlı bir gülüşle "7 kat kumaş." demişti. Öbüründe "1'i balmumu emdirilmiş 7 kat kumaş." demişti. Birinde "O çok önemli." demişti, diğerinde "Mesele bile değil."  demişti. Beni meraka sürükleyen de onun bu kaçamak sözleri olmuştu. Dünya hakkında çok konuşurduk, ne bildiysem ondan öğrendim ama Kızlardan bahsetmezdi. Benim bile arka sokaklarda kızlarım vardı ama onun ağzını bu konuda bıçak açmazdı. Dostları Avrupa'dan gelip güzel isimli kızlarından bahsederken gülümser, az yorum yapardı. Hiç mektup gelmezdi, kimseye bir şey yazmazdı. Sanırım gerçek bir molaydı.

Kış gelip bizim serin havamız kendini daha sert ayaza bırakınca odasına çekildi. O karanlık, ona hiç iyi gelmemişti. Sanki annemin içine içine katladığı ekmek hamuru gibi o da içine döndü; bir daha, bir daha, defalarca katlandı kendi içine. Yüzü gülmez oldu, güldüremez oldum onu.

Hiç istemesem de onu bir gemiyle ülkesine gitmeye ikna etmeye çalıştım, daha sıcak yerlere ama hiç oralı olmadı. Sesi bile titremedi konuşurken. Bir gün de sonsuz molasını öğrendik. Pencerelerinden denize bakanın önünde, gemilere doğru asmıştı kendini Yorka. Nasıl da ona yaraşmayan bir son olmuştu. Ben Tanrı olsam ona daha kaliteli, daha şaşalı bir son yazardım.

Dostları gelene kadar onu tanıyan kimseye haber veremedik. Bu bir ölüme yakışmayan, acı bir detay. Bir ailesi var mıydı bilmiyorum ama 3 kazağını, 1 ayakkabısını ve pantolonlarını ona soran dostlarına vermek üzere sakladım. 1 ayakkabısını ve montunu dostluk hatırası olarak kendime sakladım. En zor sınavım ise çantasının içindekiler ve en çok da 7 kat kumaşa sarılı şeydi.

Onu da vermeyi düşündüm ama size duygusal biri olduğumu söylemiştim. Kalbimi ağzımda hissederek aynı kumaştan kesilmiş o kurdeleyi söktüm. İlk katı açınca 4'e katlanmış küçük bir not çıktı içinden. Altında Yorka'nın adı yazıyordu.

"Baksam bir dert, bakmasan ayrı dert hatırana."

Bahsettiği gibi 7 kat vardı. Biri bal mumlu. ışık geçirmez bir kumaş. Diğer katlar boştu. Ta ki en içtekine kadar. Ben hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Kalın bir kağıdın üzerinde uyuyan bir kadın vardı. Bu fotoğraf olmalıydı, gelenlerden duymuştum. Uyuyan bir kadın. Avrupa olmalıydı, Yorka'nın geldiği yerden, güzel ve gerçek bir koltuğun üzerinde. Bir de not vardı arkasında.

"Sana bir fotoğrafımı gönderiyorum Yorka. 8 saatlik bir fotoğraf. 

Onu güneşten koru, aydan koru, kendi gözyaşlarından koru onu.

F."

Bu fotoğraf nasıl olmuştu bilmiyorum. Nutkum tutulmuştu. İlk defa elimde bir fotoğraf tutuyordum. F'nin fotoğrafı. Hem de yıllar öncesinden, kıtalar ötesinden. Onu masama koydum. F'nin her detayını inceledim. Yorka'nın muhtemelen ezberlediği her şeyi inceledim. Minik burnunu, uykunun  çöktüğü gözlerini. İnce dudaklarını, Yorka derken derken hayal ettim. Öptüğünü onu. Hayal kurduklarını beraber. Yürüdüklerini dökülen yaprakların altında. Benim için dönüm noktası olan bu an, gece boyu sürdü. Sabaha karşı odamda F'yi izlerken uyuyakalmıştım. Şu an bunları yazarken ellerim titriyor, görüyor musunuz?

Sabah uyandığımda fotoğraf kağıdında F yoktu. Kağıt parçası F'siz duruyordu. Artık benim yüzüm geçmişti kağıda. F ve ben birbirimize karışmıştık sanki. Bunun nasıl olduğunu ben anlamadım ama Yorka'ya da ölüsüne de ihanet etmişim gibi hissettim. Hemen kağıdı önce bal mumlu örtüye, sonra 6 kat örtüye daha sardım. Sıkı sıkı düğümler attım. Yorka gibi yıllarca, Ay Adası'nın arka sokaklarında sakladım onu. 

F'ninse bundan haberi yoktu.

"Neler geçmişti aklımdan,

Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm, 

Ah nasıldı yaşamak?"*

*Ziya Osman Saba-Geçen Zaman


15 Ocak 2025 Çarşamba

 

Dikenler Ormanı-2

 


"Bu ayrılış belki ebedi bir veda idi.

Ona son defa olarak baktım."*

Sesini bırakıyordu boşluğa,

Karanlığa,

Son çığlığını,

Belki,

Kimbilir.

Allah’ı anıyordu bazen.

Sık sık annesini,

Kendisi anneydi oysa,

Oğlunun da karışıyordu sesi karanlığa,

Anne diye ağlayan sesi.

Diğerleri yoktu.

Arabada kalan başka 3 kişi.

 

Tam bir rüyadaydı.

Vücudunda geziniyordu hiç tatmadığı bir günahın elleri.

Yukarıdan başlamıştı,

Aşağı doğru.

Işıklar açıktı.

Tam yan odanın karanlığında ona her şeyi bırakacaktı ki

Yerde buldu gerçekte kendini,

Geri kalan herkesle birlikte.

Günah dolu rüyası bitti.

Hepsinin sessizliğine,

Başka annelere bağıran 2 ses.

Birisi kendisi.

 

Birilerinin onları bulması,

İmkansızdı neredeyse.

Kendisi fırlayıp kopan o koltuğa bağlı,

Oğlu ve eşi kimbilir nasıl ve nerede.

Onlarla aynı dili konuşan arabadaki 2 çift, çoktan ölü.

Karanlıkta 3 ölü, 2 ölmek üzere 5 insan eti.

 

Ne işe yarıyordu şu gökte kurumuş bir soğana benzeyen ay,

Yaramayacaksa şimdi işe?

Şu ağaçların dalları uzanacaksa durup göğe,

Niye varlardı yeryüzünde?

Toprağın her tanesi,

Havanın oksijeni,

Yerlerdeki solucanlar,

Az ötedeki köstebek çukuru,

Çimler üzerine yeni düşmüş çiğ?

Neden duruyorlardı öyle?

Allah’ım neden sessiz yarattın hepsini?

Akılsız ve dilsiz,

Bacaksız ve kolsuz?

Neden bıraktın durduk yere ölüme bizi?

Ne kadar sonra geldi birileri,

kendi ülkesinde olmayan bir ambulans sesi.

anlasalardı dilini,

"Aynı sedyeye koyun bizi" diyecekti.

"evde de böyle dururuz biz.

oğlumuzu alın ortaya,

öyle oynarız,

kollarımız karışır birbirine,

bu kimin eli diye sorar oğlum.

benim elim der babası benim elime,

kıkır kıkır güleriz sonra.

üst üste koyun bizi,

severiz bu oyunu biz.

hem yük olmayız size."

 

oysa onlar 3 ölü poşeti indirdiler,

eşini de koydular birine.

şimdi kainattaki tüm özürleri toplasa,

dileyebilir miydi bunca zaman hiç dilemediği özürleri ondan.

beni affet.

 

oğlunu götürdüler başka odaya o görmeden.

sonrasında da göremedi hiç onu.

Ve 5 kişi çıktıkları o uzun yolu,

dönerken tek başına,

Hatay'da kulaklarından çıkmayan o sesi konuşmak geldi içinden.

"ne önemi var ki artık yaşamın,

ölseydim keşke ben de onlarla birlikte."

  

*Selim İleri-Yalnız Evler Soğuk Olur

Önerilen Şarkı: Mabel Matiz-Babamı Beklerken