20 Kasım 2018 Salı

Yokluk



Ne düşünüyorsun dedim. Hiçbir şey dedi, her şeyi düşünüyorum. Yok olmakla ilgili, hiç var olmamak. Masada şarap  koktu. Bu muydu her şeyi düşündürten? Rujunu sildi, abartılı rujunu, kollarındaki mor pullar sallandı. Buraya ait değildi. Yok olmak da buraya ait değil. Bu masaya. Belki şarap. Bu adam da mora yakışmıyor örneğin, pullar kadına, masa bana. Neden buradayım. Ruj silindi, bardakta kaldı izi. Her şey böyle iz bırakıyor. Yıkadığında bir zamanlar ruj izli olduğunu düşünüyorsun. Mor pullar zihninde sallanıyor. Aklıma adam da geliyor, yokluk. Kaypaklığı. Buraya ait olmayan ben miyim? Mor pullu kadın mı? Masadaki 3. şahıs mı? Buraya en ait olmayan şarap mı? Masada tek olan yokluk mu?

Morlu kadının suçu yoktu. O adamı, o masaya, ben oturttum. Böyle okusun. Böyle okuyun bu cümleyi. O kadın, o masaya, benim için oturdu. Virgüllere dikkat etsin. Moru severdi. Ruju severdi. Hoş kahkahaları severdi ama adam ona "huş" dedi. Mazallah, yanlış yorumlar masada uçuşurken bana da değerse? Böyle kahpeydi. Biliyordum. Ben ruj sürmemiştim. Bu ruj sürenin suçu muydu? Adamın bunu önemseyeceğini biliyordum, benim suçum. Kulağıma eğilip "Rengi çok güzel." dedi. "baktım" demek istemişti adam. "Baktım, kafan karışsın." önemsememiş gibi yapmıştım. Kadın ter kokuyordu ama belki de ben bunu istemiştim. Kaçıncı işiydi, ne fark eder. Benim için gelmişti. Ben istemiştim. Adam kulağıma eğilip "Kokusuna bak." demişti. Bu yeterdi. Demek açıktı, demek alıyordu, algılıyordu ve bunu istiyordu. her şey netti. Benim suçum mu? Moru sever miydi, ben sevmezdim hem de pulluysa ve kadın kırmızı ruj sürmüşse. Adam için fark eder miydi? Nasılsa diyecekti, onu en iyi ben tanıyorum. Yalancı ve hala kahpe. Morlu kadın beni anlıyordu. Pullar sallanınca bana baktı. Orada olmadığımı anladı. Kalkmak istedi. Onu ben tuttum. Işıklar vurdukça nasıl yaşlandığını düşündüm. Uzun zaman olmuş. Saçları mısır sapı gibi, dokunsam hepsi kırılıp düşecek. Oysa buraya ilk geldiğimde daha diriydi. Adam da yaşlandı. 12 yaşımızda değiliz. Bir rüzgar çarptı, yüzüme. Bunu da böyle okusun. Rengi değişti, beraber bunca yıl. Siyahlaştığını gördüm. Masa gibi. Bunca yıl. Yoklukmuş aslında, pulların sesi, ışıklar. Yıllar da böyle miydi?

Işık pullara değdi. Başka şeyler konuşmadık. Uyum yoktu. Onlar birbirini bu zamana kadar ismen tanıyordu. Lüzum var mı? Kadın saftı, moru çıkarınca, ruju silinince bir küçük kız çocuğu gibi kaldı. Adam kirliydi, gece üzerini çıkardı; çeketini (o böyle derdi), kravatını (kıravatını niye takmıştı?), kemerini söktü, pantolonunu indirdi, atleti kaldı. Siyah iç çamaşırı kaldı. Atletini çıkardım, siyahı da. Beni tanıyor öyle mi? Şu masa, şu içmediğim şarap, şu mor renk, hiç sürmediğim ruj, masadaki yokluk, bu anadan doğma halin şahidim olsun ki hiçmişsin.

Ne düşünüyorsun dedim kendime. Hiçbir şey dedim bir de, her şeyi düşünüyorum. Yok olmakla ilgili, hiç var olmamak. Masada şarap  koktu. Beni yok saymış, o hiç yoktu.

22 Haziran 2018 Cuma

Maya



"Gözümün gördüğü
Göğsümün bildiği ile bir değil."*

Yazmakla biter mi; düşünmekle, anlatmakla, rüya görmekle, konuşmakla, konuşmamanla, okumakla, uzun uzun beklemekle, çizmekle, istemekle, gelmeye çalışmakla, gelememekle, hep gitmek zorunda olmakla, uzak kalmakla, şarkılarda bulmakla, kaçmakla, gece boyu hayal etmekle, gündüz her yerde aramakla, şehirler ve ülkeler değiştirmekle biter mi? Ölmekle biter mi sanmıştın?


Bitmedi; bitemiyormuş, bitmiyormuş işte, bitmedi. 1923 yılında da bitmemişti, biz gençken, ikimiz de 30’lu yaşlarımızdayken. Sen beni bırakıp gitmiştin, sarı mıydı saçları, buydu sebep ve ben seni çok beklemiştim, şarkılar dinlemiştim, ülkeleri aşmıştım gittikçe senden kurtulabilirmişim gibi. Bitmemişti, bitmiyordu. Sense gelmeyecektin, ölsem dahi, biliyordum bunu. Bu yüzden, gördüğüm eğitim, aldığım tüm dersler ve öğrendiklerim, 1926 yılında kullanmak içindi hepsi.

İleri kimya dersleri aldım; ekstraktörler, distilasyon kolonları, ısı değiştiriciler, reaktörler, hassas tartım cihazları, katalizörler, titrasyon muslukları. Öğrendiğim ne varsa hepsinden bir kopyayla da evimde küçük bir laboratuvar oluşturmuştum. Okulumu erken bitirdiğim 26’ yazında tam 4 ay kaldığım odada sonunda elde ettiğim, sen.

Monomerleri, polimerleri ilk ben buldum. Çözücüde çözerek saydam ve daha ıslak bir yapıda dış katman oluşturup içine daha serbest bağlı yumuşak tabaka doldurup gözlerini oluşturdum. Zeytin çekirdeğinin piroliziyle çıkardığım özütü bir şırıngayla gözbebeğine enjekte ederken kalanını daha odunsu organiklerden elde ettiğim sıvıyla karıştırıp koyu göz rengini elde ettim. Herhangi bir uyumsuzluk oluşmadan uzun süre dayanabilmesi için homojen çözünürlüğe sahip koruyucular ekleyerek gözlerini bitirdim. Dudaklarını da aynı malzemeyle, kiraz, elma gibi kırmızı meyvelerin kabuğundaki renk pigmentleriyle çözerek elde ettim.

Saçların ve kirpiklerin kolaydı. İç organlarını birebir biyoloji laboratuvarından aldığım iskeletin aynısıyla yaptım. İçine ağzından besleme yaptığımda atığını alttan çıkaran bir egzotermik reaksiyon oluşturan sistem kurdum, bir reaktör yerleştirdim. Böylece vücut ısını daimi sağlayabilecektim. Ellerin, hatırladığım gibiydi, göğüs kemiklerin daha sert polimerden, tırnakların; en yumuşak dilin. Seni yaparken ellerini tutup güç alıyordum.

Derin en uğraştırıcı işlem oldu benim için ve son. Önce parça parça oluşturmayı denedim, dikim işlemi sende sonsuz dikiş izleri bırakırdı, belki bir gün denk gelirsen sevmezdin kendini, bunu mu oluşturdun diye eleştirirdin. Bu nedenle büyük bir metal tabaka aldım, döverek çok geniş plaka oluşturdum. Fırında kristal yapısını değiştirip taşınırken kırılmasın diye sertleştirdim. Laboratuvarımın duvarını kırdırdım. Bahçeye dizdiğim levhaya sıvı polimeri incecik döküp içine gözenek oluşturucu kimyasallar ekleyip bekledim. Burada da kavun ve şeftali kabuklarının pigmentlerini çektim, karıştırdım. Bu ince tabakadan tam 6 tane oluşturdum. Geceleri plakayı odaya geri çekip yavaş soğutmayla daha sağlam deri elde ettim. En son, tüm katmanları üst üste koyarak gerçek deri tabakasını elde ettim, tüm bedenini oluşturdum ve kestiğim yerleri sıvı polimerle yapıştırıp soğuyana kadar bekledim. Bu en uzun süreç oldu. Günlerce uyumadan kaynaşması için beklediğim oldu. Derinin son tabakasını da tekrar plakaya koyup tam soğumadan vücudunu sardım, böylece 6 katmanın birleşme noktaları gizlendi ve sonunda sana kavuştum.

Seninle uzun vakitler geçirdik. Sen bana bakmıyordun ama ben saatlerce sana bakabiliyordum. Çok şeyler konuştum seninle, sıcaklığınla. Kollarına tutundum eskisi gibi. Ama 1928’e girdiğimde bir şeyler yetmemeye başladı. Bir sesini yapabilseydim, bir gözlerinle bana bakabilseydin, ellerimi kendin tutsaydın, ne güzel olmaz mıydı?

Başka bir mühendise gittim. Ses durumunu sordum. Ses düzeyiyle oynayarak istediğim ses tonuna ait verileri elde edebileceğimi, ama henüz çok kelime kaydı yapan bir kayıt sisteminin olmadığını söyledi (Şimdi evlerimizdeki yapay zekalı hizmetçilerimizi düşününce…).  Hemen kabul ettim, kendi sesimi birkaç cümleyle kaydettim: seni seviyorum, seni özledim, bir gün geleceğim, çok güzelsin. Ses cihazının ses yönüne inceli kalınlı teller yerleştirdim. Senin ses tonuna en yakın sesi elde edene kadar bu tellerin aralığını, sıklığını, kalınlığını değiştirdim. Bu da aylarımı aldı, sayısız kombinasyon, sayısız ihtimal…

Hafızalar geliştikçe ben de seni yenileyip farklı kayıtlar ekledim: Yemek hazır mı? Dışarı çıkalım mı? Günün nasıldı? Tüm ihtiyacım olan… Sesin beni daha az oyaladı. Yani çabuk sıkıldım. Hafıza teknolojisi o zamanlar çok yavaş ilerliyordu ve ben artık pes ettim. Üstelik bilimin bir yerlerde yetersiz olduğunu da kabullenmiştim. Başka şeylere ihtiyacım vardı, doğa üstü şeylere.

Bir büyücüye gittim.  Durumu anlattım. Bunun bir insanda çok zor olduğunu söyledi ama cansız bir varlıkta mümkünmüş. Hele ki birebir uyum sağlayan yapıdaysa işimiz kolaymış. İki sorunumuz varmış; ilki, canı kimden alacağımızmış, diğeri ise canını aldığımız kişi sonsuza dek ölmüş olacağı için sen de ölümsüz olacakmışsın. Bir süre düşüneceğimi söyleyip ayrıldım. Eve gelip seninle konuşmak istedim, işte düğmeler yetersizdi, seni seviyorum dedin soruma, yemek hazır mı dedin. Yemek hazır değildi, ben seni gerçekten yaşatmaya çalışırken yemek nasıl hazır olabilirdi? Çok güzelsin dedin. İşte o zaman kendimden vereceğime emindim.

Kendimi kandırmanın bir anlamı yoktu. Büyücüye gidip kaç yıl ömrümün olduğunu sordum. Böyle gidersen kanser olup 4 yıla öleceksin dedi. İnanır mısın bu beni hiç korkutmadı, çünkü böyle gitmeme ihtimali de vardı. Uzun ömrümü yok sayıp-çünkü gerçek sen olmadıktan sonra ne önemi vardı?- kalan ömrümü 2’ye bölüştürmesini istedim. Cansız bir varlığa can vermenin daha fazla zaman alacağından bahsetti, 1 yıla razı olduğumu, kalanı sana vermesini söyledim. Kabul etti. Ben heyecandan ölecektim.

Seni oraya taşımam imkansızdı. Biraz rüşvetle kadını eve getirdim. Seni görünce çok etkilendi ve ben seni inanılmaz kıskandım. Konuşturmadım, cihaz bozuldu dedim. İşinizi hemen yapın, ömrümden çalıyorsunuz dedim. Perdeyi kapattık. İçerisi loştu. Kalbim duracak gibiydi. Uyanınca beni sevecek miydin? Seni ne kadar sevdiğimi anlayabilecek miydin? Büyücü kadın zihnimi boşaltmamı istedi. Saçlarımı topladım, soyundum. Hazır olunca bilmediğim dilde bir şeyler mırıldandı, sonra sesi hızlandı, sesi yükseldikçe uykum geldi, uyuşmaya başladım, kendimi boşluğa bıraktım.

Uyandığımda saçlarım yastığa dökülmüştü, ilk görebildiğim buydu. Normal bir uykudan uyanıyorum sanmıştım ama başım ağrıyordu, birden uyumadan önce ne olduğunu hatırladım. Hemen başımı çevirdim ve sen vardın. Donakaldım. Yüzün de donuktu. Çok üzüldüm, sert halin ve yine sevgisizliğin, korkularım gerçek sanmıştım. Elini uzatıp saçlarımı düzelttin. Gülümsedin. Bileğinde tokam vardı ve sendin, gerçekti. Günaydın, dedin. Senin sesindi. Sarıldım, senin derindi. İnan 1 yıllık ömür umurumda değildi.

 Geri kalan ömrümün çok güzel geçeceğine emindim, 10 ay öyle de oldu. Gerçekte seninle yaşadığım mutluluğa yakın, aldığım aynı haz, üstte ve zirvedeydim. Sen olmadığını biliyordum ama inan beni etkilemiyordu. Her şey çok güzel gidiyordu.

Bir gece uykumuzda öksürüğünle uyandım. Boğuluyordun, kıpkırmızı olmuştun ve konuşamıyordun. Demek zamanı gelmişti. 1 yıldan biraz önce ölüm vaktiydi. Sana sarıldım ve sen bir anda sakinleştin. O an kalbim yandı, başım döndü, sesin uzaklaştı ve kendimi boşluğa bıraktım.

Uyandığımda yine yanıbaşımdaydın. Yüzün berbattı. Beni bırakıp gideceksin sandım. Ne olduğunu sordum, defalarca, cevap vermedin. Neden sonra gidip açılıp okunmuş bir mektup verdin. Eski bir dosttan gelmiş, bilmemi istediği bir şey varmış; dün gece öldüğün. Kalp krizi geçirerek öldüğün gerçeği. Gerçekte olmadığın. Yalancı seni konuşturmak istedim, sesin duruyor muydu, büyücü kadın seni hayallerime mi, gerçeğine mi bağlamıştı? Bana sarıldın, beraber atlatacağız dedin. Anladım, aslında hep benimleydin.

Öldüğün günün üzerinden 178 yıl geçti. Ölmüş olman gerçek olmayan sana sonsuz ömür olarak yazılırken, benim bağlılığımla ömrü bana da geçti. Sensiz hayat çok zordu. Gerçek olmayan sen de bana yetmemeye, hayat tat vermemeye başladı. Senin olmadığın bir dünya, ne zormuş, anladım. Biliyor musun, gerçekten yazmakla, düşünmekle, anlatmakla, rüya görmekle, konuşmakla, konuşmamanla, okumakla, uzun uzun beklemekle, çizmekle, istemekle, gelmeye çalışmakla, gelememekle, hep gitmek zorunda olmakla, uzak kalmakla, şarkılarda bulmakla, kaçmakla, gece boyu hayal etmekle, gündüz her yerde aramakla, şehirler ve ülkeler değiştirmekle bitmedi. Sen, ölmekle biter mi sanmıştın?
Gerçek sana, sevgilerle
Senin E.

*Mabel Matiz-Fırtınadayım
Önerilen şarkı: Mabel Matiz'in Maya albümünün 
bende bıraktığı etki,
Bu nedenle tüm albümü dinleyin! 

19 Haziran 2018 Salı

Maskeli Balo





            Sevgili “ben aslında buyum” diyemeyenler,

            Bugün burada toplanmamızın aslında çok önemli bir sebebi var. Bunu açıklamadan; öncelikle yüzyıllar önce topluluğumuzu kuran atalarımıza, bugün burada bulunan sizlere, geçmişte bizimle olanlara ve gelecekte de bizi yalnız bırakmayacaklara çok teşekkür ediyorum. Başkanlığım süresince bana sadık kalıp destek olduğunuz için de ayrıca minnettarım size. Sizin gibi yetenekli insanları toparlayıp aranızdaki iletişimi kuran lider olmaktan görevim süresince gurur duydum. Ancak bu ölümlü dünyada ben de yaşamımın sonuna yaklaşıyorum. Bakın, ellerimdeki lekeler her yeri kapladı. Keşke birkaç ömrüm daha olabilseydi, daha çok gerçekleştirebilseydik hayallerimizi. Bugünkü buluşmamızı da bir veda olarak algılamayın, ne olur. Ben son nefesimi dahi sizin için harcamaya söz verdim. Vücudum ruhumla birlikte buralarda salınıp durduğu sürece yalnızca sizler için çalışacaktır.

            Dostlarım; uzun bir süredir kimimiz maskelerimize, kimimiz ikinci yüzlerimize, kimimiz sahte gülüşlerimize gizlendik. İşte bu bahsettiklerimin arkasına saklanıp birçok insanı kandırdık. Söylemekten zevk aldığımız yalanlarla dünyayı onlara zindan ettik. Onlara vazgeçemeyecekleri, ellerinin arkasıyla itemeyecekleri şeyler vaat ettik ve biraz da hayallerini kurduklarını yaşattık. Sonra her şeyi ellerinden alıp onları mutsuz ettik! Tatlı dilimizle kendimizi onlara sevdirdik, hepsinin güvenini kazanıp kendimize alıştırdık ve sonra hepsini sırtlarından vurduk. Türlü türlü yalanlarla onları birbirlerine düşürdük. Melek gibi olan insanların beyinlerini yıkayıp cinayet işlemelerine sebep olduk. Kadın sattıklarında yaşayacakları parlak dünyayı onlara gösterip milyonlarca kadının kuyusunu kazdık. Çocukları çalıştırıp yan gelip yatmanın dünyanın en tatlı şeyi olduğuna inandırıp sokakları dilencilerle donattık. Üstelik böylece o kadınların ve çocukların ailelerinin de hayatlarını kararttık. Onlarla evlenip çocukların psikolojilerini bozduk. Böylece onların evlilikleri de kötü geçti ve genetik hastalıklar gibi her seferinde mutsuz ailelerin temellerini kurduk. Hırsızlığı arttırdık! Hastaların, iyi insanların, tatile gidenlerin, düğün hazırlığı yapanların paralarını çaldık. Dünyayı kirlettik, çöplerimizi yerlere attık, sigaralarımızı yerlerde söndürüp herkesi bu kolay yola alıştırdık. Pislenen denizlerle hastalıkları yaydık. Doktorların içlerine sızıp hastalara da yanlış ilaçlar vererek onları ölümle baş başa bıraktık.

            Bütün bunlar bize zevk verdi dostlarım! Biz bunlarla beslendik! Bütün bu anlattıklarım her birimizin hayat felsefesiydi ve nesilden nesile daha çok büyüyerek geliştik. Kimsenin tahmin bile edemeyeceği oyunlar oynadık onlara. Yıktık ve birbirlerine düşürdük onları en sonunda!

            Ve şimdi sevgili dostlarım, insanların bizi hemen tanıyabildiği zor bir döneme girdik. Yaptıklarımız hemen duyuluyor artık ve böylece tüm insanlık atacağımız adımlardan haberdar oldu. Kadınları kaçırdığımızda yakalandık. Hırsızlarımız paraları çalınca kendi dünyalarını kurup bize ihanet ettiler. Önümüze gelen insan sarrafı oldu. Birbirine düşürdüklerimiz “telepati” denen şeye tutunup her seferinde barıştılar. Tüm sorunları çözmek bir telefonu ele almak kadar kolay hale geldi. Eğitim arttı sevgili dostlarım! En önemlisi de, hepsi güveni yitirdi. Artık onlara canımızı da sunsak inanmaz oldular. Onlar inanmadıkça planlarımızı gerçekleştiremedik. Onları kandırmak için tüm kozlarımızı bitirdik. Artık yeni oyunlar kuramaz olduk. Yeteneklerimizi kaybettik. Üstelik onlara da benzedik biraz. Biz de başladık inanmaya. Birbirimizi dahi tanıyamaz olup birbirimizi yaraladık. Zarar gördük dostlarım! Kaybettik tüm varlığımızı!
***
             Şimdi resmi yeniden çizme vakti geldi dostlar! Kulakları dolduran uğultuları baştan almanın vakti geldi! Sokakları sarıp canlara kast etmenin, hayatları zapt etmenin, zihinleri acıyla doldurmanın,  bedenleri ruhlardan arındırmanın zamanı geldi! Yeniden canlanmanızı, insanlığı birbirine katmanızı istiyorum sizden. En çok mutsuz aileler istiyorum, çocuklarını çileden çıkaran ailelerden istiyorum. Çünkü daha kolay olur aç çocukları doyurmak! Hiç olmadığı kadar yalan söylemenizi, insanları kandırmanızı istiyorum! Karanlık dolsun günlerine ve kendi kör günlerinde boğulsun onlar!

            İşte bu gökyüzüne kaldırdığım eller, bu eller kutsasın sizi! Sizlere yeteneklerinizi yeniden bahşediyorum! Ölümü, adaletsizliği, zalimliğinizi yayın dünyaya yavrularım; yayılalım! Yeniden beslenelim yalanla, kanımızı besleyelim yine.     
    
            Ve sevgili yavrularım, ben öldüğümde dahi devam etmelisiniz her şeye. İki yüze sahip olmak ayrıcalıktır, unutmayın. Toprağın altında kemiklerim atalarımıza kavuştuğunda dahi ruhumla yanınızda olacağım sizin.

            Nice kötülük dolu günlere…


Elif Külah
Bambu Dergisi
Şarkı Önerisi: Maskeli Balo

29 Mayıs 2018 Salı

Çiçekli Mektup


"Birdenbire boşalan yolların
ortasındayım,
hedefler hep 
hep çok kolay olmuştu.*


Oldukça geç bir zamandı, hayli geç. Şimdi sen bu durumu abarttığımı düşüneceksin, üzerinden gerçekten yıllar geçti. Mevsim menekşeleri geçip çuhalara yetişmişken, zaman kalbimi yokladığında tam 23 yıl; bunun farkına ilk vardığım zaman bile 12 yıl fazlam vardı. Şimdi parçaları birleştirdiğimde daha iyi anlıyorum. 30 yıl önce, ilk günümde de zaten her şey için çok geçti.

Doğduğum gün bir mektup yazmak istemiştim sana. Dünya'da, yeryüzünde bir yerlerde nefes aldığını hissetmiştim ve garip bir hüzünle ağlayıvermiştim, pencere çiçeklerinin önünde. Onlar benim neden ağladığımı bilmezler ama sen artık biliyorsun. O hissi hala saklıyorum sağ avucumda. İnan hiç bırakmadım.

Sana göstermeyi denemiştim, sağ avucumu. Doğduğum günden 12 yıl sonra, seni gerçekte ilk gördüğümde. Hissim, seninle ilk kez yanyana geldiğimizde ağrığında, bahçede, erik çiçeklerinin altında, serinlik henüz gitmemişken. Hatırla, avucumda ne sakladığımı çok merak etmiştin. Israrlarına dayanamayıp göstermiştim sana. Sen görememiştin; dokundurmuştum, hissedememiştin. Erik çiçekleri küsmüştü sana, renkleri dökülmüştü, ağaç kurumuştu.

Bir mevsim sonra bir de kağıt vermiştim sana. Bir mektup. Ürpertiyle karışık heyecanla. Begonvillerden güç almıştım, bahçelerden taşışlarından. Senin mektubu görünce dudağına yerleştirdiğin gülüşten etkilenip aldanmıştım sevindiğine, duygulanmıştım. Oysa daha önce görüp hissedemediğin daha fazlası vardı avuçlarımda. Ayırt edememen ne kadar yazıktı, begonviller bile geri çekilip bahçede ağlamıştı.

Her şey için çok geçti, gördün. Kuduzotlarının da son zamanı. Onlar solmaya yüz tutarken sana, sana rağmen katlanmak. Görmez gibiydin beni, tenimi, avuçlarımı, gözlerimi, kokumu. Oysa senin kokun bir camdı derinin üzerinde, ismin çoğalışımdı kendi içimde, arttıkça doyduğum, sonraları boğulduğum. Bu yüzden 23 yaşımı yaşama isteğimle senden sıyrılmıştım.

Şimdi burada gün güzelleri, frezyalar, obrizyalar, japon çiçekleri, hüsnü Yusuflar. Sevgilim, sana bu mektubu mezarımdan yazıyorum, karabiber ağacı altında. Her şey için çok geç olduğunu 30 yıl önce de hissetmiştim.

"korkma bebeğim,
hepsinin sonu aynı,
çok yukarılarda biriymiş,
beni aldı."*


Önerilen şarkı için tık tık: Pencere önü çiçeği

*Mavi Sakal-İki yol


26 Nisan 2018 Perşembe

Hayaller Kucağı




"İşte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır."
Kehf Suresi, 78. Ayet


Beni kucaklayıp yavaş adımlarla götürdüğün mavilik, sana ve tüm dünyaya dair enerjimi bir vantuz gibi emerken rahatlıyorum. Bana değen tenin, yavaş yavaş karnımda yükselen tuzlu su. Hatırlıyor musun, "beni derinlere götür" demiştim, en derine. "Sen korkmuyor musun sığ denizden, bacaklarına değenlerden, insan gibi başka gözüküp başka hissettirenden?", "Balıklar benden güç alıyor." demiştin. "Hep onlara yakın yüzerim, ellerim ve kollarım denizde olunca hastalıkları iyileşiyor, yüzmeleri iyileşiyor, iyi geliyorum ben onlara." demiştin. Sonra bana dolanan kollarını bırakıp ellerini suyun dibine daldırıp bakmamı istemiştin. Bir sürü balık gelmişti eline doğru, yüzlercesi; başka balıkların yaraladıkları, insanların öldürdükleri, kayalara çarpıp derisi yüzülenleri, çabucak unutsalar bile kalbi kırıkları. Pullarını öpmüştün onların, sanki konuşmuştun bile, ellerine değenlerin yarası kapanmıştı.  yüzüşleri bile sakinleşmişti ve ben hepsini görmüştüm. Etkilenmiştim bundan. Beni de görüp beni de iyileştirmeni istemiştim, bir balık kadar olsun, yok muydu değerim? Yaklaşıp kollarına sarılmıştım ve sonunda balıkları bırakıp bana sarılmıştın. Karnımız değmişti tuzlu sudan yakın ve kollarımız, omuzlarımız, bacaklarımız ilk defa. Su, tenine kadife bir his veriyordu; gerçekten kadife gibi miydi tenin, suyun dışında da? Sana hemen yenilmiş, sana kendimi bir inci veya midye kabuğu gibi açmış gibi, bir bıçakla kalbimi kesip önüne sunmuş gibi hissetmiştim.

Senin beni bilebilmiş olman aslında bana garip bir mutluluk vermişti. Çekincemin yanında, mutluydum, mutluydum ve inanır mısın çok mutluydum. Zayıflığını bilebilmek ve kalbini, şimdi büyüklüğünü unuttuğum ama avuçlarımda hala sızı gibi hissettiğim kalp kemiği. Tam suyu aşıp burnuma gelen kokun, tam ellerimi yukarda tutan ellerin ve tam karnın; hepsini eteğimde biriktirir gibi tam toplarken sen beni yeniden zirvede bırakmıştın yine, yine yine! Yine söylüyorum, korktuğun köpeklerden kaçar gibi, aniden uzaklaşmış, unuttuğun bir şeyi hatırlamış gibi birden değişmiştin. İsa'nın ölmeyip göğe çekilişi gibi sudan çıkmış, ben daha ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan alelacele kaçıp gitmiştin. Kıyafetlerini giyinirken, yine ezbere bildiğim o hırka, onu bana vermemiş miydin, gözlerimi kısıp baktığımda, onu ben saklamış, koklamış, sarılmış ve ağlamamış mıydım, şimdi burada ne işi vardı, o hırka benim odamda değil miydi diye zihnimi sorgularken birden bütün bu anların asıl yalan olduğu düşüncesi düşüverince,  delirdiğimi sanıp, dedim ki "O telefon hiç çalmamış mıydı?"

Bugün bile hala o gün ne olduğunu, gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu bilmesem de yıllar sonra yoluma çıkan tanıdıklarla bazı cevapları bulabildim. Aslında onu hiç görmemiştim, adını hiç öğrenmemiştim ama 3-5 sokak ileriden sana ait kanı beni çekmiş gibiydi. Bir mıknatıs gibi yolları aşıp geldiğimde, "Ben," dedim. "Ben, Elif." Başka bir şey sormadı bana. Ne soyismimi, ne nereden geldiğimi, saati, açlığımı, üşüyüp üşümediğimi. "Sizi 2 kişi değiştirdi." dedi, "2 kişi bozdu sizi." Ne dediğini anlamadım, sormadım, sormam için fırsat da vermedi. Eşi geldi içeriden, bana bakarken "Elif'miş" dedi ilk kişi. Buğulandı gözleri kadının, "Ah o 2 kişi..." dedi. Ona da bir şey soramadım. İki kişiyi, kim olduklarını, ne yaptıklarını hiç bilemedim. Benim derdim, seni beklemeli miydim, nasıl değiştiğini görmek için burada bir ömür beklesem, "Elif, git artık." diyebilirler miydi? Yoksa bunlar da mı hayaldi?

_________________________________       *    __________________________________


Evime dönüyorum. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Parmak uçlarımda yürüyorum. Herkes çoktan uyumuş. İçim öyle bunalmış ki sanki tüm dünya uyumuş da yalnız ben varmışım gibi, kalbimi kafeste hissediyorum. Hatta diyebilirim ki kafesler içinde bir kafesteyim. Kalbimde yangın, kalbimde sustuklarım, kalbimde biriktirdiklerim, sakladıklarım, sokaklarım, özlediklerim, hatıralarım, tüm sevdiklerim; gözlerimde rüyalarım, zihnimde yüzler, burnumda kokular. Ne kadar yorulmuşum, kalbim nasıl ağrımış bir kaç saatte. Senin gelmeyişini beklerken ne kadar çok anı dönmüş de nasıl hep aynı sona koşmuş o yollar. Yollar aynı yerde düğüm hep, akıyor kan gibi gözümün önünden; görüyorum daha çok.

Gözlerimi kapatıyorum. Şehirleri geçiyorum, şehirlerden vazgeçiyorum. Çam ağaçlarını, akasyaları, ortancaları, vapurları, kuşları, bavulları bile bırakıyorum. Ruhumda şimdi ne bir hüzün, ne bir burkuntu. İçindeki tüm balıkları yitirmiş bir deniz gibi durgunum. Karnımda bir bebek, ışıktan hamile kalıyorum; denizden, balıklardan bebeğim. Gözyüzüne uzanıyorum. Karanlığı çoktan giyinmiş günün gökyüzüne uzanıyorum. Her şey daha net şimdi. Bir fotoğraf görüyorum, tüm göğe yayılmış. Benim fotoğrafım. Gökyüzüne nehir gibi yayılmış fotoğrafım. Ayı alıyorum avuçlarıma, onu yiyorum ve o zaman daha net anlıyorum, Ay gökte güzelken, onu ben aldım göklerden.

Bu hayali ayrılışın elbette bir öncesi olmalıydı ve hırkan da, 2 kişi de, denizler ve balıklar da hayalmiş işte tamamen.

Şarkı Önerisi: Can Kazaz: Biraz

13 Mart 2018 Salı

İnsan Kirliliğini Giderme Yöntemleri





"Birisini suçlayan ispata mecburdur.
İspat edemezse ölüm cezasına çarptırılır."
Hammurabi Kanunları*

Son yıllarda gereksiz insan nüfusundaki aşırı artış nedeniyle meydana gelen insan kirliliği, Dünya için geri dönülemez zararlara yol açmaktadır. Güncel bilgilere gör7.608.082.166 olan insan sayısının çoğu parazit ve faydasızlar gibi kategoriler altında bulunmaktadır.(1) Bu kontrolsüz gelişimin ana kaynakları;

a. Cahiliyet
b. Özentilik
c. Art niyet
d. Bilinçsizlik
e. Kendini bir şey sanmak olarak sıralanabilir.

Dünya'nın kirlenmesine sebep olan problemler bir çok faktör ile ilişkilendirilebilir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre bu faktörlere insanların yağmur suyunda çözünemeyen duyguları, kişilerin birbirlerini harcaması, günlük beyin yıkama ünitelerinden gelen dayanaksız fikirler, nihai üründeki safsızlıklar ve en önemlisi de ekonomik sebepler örnek verilebilir.

Gerçek ve kaliteli insan nüfusunu azaltan sebepler iş ortamı, arkadaş ortamı, aile-akraba-komşu ortamı, eş-sevgili ortamıdır. İş ortamı mobing adı altında kişileri zorlayarak mutsuz etmekte, bu sebeple beşer, iyi niyetli duygularından arınarak daha sert (bknz: metallerin özellikleri) ve kırılgan (bknz: ametallerin özellikleri) bir kişilik kazanmaktadır. (bknz: metal-ametal arasındaki bağlar kovalent bağlardır. Dolayısıyla hem kırılgan hem de sert özellik kazanan insan, düşük erime noktasından dolayı hayattan kolayca kopabilmektedir.) Bilinçsiz edinilmiş arkadaş ortamı, kişinin en çok harcandığı alanların başında bulunur. Yanlış arkadaş kişinin doğru yoldan sapmasına sebep olmaktadır. Aile-akraba-komşu ortamı insanın olduğundan farklı biriymiş gibi gözükmesine sebep olmaktadır. İki dünya arasında kalarak karmaşa içerisinde bulunan kişi zamanla kendi içine kapanabilmektedir. Eş-sevgili ortamı doğru kişilerle birleşilmeyen hayatın bir ömrü nasıl etkilediğinin en somut örneğidir. Hem fiziksel hem de kimyasal bağların bir arada gözlendiği bu ilişki insana ciddi zararlar verebilir. İşte tüm bu faktörler iyi niyetle devam ederek diğerlerinden ayrılan "dolu" kişilerin de diğerlerinin arasına karışmasına neden olabilmektedir.



Dünya populasyonunun artması, yukarıda açıklanan sebeplerle azalan iyi kişi sayısının ve doğal duyguların azalması nedeniyle acilen arıtım yöntemlerine yönelinmesi gerekmektedir. Bu giderim yöntemleri üç ana başlık altında sıralanabilir.

1. Fiziksel arıtım: Bu arıtım yöntemi eleme yöntemidir. Arıtılmak istenen kişi uygun gözeneklere sahip eleklerden geçirilerek arıtılabilir. Bu basamakta aşırı su harcanabilir. Bknz: gözyaşı ve üzerine içilen soğuk su. Ayrıca işlem sonucu aktif çamur oluşabilmektedir. Bu çamurları arıtmak için de kulakları yabancı seslere kapatmak en iyi alternatif yol olacaktır.

2. Biyolojik arıtım: Bu arıtım yöntemi kişinin kendi özbenliği, biyolojisiyle ilgilidir. Kolloidal ve askıda katı madde şeklinde vücutta dolaşabilen hisleri arıtmak için bunları parçalamak gerekir. Hem aerobik (ev atmosferinin yeterli olduğu) hem de anaerobik (temiz havanın, oksijenin gerekli olduğu) ortamlarda bu işlem gerçekleşebilir. Böylece kişi atık kişiyi hem kalbinden hem de beyninden arıtabilir.

3. Kimyasal arıtım: Bu arıtım yöntemi evde denenmemesi gereken sakıncalı yöntemler arasında bulunmaktadır. Kesin bir yolu bulunmamakla birlikte literatürde bazı örnekler vardır:

3.a. Patrick Süskind, Koku adlı romanında karakter, kişileri öldürmekle birlikte cesetlerden kurtulmuştur. Geriye yalnız öz kokunun kalmasını istediği için ileri kimya tekniklerini kullanmıştır. Büyük distilasyon kolonu ile özütü çıkaran kahramanın bu yöntemi kimyasal arıtıma örnektir.

3.b. Franz Kafka, Dönüşüm adlı romanında yukarıda anlatılan olumsuz ortamlardan sıyrılamamış, bu nedenle kendisini kimyasal yöntemle dönüştürmüştür. Bu kimyasal yöntemde zihin gücü ve çok güçlü hormonsal bir dönüşümle böcek haline gelmiştir. Kendini dış dünyadan arıtan karakter, başka bir bakış açısıyla kimyasal arıtımın en iyi örneklerindendir.

3.c. Wolfgang Hildesheimer, Bay Walser'in Kargaları adlı çalışmasında hoşlanmadığı kişileri kargalara dönüştürmektedir. Bu yapıt, kişinin boyut değiştirmesi olarak nitelendirildiği gibi hacimsel olarak azalmaya katkıda bulunduğu için oldukça başarılı bir örnek olarak sayılabilir.

Görüldüğü gibi kimyasal arıtım, geri dönüşümü olmayan (irreversible) bir arıtım yöntemi olduğu için YASAKTIR. 

Sonuç olarak Dünya'ya ve iyi insanlara zararı dokunan kişilerin uygun yöntemlerle arıtılmaları gerekir. Görüldüğü gibi en etkili yöntem, fiziksel arıtım ve arkasından eğer gerekli ise biyolojik arıtımdır. (2)

Çalışmada optimum şartlar incelenmiş, uygun arıtım yöntemleri önerilmiştir. Bu çalışmanın nesillere faydalı olması düşünülmektedir. 

Kaynaklar

1. http://www.worldometers.info/tr/
2. Külah Kuzu, E., Endüstriyel Atık Suların Membran Prosesleriyle Arıtımı, Kimya Mühendisliği Bölümü, Yüksek Lisans Tezi, 2018

Çok eğlenerek yazdığım, atık su arıtımını içeren tezimin
gerçel dünyaya uygulanmış halini paylaşmaktan onur duyuyorum.
Önerilen şarkı: Yeni Türkü-Maskeli Balo

7 Mart 2018 Çarşamba

Romanya-Timişoara'da Erasmus

"Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu,
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri."
Cemal Süreya

Tam 1,5 yıl önce Erasmus sınavını kazandığımda, döndüğümde her şeyi uzun uzun anlatacağıma dair kendime verdiğim sözü yerine getirmeye hazırım sanırım. Bunun için derin bir nefes almalıyım, ama öyle derin ki, çünkü çok özledim, o kadar özledim ki Timişoara'yı...



Ailemle daha önce Türkiye'nin tüm şehirlerini ve Balkanları gezme fırsatım olmuştu ama ben hep uzun süre yaşamak istemiştim. Elbette kafamıza göre gezebilmemizin tek nedeni: Yeşil Pasaport.Ben 2 sene önce hem çalıştığım için hem de yaşımdan dolayı yeşil pasaport hakkımı kaybettim. Yüksek lisans yaparken Erasmus sınavına girdim ve ilk tercihim Romanya olmuştu. Diğer ülkelerin dil sınavında bir baraj isteyebileceğini duymuştum, Romanya için 50 yeterdi. Ben de bu yüzden orayı seçtim ve sonuçta gitmeye hak kazandım...

Erasmus sınavını kazandıktan sonra bazı prosedürler başladı. Karşı tarafla ders eşleştirmesi yaptık. Sanırım o aşamada bir sorun oldu. Çünkü ben yüksek lisansta ders dönemimi bitirmiş, tez aşamasına geçmiştim ancak orada yine de ders aldırdılar. Oraya gidince gördüm ki benimle aynı aşamada olan diğer arkadaşlarım ders almamıştı. Bu yüzden eğer benim gibi giderseniz okulunuzu defalarca uyarın, sonra benim gibi yüksek lisansınız uzamasın.

Ders eşleştirmelerinden sonra sağlık raporları (özellikle belirtecekler, en az 1 yıllık, 30.000 Euroluk cenaze masraflarını da karşılayan olmalı, yoksa oturum izni sırasında sıkıntı yaşarsınız, yaşayan oldu. Size belgeyi verirken 2 ya da 3 kopya alın derim. Çünkü ıslak imzalı isteyen yerler olur ve elinizde fotokopiyle kalakalırsınız. Benim gibi döndükten sonra tekrar yurt dışı planınızda bir daha sağlık sigortası peşinde koşmayın derim. :) ), pasaport fotokopileri gibi belgeleri hallettikten ve karşı tarafa ilettikten sonra kabul mektubu gelecek ve siz vizeye başvuracaksınız. (Pasaportla ilgili şunu söylemek istiyorum, ben yine 1 önceki sene iptal olan bilmem kaçıncı yurt dışı planı için bordo pasaport almıştım 1 yıllık ve süresi henüz dolmamıştı. eğitim için gittiğim için okuldan öğrenci belgesi ve "2 yıl ücretsiz kullanabilir" yazılı belge aldım ve harç parası ödemeden yalnız 80 TL defter ücretiyle pasaportumu yeniledim. Bir önceki pasaportumdan kalan günleri de eklediler. Örneğin 18 ağustosta bitecekken ben mayısta aldım pasaportu. seneye mayısta değil de ağustosta bitirdiler son kullanımı. Bu bilgi de işinize yarayabilir. Okuldan aldığım belgeyi vergi dairesinde falan mühürlettim, o prosedürleri unutmayın, gerçi mutlaka Uluslararası İlişkiler Ofisi hatırlatır.) Romanya'da vize işleri biraz sıkıntılı. Kabul mektubunu beklediğiniz için, kabul mektubu da oldukça geç geldiği için telaş yapacaksınız, yapmayın. Bütün gidecek kişiler aynı sorunu yaşadık, bizden sonrakiler de yaşadılar. Vize için önce İnternet'ten randevu alacaksınız. Randevu sırasında online olarak belgelerin yüklenmesi gerekiyor. Bu sırada kalacak yer belgesi, kabul belgesi gibi başlıklar var. Bizim kalacağımız yurt ile ilgili bilgiler kabul belgesindeydi, dolayısıyla 2 başlığa da aynı dosyayı yükledik, siz de aynı durumda olursanız şaşırmayın. Yüklemeyi yaptıktan sonra bir PDF indireceksiniz. Burada bir barkod da var. Bu belgeyi almayı, kaydetmeyi ve çıktı almayı hatta randevu gününde yanınızda bulundurmayı sakın unutmayın. Yoksa gidip tekrar kayıt yapmanız gerekecektir. Bölgesel olarak Ankara veya İstanbul'a yönlendirecekler sizi. Sanıyorum İstanbul hemen size randevu veriyor ancak Ankara'da geri dönüldüğünü hiç duymadım. Bu yüzden 1 hafta bekledikten sonra kalkıp gittim. Biraz sert davrandılar, niye geldin falan dediler, ben de biraz çıkıştım onlara hatta tartıştık :) ama sorun olmadı, korkmayın :) Romanya'ya gidince öğrendim ki tüm arkadaşlar benim gibi yapmış. Hemen başvuruyu aldılar, 2-3 haftaya çıkar dediler ancak 10 gün içinde çıktı. Elinizde ne belge varsa hepsini götürün. Burada da belgelerinizin hepsinin fotokopisini hatta 2 kopyasını yanınızda bulundurun. Ne olur ne olmaz diye yurt dışına çıktığınızda da bulunsun kopyalar. Ben hesabıma hiç para aktarmadım, bakın bu hibe belgem, hibemle geçineceğim dedim. Siz yine de bir miktar yatırın tabii :)

Biz Romanya'ya ailece gideceğimiz, biraz gezeceğimiz için ben bir de Schengen vizesi aldım Yunanistan'dan. O da 4-5 gün içinde çıktı. İşte bu aşamada hesabıma yüklü bir miktar para yatırdım ve babamdan tüm masrafları karşılayacağına dair dilekçe aldım. Emekli olduğuna dair vergi dairesinden belge aldık, evin tapusu, ehliyet fotokopisi, arabanın yeşil sigortası vs... Yine tur planları, oteller, yiyecekler. Bu sefer sanırım 14 gün sürdü. yine 6-7 ülke gezdik. En son ülke Macaristan'dı, Romanya'nın Timişoara bölgesinden geldik Romanya'ya...

Oldukça gergindim, yaklaştıkça hem seviniyor hem korkuyordum. Timişoara'ya girdiğimizde akşam üzeriydi ve neredeyse ağlayacaktım. Çok kötüydü. Önce ailemi otele yerleştirdik, sonra benim yurduma geçtik ve yine yurda girince daha kötü oldum. Yurdun karışık olduğunu biliyordum ama tuvalet ve banyo en azından ayrı olur diye düşünmüştüm. O kadar sesliydi ki seslere karşı aşırı hassas olan ben, dedim ki yapamayacağım... Odam oldukça pisti. O gece annemler yurttan giderken Türk birini görmüşler, merdivenlerden inerken telefonla konuşuyormuş ve Beşiktaş forması varmış:) Sezer'le hemen odama geldiler. Onlar gidince de Ömer'le tanıştım. Kendimden birileri olunca rahatlamıştım. (Sezer ve Ömer kalp ben) (Korkmayın, sonradan anladım ki bu sesler yurda yeni yerleşme sesleri, sonrasında bir daha asla o kadar ses olmadı :) )

Ertesi gün ailemle şehri gezdik. Bir gün önce bende oluşan tüm düşünceler silindi gitti. Masal gibiydi, çok güzeldi. Hemen Iulius Mall'a gittik.  Auchan'dan alışveriş yaptık. (Iulius Mall çok büyük bir AVM. Her şey  bulunuyor. Yurttan ve merkezden yürüyerek gidebilirsiniz, biraz uzun sürebiliyor, yarım saat-45 dk kadar. Soğuk olmadıkça gidilebilir bir mesafe. Onun dışında yurttan otobüsler de var. Auchan ise Iulius Mall'un içindeki Migros gibi alışveriş yeri. Dönemsel olarak içerisini değiştiriyorlar ve ben acaba bu hafta ne yaptılar diye sürekli gittim, hafta içi hep oradaydım diyebilirim. Kış sezonundaysanız Halloween, Christmas, black friday ve kış çaylarını kaçırmayın derim. Bir de sanırım 1 Aralık Romanya için çok önemli bir gün ve etkinlikler oluyor, bu dönemde de yöresel hediyelikler bulmak mümkün. Ara sıra da antika, el emeği şeyler sergileniyor. Bir de biraz daha uzak olan Shopping City var. Burada da kışın buz pateni falan oluyor. Iulius Mall'a göre daha küçük ve yeri biraz daha alt kesimin olduğu yer. Ama ben buraya da çok sık gittim:) Bir de Decathlon var. En sevindiğim bu olmuştu.
 Oradan bir yağmurluk kapıp yağmurlarda rahat rahat gezdim. Bu bölgede de çok alışveriş yerleri var, her şey çok rahat bulunuyor. )Yurda geri döndük, babam hemen odamdaki elektroniklere el attı. Ertesi gün öğlen saatlerine ailem beni bırakıp gitti. Sanırım en zor anlardan biriydi. Ben de çantamı alıp hemen temizlik malzemeleri almaya gittim. 2 gün boyunca odayı üçer kere temizledim. Sonra oda arkadaşım Özge geldi, kattakilerle kaynaştık. Birkaç gün sonra merdivenlerden inerken Salih'le karşılaştım, Sonra Enes, Taner, Tanju, Çaça ve UVT'de okuyup diğer yurtlarda kalan Eren ve Yunus... Hayatımın en güzel 6 ayı başladı...



Eğer UPT'deyseniz bizim gibi, bizim olduğumuz bölgede, bizim yurtlarda kalırsınız. Mutfak da dahil her yer ortak. Minik bir lavabo var odada, buzdolabı, 2 kapaklı bir gardırop (2 kişi için...) yatak ve masanız var sadece. Çarşaf, battaniye ve yastık veriyorlar yalnız. Yorgan yok. ama odalar aşırı sıcak oluyor, genelde tişörtle duruyorduk odada. Bu nedenle battaniyeye nevresim geçirmek yeterli olacaktır. Eğer sorun yaşarsanız Auchan'dan alabilirsiniz. Oda arkadaşım Özge Decatlon'dan tamamen açılan uyku tulumu aldı, bence en güzel hamle bu oldu:) Banyoda sıcak su her zaman vardı. Tuvalet genel olarak bizim katta pisti. Artık gözlerimizi kapatıp kullanıyorduk. Üstelik kapıyı kapatmayanlarla kavga etmeye de hazır olun. Ben duşa genelde temizlik günleri (pazartesi) veya tüm kattakilerin eğlenmeye çıktığı cuma veya cumartesi günleri giriyordum. Ancak her şeylere hazır olunuz, sevgililerle yanyana duşa girmeye, ortalıkta çıkardıkları çamaşırlara, şarkı söyleyenlere, tuvalette oyun oynayanlara, her şeye alışıyorsunuz zaten. :) Mutfağın yanında çamaşır odası var. Sistemde bir plana göre 4 saatlik randevu alıp çamaşırlarınızı yıkayıp kurutma makinesinde kurutabiliyorsunuz. Ütü yok, çok gerek de olmuyor. :) ama bir tavsiye, kurutma makinesini çok aşırı sıcaklığa getirmeyin, kıyafetlere ciddi zarar verdiğini düşünüyorum ve kurutma makinesinden çıkarır çıkarmaz hemen odanızda bir yerlere asın, o sıcakla ütülenmiş gibi oluyorlar. Mutfakta masa, lavabo, fırın ve mikrodalga var. Fırın ve mikrodalgayı kullanmak ister misiniz bilmem :) eşyalarınızı odanızda saklayın derim, çalıntı olmasa da karışma ihtimali oldukça yüksek :) Biz buzdolabımızın üzerine bulaşıklık almıştık ve her şeyimizi ona yerleştirmiştik. Mutfak kalabalıksa kaçırmayın derim. Çok eğlenceli oluyor ve başka kültürlerin yemeklerini öğreniyorsunuz. Çin,  İtalyan, İspanyol, Romen ve Yunan mutfağına ait yemekleri tatma fırsatımız oldu. Özellikle İtalyanlar çok paylaşımcıydı. Sık sık bize pizza ve makarna yapıp ikram ettiler. Yunan arkadaşımız bana göre bizim Erasmus döneminin en değişik ve eli bol kişisiydi ve bize kendi yemeklerimizi sıkça ikram etti:) İspanyollarla ben son dönemde vakit geçirme imkanı bulduğum için oldukça üzgünüm. Ama yemek saatlerimizin aynı olduğu, hep beraber yemek yaptığımız Daniel'le hala görüşüyoruz. :) Daniel kalp ben.


Telefon hattı almak için acele etmeyin derim. Her yere ulaşım çok kolay. Uçaktan indikten sonra taksiyle (sanırım 50 lei tutuyormuş.) veya otobüsle (daha  kolay, biraz araştırırsanız saatlerini bulabilirsiniz, harita kullanıp durakları bulabilirsiniz) yurda ulaşabilirsiniz. Oradan hemen merkeze gidip (yürüyerek bile 15-20 dk sürüyor.) kendinize hat alabilirsiniz. Bizim dönemde Mcdonalds'ın free Wifi'si vardı, oraya bağlanıp hemen ailenize yazabilirsiniz. Biz hat olarak Vodafone kullandık. 35 lei kadar ödedik sanırım, 10 gb vardı. Zaten whatsapp telefonla ilgili olduğu için aynı numaradan görüşmeye devam ettik. Ancak Hattınızı aldığınızda mutlaka orada takın, deneyin ve internete bağlandığınızdan emin olun. Çünkü ayarlar gerekebiliyor, boşu boşuna tekrar gitmek zorunda kalmayın, rica edin.

Ulaşım çok kolay. Size lazım olan her yere yürüyerek gidebiliyorsunuz. Gitmeden önce Offline harita indirin derim. İlk anda gitmeyi düşündüğünüz yerleri haritada işaretleyin. Havaalanı, otobüs durağı, yurt, merkez, alışveriş vb. Böylece taksiye binseniz, taksici adresi bilmese bile oldukça rahat olur. (Özge hatırlıyor musun deli taksiciyi:) ) Bir de otobüs, tramvay uygulamaları var, onu mutlaka indirin. Hangi durakta olduğunuzu, nereye nasıl gideceğinizi inanılmaz kolay bulabilirsiniz. Örneğin Iulius Mall'a gideceksiniz, bu durağa tıklayınca oradan geçen bütün otobüs, tramvay ne varsa gösteriyor, size yakın durağı bulup dakikasını da kontrol ederek çok kolay ulaşabilirsiniz her yere. Bilet konusu ise size kalmış :) Ben gidince 1 tane bilet aldım, otobüse bindiğimde elimde tuttum, nasıl kullanacağımı bilmiyor gibi davrandım. polis gelseydi "ben yabancıyım, bilet aldım ama kullanamadım" demeyi düşünmüştüm. Hiç böyle bir sorun yaşamadım çok şükür (Özge yoksa yaşadık mı:) ), Üstelik Prag'da polise yakalandığımda en şirin ifademi takınıp aynı oyunu oynadım ve polis tatlı tatlı nasıl kullanacağımı gösterdi :)

Merkezden yurda giderken sağda bir çocuk parkı var, biz geceleri oraya giderdik. Çok eğlenceli, kaçırmayın derim:) Bega donduğu zaman üzerine çıkıp yürüdük (Evde denemeyiniz.) 2021'de Timişoara Avrupa Kültür Başkenti olacakmış. Bu yüzden yıl içinde konserler oldu, olmuş ve olacakmış. 2021'de kaçırmayın diyorlar, bakalım belki toplanırız!

Yurt dışına çıkıp gezmek konusunda bazı sıkıntılar yaşandı. Bizimkilere Schengen vizesi çıkmadı.. Ben o bölgeyi gezdiğim için tekrar başka yerlere gitmedim. Ukrayna ve Moldova'ya geçecektim ancak çok ciddi sağlık problemi nedeniyle acil Türkiye'ye dönmek zorunda kaldım. Hem Türklerin hem de oturum izni ile Romenlerin vizesiz gittiği yerlere gidebilirsiniz. (Balkanlar, Sırbistan, Ukrayna, Moldova ve Dubrovnik) Trenle ulaşım var, bilgi alabilirsiniz. Bir de Rynair'ı mutlaka takip edin, 5-10 euroya çok yerler gezebilirsiniz, hele ki yeşil pasaportunuz veya uzun süreli Schengen'iniz varsa :)

Kıyafet konusunda size güzel bir haber vereyim, Textile House adında ikinci elciler var, aslında fiyatları çok uygun değil, ona vereceğime gider yenisini alırım diyorsunuz. Gerçi çok nostaljik parçalar çıkmıyor değil ama en güzeli de indirimler :) Belirli günlerde (bu günlere dair broşürler dağıtılıyor) çok güzel indirimler oluyor. 18 lei ile başlıyor, 16-14-12-10-8-6-5-4-3-2-1! :) 10 gün sonra her şey 1 lei oluyor. 10 lei'den özellikle de 5 lei den sonra güzel şeyler bulmak zor. Biz genellikle 5 lei gününde tüm şehri talan ediyorduk :) Çok güzel şeyler bulup aldık inanın. Bu yüzden çok fazla kıyafet götürüp kendinize yük yapmayın, oradan alıp dönün :) Bakınız ekte o güne ait mutluluk pozumuz mevcut :) (Sezer sarı gömleğini almaya gelirsen sana onu vereceğim :) )Hediyelerinizi de yine buralardan veya Black Friday'e denk gelirseniz her yerden alabilirsiniz. Ben Auchan'dan Romanya'nın klasik simgelerini içeren dosya ve kalem almıştım bir sürü. Yılbaşında Christmas Market kurulduğunda da magnet, kaşık, bardak altlığı kupa falan almıştım. Kendime oradan hep kullanabileceğim şeyler aldım. O yüzden şuanda sürekli evimde o günleri anıyorum. :) (Özge iyi ki kupalarımızı almışız!)

Yaklaşık 1 ay sonra size oturum izni almanız için e-mail gönderecek okul. 6 veya 7 tane belge gerekiyor. Yeni bir sağlık raporu alacaksınız, yine yurtlar bölgesinde bir binadan. 3-4 dakika sürüyor zaten, kadın bakıyor sağlamsın, hop mühür basıyor, bu kadar. İsmi kadar tatlı olmayan Anna Cucu (tam böyle miydi hatırlamasam da, gerçi döneminize ve binanıza göre değişir ama göre kendisi 11C'nin efsanesidir.) yurtta kaldığınıza dair belge alacaksınız. Okuldan öğrenci belgesi vs.. Çok yardımcı oluyor herkes. Zaten oturmuş bir düzen var. Daha sonra polis ofisine gideceksiniz, adresi okul verir zaten. (İmmigration Office) Yurttan yürüyerek gittik biz. Sanırım yarım saati geçti. Ancak çok erken saatlerde gitmenizi tavsiye ederim, öğleden sonra başka işlemlerle ilgileniyorlar ve sonra elinizde patlayabiliyor.. Ayrıca iznin çıkması sanırım 2 hafta kadar sürüyordu ve siz belli bir süre bu izinsiz kalırsanız kaçak sayılıyorsunuz. Polis sizi çevirip pasapotunuzdan ne zaman girdiğinize, hala çıkmadığınıza bakıp sorun çıkarabilir. (Hepsi efssane, doğruluğu hakkında bilgim yok.)

Yurdumuzun olduğu yerde bir sürü küçük alışveriş yeri vardı. Bizim bim ve a101'imiz gibi Profi, Lidl :) Sebze, meyve, her türlü şey  buralarda bulunuyor, korkmayın. Tek bulamadığımız ince bulgurdu ama onu da diğer yanımızdaki Arap marketinde bulduk :) Garip bir şekilde orada çok fazla Suriyeli, İranlı vardı. Ama korkutmasın, gerçekten yiyecek sektöründe Timişoarayı götürüyorlar diyebilirim. Bir çok yerde Shourma buluyorsunuz. En güzeli de bizim yurda yakın yerde olanıydı sanırım. :) Bunu bizim dönemdekiler çok bilmez (Katta çok sevdiğim, gece sohbetleri yaptığımız canım Andrea götürmüştü beni oraya) küçük bir baraka gibi kafe var. Orada mutlaka Papanaşi yiyin. Çok geç keşfettiğim için çok pişmanım. Bence Romanya'ya özgü en güzel tattı... Auchan'dan kalın mısır unu alın ve Romenlere sorup Mamaliga yapın. Çok esprisi yok, ama denemedim demeyin :) Kozonac deneyin, sabahları merkezden taze çıkmış kruvasanlardan tadın. Bizim simitimize benzer covrig tadın. :)
Orada küçük pizzalar, börekler satan yerler var. Oralardan mutlaka alıp tadın. Gulaş tatmayı unutmayın. Siyah pirincin tadına bakın, mozorella alın. Ben merkezde kiliseye yakın ara sokaklarda bu 4 tatlının olduğu minik kafeyi, Prospero'yu bulmuştum. Aralıklarla oraya gidip her şeyin tadına baktım ve Timişoara'daki tüm kafelere girip çıktım diyebilirim. (Prospero çok yerde varmış hatta yurda daha yakın yerde varmış ama onu son günlerde Sezer sayesinde öğrenmiş oldum. )
Bir de favori omletçimiz vardı, geç keşfetmiş olsam da... (Fotoğrafı eklesem de dik olarak yüklemekten vazgeçmiyor sistem...) Gece 2'ye kadar çorba yapan yeri bulup çorba için. Massimo 'da özel peynirli tatlılardan yiyin, Carturesti'ye mutlaka gidin ve sütlü çay için, hatta çayların hepsini deneyin. Iulius Mall'da veya Shopping City'de Dünya mutfağını tadın (Noddle, Meksika dürümü ve pizza dışında tatmadım, böyle konuştuğuma bakmayın.)


Özge ve ben akşamları çay partileri veriyorduk. :) Bu genelde bizim odamız oluyordu. Çinli arkadaşımız Jie bize Çin çayı içiriyordu, Pakistanlı karşı komşum Ali'yle domuz eti konusunda birbirimizin arkasını kolluyorduk. Afrikalı Josi bize danslarını gösteriyordu, İtalyanlar makarna yapıyor, Romen arkadaşlar bize destek oluyordu. Belçikalı Sofie bizi evine davet etmişti 2 kez, o anlar da bizim için çok özeldi. İspanyollarla farklı bir ilişkimiz oldu. Onlarla aile olduk. Çok özel günlerimiz oldu. Saatin, zamanın öneminin olmadığı bir 6 aydı benim için. gece 4müş, 5miş, umurumuzda değildi. Canımız istese Bega'ya yürümeye gidiyorduk, odada  bunalıp merkeze çıkıyorduk, acıkınca shourma yemeye gidiyorduk. Uyku tutmazsa gidip Salih'le Ömer'i uyandırıyordum. Ders çalışamazsak birbirimizi zorla aşağı indiriyorduk, orada bile batak atıyorduk. :) Yılbaşında katta parti vermiştik ve sonra 4. kattaki partiye katılmıştık. Bizim başka ülkelerden olduğumuzu öğrenip bize yöresel danslarını öğretmişlerdi. Sanırım odaya döndüğümüzde 4ü geçiyordu.
Merkezdeki yılbaşı anını ise hayatım boyunca unutamayacağım. Balkanların dondurucu soğuğu, yağan yağmur kimsenin umurunda değildi. Her yer sıcak şarap kokuyordu, her yerde yemekler pişiyordu, herkes özgürdü en önemlisi. Şimdi söylesem anlamazsınız ama Popescu bile fotoğrafta! :)

Bir de komik bir anım var, aslında yazmayacaktım ama Oğuzhan'dan destek aldım:) Son günlerimde, ayrılmak için belge almak için merkezdeki binaya, Diana'nın yanında gidiyordum. Kapıyı açtığımda Diana'nın beni gördüğü andaki mutluluğunu görmeliydiniz. :) Karşısında bir Türk (Kendisi Oğuzhan olur) varmış ve bir türlü birbirlerini anlayamamışlar. Diana'nın mutluluğunun sebebi buymuş. :) Benim de almam gereken bir belge yokmuş, resmen beni oraya kader götürmüş... Ben biraz da sistemi bildiğim için, Oğuzhan'ın o an çözülemeyecek olan problemlerini de aldık, ancak kendisine kalacak yer 1 hafta sonra verilecekti, yani bizler çıkınca.. ne yapsak ne etsek derken, gel dedim, ben sana bulurum yer. Hemen bizim ekibe haber saldım ve Eren'in yanına Oğuzhan'ı yerleştirdik. Bunun için Timişoara'nın öbür ucundaki oteline gidip geri dönmek zorunda kalsak da, ben de yepyeni yerler görmüş oldum! :)

Hiçbir etkinlikten kaçmayın. Okulun tanışma toplantılarına, Romence kursuna mutlaka katılın. Biz çok tatlı bir tren gezisi yapıp 2-3 şehir gezmiştik tüm Erasmus ekibi olarak. Büyüleyici bir tren yolculuğuydu benim için. Tercihleriniz ne olursa olsun bir daha bu anları yaşayamayacağınızı bilerek günleri geçirin. Zaten size herkes saygı duyuyor. Alkol almıyor olabilirsiniz, çok seviyor da olabilirsiniz, kıyafetiniz, tavrınız inanın kimsenin umurunda değil. Size çok mükemmel gelmeyebilir ama gerçekten Türkiye'de aynı tadı alamayabilirsiniz. Herkesle tanışın, her yere gidin, her şeyi tadın. Sevmezseniz devam etmezsiniz. Ben hafta sonları dışarı çıkınca sıkıldığım için özel bir etkinlik yoksa katılmadım örneğin, ama yine de katıldıklarım bana yetti. :) Türklerle aile olmaya da hazır olun. Gerçekten hastalanınca, ağlamak istediğinizde, paranız bittiğinde, sorunla karşılaştığınızda birbirinizin annesi babası oluyorsunuz. (Sezer bana çay getirdiğin günü hayatım boyunca unutmayacağım.) Sıkıntılar her zaman olur, aşmaya çalışın. (Bunları söylerken melekmişim gibi oluyor ama o günleri dar ettiğim kendim ve diğer kişiler var, biliyorum. Örneğin Salih şuan "darlamanı bile özledim." diyor ama darlamam elbette böyle masum değil.)




Ve dönüş... Yeni yasa gereği öğrencilere bedava olan trenle Bükreş'e, oradan İstanbul'a ve Ankara'ya döndüm. Bu yolculukta yanımda Salih vardı. Diğerlerinden nasıl zor ayrıldıysam Salih'le ayrılmak da o kadar zor oldu. 5-6 gün sonra İzmir'e gidip döndüğümde Havaalanında Taner'i gördüğümde kardeşime kavuşmuş gibi sarılmıştım. Nitekim Ömer'in ve Salih'in düğünüme gelmesi de.. Hatta Ömer'le düğünümde dans etmek... Tabii hemen güldüreyim, ekte kendilerinin bize taktığı takı mevcuttur :)





Şimdi bana geriye güzel günler ve hepsinin anısı kaldı. Hepsinin kalbimde ayrı bir yeri olsa da en büyük pay Ömer ve Salih'e ait. Bir de bir daha öyle bir insanla karşılaşır mıyım bilmiyorum ama bana o günlerden kalan Narcis oldu... Kendisi bana orada babalık, sonrasında dostluk yapmıştır... Kimya mühendisliğine gidenler, önceden bilgileriniz tarafımca kendisine iletilmektedir :) Hayatım boyunca unutamayacağım günleri veda fotoğrafımla bitiriyor, benden sonra gidip, bana ulaşıp soru soranlara ve soracaklara yararlı bir yazı olmasını umuyorum. Size "Romanya mı?" diyeceklerdir, aldırmayın. Unuttuğum, eklememi istediğiniz şeyleri yazın, sorun.
Şarkı önerileri :) (Bu sefer neşe içerir! :) )
1. şarkı üstelik bir Türk remixi içeriyor! 





4 Mart 2018 Pazar



"Beni hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oydular,
orada kaldı yanağımın yarısı,
kendini boşlukla tamamlar,
omuzumda bir kesik el ki hala durmadan kanar."*

Gökteki yağmur dolu bulutlara aldırmadan gittiğim iskelenin ucunda neredeyse ömrümün en önemli kararını alıyormuşum gibi hissediyorum. Ellerim buz, ayaklarım buz ve inan zihnimden başka hiçbir şey geçmiyor. Elimde büyüsünü hiç anlayamadığım bir fotoğrafla rüzgara direniyorum, onu rüzgara bırakmamaya direniyorum ve en çok da kendimi bırakmamaya direniyorum. Ben bu iskeleye kaç kez koştum, bilir misin sana kaç kez geldim.

Seninle çiçekçiler çarşısındaki ilk ölümde deniz kenarına gidip çekindiğimiz, hep dediğim gibi mutlu ilk ve son ve tek fotoğrafımız ve biliyor musun ilk günler o fotoğrafa bakmak için okulumdan, misafirlikten, alışverişten, cenazelerden ve hatta uykumdan bile nasıl koşarak gelip sana sarılır gibi o fotoğrafa ne kadar çok sarılmıştım. Çok geçmeden öğrenmek mümkün oldu elbet, hep silinen ve değişen yüzün. Ezberlediğim 3. şiirdeki "sen değiştin, resimlerin iç değişmedi"nin aksine senden daha çok yitip giden, senden hızlı değişen ve solup giden fotoğrafın. Bu büyüyü algılamak işte böyle başladı. Ben baktıkça daha çok siliniyordu yüzün. Aklıma düştüğünde ise bana kalan ikilemler oluyordu, bakıp hasret gidermek yalnız seni kaybetmek ile zihnimdekiyle yetinmek arası. Defalarca kopyalamaya çalıştım fotoğrafı. Hepsi orijinalinden daha çabuk eskiyor ve orijinalinden de çalıp gidiyordu üstelik. Gülüşün kırılıyordu sanki her kopyada. En sonunda pes etmiştim, sonunda bana kalan kendi fotoğrafımızı kendi zihnimde çekmek olmuştu. Yalnız yine de erik mevsimi sonrası özlemeye dayanamadığım zamanlarda yalnızca bir kez bakmaya cesaret etsem de inan ki sonunda fotoğrafta bir kaç noktan kaldı. 1 bakımlık, son halin. Tam 7 yıl sonra geriye kalan senden bu. 

Çiçekçiler çarşısından tam 7 yıl geçti. Şimdi elimde önce Bursa'dan aldığım ipek kumaşa, Ödemiş'ten aldığım ketene, ışık geçirmesin diye sardığım karbon kağıdına ve en son kese kağıdına sardığım fotoğrafınla savaşıyorum. Bakmak isteyip bir daha şansımın olmayacağını bile bile. Her seferinde biraz zaman tanıyıp kendime geri dönüyorum, yeşil bahçeye. Yemyeşil. Baharın değmediği, düpedüz burada doğduğu bahçe. Yeşilce bir dünya. Sen onu da bilir misin?

İskeleden dönüp içinde bana hep hasret duyduğum ülkeyi andıran ahşap eve gidiyorum. Duvarlarında başkalarının ama silinmeyen fotoğrafların asılı olduğu ev. Hepsine bakıyorum. Geri dönüp tekrar. Hiçbiri senin fotoğrafın gibi eskiyip yitmiyor. Hiçbirinden mutlu yüzler silinmiyor. Ben de tutup her seferinde fotoğraflardakileri biz sayıyorum. Şu koltukta oturan sensin, yanı başındaki ben. Ne kadar uzun bakarsam bakayım, gülüşün kırılmıyor, alıp duvardan sarılsam koltuktan kalkmıyorsun, güneş değdiğinde gülüşüne rahatsız olmuyorsun, seni kokluyorum ve sen kaçmıyorsun. Hayalde bile olsa nasıl bir nimet, bunu da bilmiyorsun.

Bana yalnız hatıraları hatırlatan bu yapıda kendime bir çay söylüyorum. Mangolu ve sütlü yasemin çayı. Kadın bunu söylememe gerek yokmuş gibi gülümsüyor her seferinde. Masaya oturuyorum her zaman aynı yer değil, güneşin durumuna göre. Bana o çok özlediğim ülkeyi hatırlayan bu yerde, kalbimin sızısı artıyor. (bir kere burada tam 4 gün kaldığımı hatırlıyorum. inanır mısın 4 gün sonra bile beni hiç özlememişti. 4 günün sonunda bile iyi geceler dememişti) Zemini su yeşili olan, üzerinde kırmızı ve koyu biber yeşilli seramik çaydanlıkla gelen mangolu yasemin çayı, ki bazen yaşam çayı diyorum. Damağımda bıraktığı özlediğim kadifelik bile silinen fotoğrafının sızısını unutturmaya yetmiyor. 
Her yudumda içimde verdiğim sınavın yorgunluğu biraz daha çıkıyor. Az önceki telaşımdan sıyrılıp daha mantıklı düşünmeye fırsat bulabiliyorum: Biliyor musun, umudum yok kavuşmaya dair ve sanıyorum ki Siyah Merdivenlerimin de yok. 

*Metin Altıok-Kavaklar
Önerilen Şarkı: Sezen Aksu-Kavaklar
Önerilen 2. şarkı: Sezen Aksu-Hasret




7 Şubat 2018 Çarşamba

Bir Filmin Hikayesi



"Bir filmin hikayesi için öykü yazıyorum,
Gördünüz mü?"

Biri ölümden yalnızca bir kez bahsettiyse bile ondan kork. 12 yaşında dahi olsa, uçurumları seviyorsa, uçmaya yakınsa ve her şeyi göze alabiliyorsa bunun için, kork. Uçurumlar hep deniz kokar, dalgalardan kork. Seni içine çeker ve sen düşmekten kork. Deniz yağmurlu günlerde çok güzel olur, bunu bilmemenden kork. Rüzgar bir çiçeğin kokusunu getirir, sen fırtınadan kork. Gök isterse kendini yarabilir, sen kendi içinden kork. Göze alamadığın çok şeyler var, sen aslında bundan ve gördüklerinden kork. Evinden, pencerenden, pembe kareli yün kravatından ve uyuduğun yataktan, sana beni gördüren uykundan kork. Uykularını bilmediğimi sanıyorsan yanılıyorsun, sana uzanan kalbimden kork. Bir şeyler değişirken ben aynı kalıyorum ama sen değişen yaşamımdan ve yaşamından kork. Akrebi ve yelkovanı olan saatlerin kiminde saniyeler yok ve bundan da kork. Ben küçük saat severim ve sen büyük, bir gün kalbin de durursa kork.  Evimde sayfalar doluyor, sen yine de dolmayandan kork. Gömleğinden bir öykü yazıyorum, öykülerimden kork. En sevdiğin kazak kirlenince ben yıkamıyorum, giyeceklerini ben seçmiyorum, sen dolabından kork. Bir kol düğmesi alamıyorum, bunu hep hatırlatan şarkıdan kork. Radyoda olur olmaz sözler duyup duygulanıyorsun, zihninden kork. Zamansız telefondan, bilmediğin numaralardan, koştuğun kapılardan kork. Şehirler beni hatırlatır, sokaklardan kork. Yollar kıvrılıp durur, yokuşlardan kork. Bazı virajlar bildiğin yerlere çıkar, sen bilmediklerinden kork. Kentler değiştirdiğinde "İki Şehrin Hikayesi"nden* kork. Sevdiğim kitapları görürsün ve okuduğunda benimle aynı düşünemezsin, farkımızdan kork. Gerçeklerimi duymazdan gelirsin, sırlarımı ise duymazsın, sen duyduğun yalanlardan kork. Şu sigarayı kendim sardım, elim tütün kokuyor; kağıdı bırak, geri saramadığın zamandan kork. Günler geçiyor ve fark edemiyorsun, sen geçen bin yıllardan kork. Zoru beklemek zor, sen kolayla oyalanandan kork. Renkler birleşip siyahı gösterir ve Siyahın Hikayesi güzeldir, sen rengini belli etmeyenden kork. Her yıl yeşiller yeniden dolunca, sen yeşilden de kork. Bak parfümün bulunmuyor, sen kokunu getiren bahardan kork. Bahar eskisi gibi kokmuyor, kışın kar olmuyor, sen mevsimlerden kork. Yıllardır iğde yemedim, akasya altında top oynamadım ve dut ağacı bulunmuyor, bunu hep düşünmemden kork. Penceren eriklere bakmıyor, karşımdaki mor duvardan kork. Bu duvarlar bir gün seni de sarabilir, aşamamaktan kork. Sen geceleri biriyle uyuyorsun, ona yalanından kork. Ben tek kişilik yatağa yalnız sığıyorum, gece kabuslarımdan kork. Bir yüzük nasıl bağ olabilir, kalbin bağlanmadığında kork. Elin küçüğe alışıktır, dolunca hissinden kork. Mutfağın sıcak çay kokacak, onu dolduran küçük eller seni anlar diye kork. Sarı bir lamba ona bakarken seni yanıltabilir, onu ben sanmaktan kork. Dışarıya farklı gözükürsün, sen yalnız kalınca düşündüğünden kork. Hafızan seni yanıltabilir, yanıldıklarından kork.

Bir şeyler saftı, güzeldi; bunu inkar ettin; inkarından kork. Bunu bir cam gibi kırıp gittin, kalıntılardan kork. Yabancıların sesinden, hikayelerinden, ekmeğinden ve merdivenlerinden kork.**  Sen benim canıma alışıksın, ölümümden kork.

* Charles Dickens-İki Şehrin Hikayesi
**Esinlenilmiştir. Orijinal Cümle: Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu, başkasının merdiveninden çıkmanın ne denli zor olduğunu göreceksin. Dante- İlahi Komedya
Önerilen Şarkı: Sena Şener-Sevmemeliyiz
Cihan Mürtezaoğlu: Sarı Söz

FAİK’İN RAKISI


         “Bak” dedi Faik önündeki rakıya. Başkası olsaydı, bir arkadaşı olsaydı onunla dertleşirdi belki. Ona anlatırdı her şeyi. Hatta içmezdi, rakıya vermezdi kendini. Bir başkası olsaydı ona yol da gösterirdi. O da bu Arap saçı düğümleri arasında kaybolup gitmezdi; yolu rakıya çıkmazdı, kendini buralara dökmezdi. Ama şimdi kimsesizliğinden, çıkmaz sokak misali, başka yol yoktu. Şuan yakabilirdi bile kendini. Kafasında dönüp duran şarkı, bütün olanlar, başka çaresi yoktu.
            “Bak” dedi Faik rakısına. “Bak, sen olsan ne yapardın?”
            Arkasına yaslanıp yakın zamana gitti. Ölürdü Ayşe için. Eğer “Öl!” deseydi, neden ölmesindi? Nasıl da istemişti onunla evlenmeyi, nasıl annesini mahalledeki diğer kızlardan vazgeçirip ikna etmişti zar zor. Gerçi sonunda yine de olmamıştı. Vermemişti Ayşe'yi babası. İşini sürmüştü öne, rakısını, bıyığını, rakısını, annesiyle yaşıyor olmasını ve ille de rakısını yani. Faik'in annesi de inat etmiş, “Daha da girmem o evin kapısından!” diye diretmişti. Üstelik Ayşe'nin gönlü de Faik'teydi. Rakısına rağmen. Yazık. Ama mahallede nerede öyle uzun uzun konuşmaklar. Ötede beride denk gelirlerse işte. O da belki. Bir kaç beklemişti penceresinde Ayşe, gözü hep görüş açısındaki o evde. Bir aracı arkadaşları olsaydı belki bilirdi o cephede neler döndüğünü, ama yoktu işte. Faik vazgeçti sanmıştı. Gurur yaptı, istemiyor artık sanmıştı ancak öbür evde annesinin ölüsünün üzerinden geçme yeminleri vardı. Bir daha Ayşe’nin lafının geçmemesi vardı, o adam nasıl yerle bir edebilirdi onların itibarlarını? Bilseydi… Bir aracı olsaydı bilirdi, bilseydi kaçar giderdi bile belki.
            Ayşe'nin pencerelerdeki halini gören babası ise kızına dayanamamıştı ve sonunda çareyi pes etmekte bulmuştu. Hem onun da hakkıydı tam istediği gibi bir gelin olmak, bir yuva kurmak. Tamam, kızını verecekti, karşı komşunun oğluna; rakısı olmayan, iri yarı, hantal, doğru düzgün konuşma bilmeyen Hasan'a. Bunu duyunca direnmişti Ayşe, yok demişti, çırpınmıştı, tehdit etmişti, ölse daha iyiydi. Bir yollar bulmaya çalışmıştı Faik'e, kapısına gitmişti; saatleri belirsiz iş dönüşünü, rakısından dönmesini beklemişti Faik'in; hiç gelmemişti, berbere ve bakkala koşmuş, haber göndermişti. Faik’i gören olmamıştı, haber gitmemişti, kaçamamıştı, bir yol bulamamıştı, bir rakı yüzünden yok sayılmıştı.
            Hasan ihtimalini annesinden duyan Faik, haberi alınca rakısına koşmuştu. Ayşe'nin nasıl onun için çabalamadığına içmişti. Kapıya çıksaydı, iş veya rakı dönüşünü bekleseydi, pencerede görseydi, birisiyle haber gönderseydi bilirdi ne düşündüğünü. Kaçırırdı onu, kimse umurunda olmazdı. Ama Ayşe vazgeçmişti işte, babasının bir lafıyla. Hasan’ı seçmişti, dişleri pis, berberde 2 ay önce karşılaştıklarında konuşma bile bilmeyen Hasan’ı! Zaten kimi vardı ki rakısından başka?
            1 ay içinde olup bitmişti her şey. Kayınvalidesinin istediği gelinliği aldılar. Kadın memelerine bakıp durmuştu Ayşe’nin giyinip soyunurken, şöyle de başımı az öteye çevireyim dememişti. Faik olsaydı ama, kesin başbaşa giderlerdi. İstediğini alırdı, ucuz olurdu belki ama olsun. Ayakkabısını evden giyerdi, ne olacaktı, memesini gören olmazdı o zaman belki. Ev eşyalarını en kabalardan aldılar. Doldu taştı evin salonu, minicik kaldı her yer. Temizliği yaparken arkasına dikilip dikizleyip durdu kayınvalidesi. Faik olsaydı, düğünden sonrayı beklerlerdi kesin, rahat rahat bal dök yala yapardı o zaman her yeri.
            O 1 ay boyunca Ayşe'nin içinde hep hüzün... Daha fazla direnmediği için pişmandı bile. Hem Hasan’ın umurunda mıydı karısı o olsun, şu olsun? Ah o babasının gavur inadı yok muydu… Ah o kendisini ballarla pamuklarda büyütmüş, kendi gözünden bile sakınan babasının inadı…
            Normal insanlar gelin olurken mutlu olurdu, ne güzel histir diye düşünmüştü son gün. Prensesler gibi hissederlerdi ama o mutsuzdu. Hasan'ın eşi olacak, rakısız eve girecek, kocaman vücudunun altında ezilecekti. Faik olsa akşamları balkonda sohbet ederler, yavaş yavaş odalarına sokulurlardı. Serinlikte aşağıdaki parka yürüyüşe giderlerdi belki. Ramazanda açık hava sineması bulurlardı. Ama Hasan'la ne konuşacaktı, Hasan'da neyi sevecekti?
            Duvağını kapattılar akşama doğru. Telini yoldu evlenme meraklısı komşu kızlar, yolup yuttular. Alkışlarla gelin konvoyunu bekledi evdeki tanıdığı, tanımadığı herkes. Odanın kapısını kapattı birileri, bir şeyler istediler. Hasan gülmedi hiç eve girince, para vermedi kapıyı tutan kızlara. “Sonra” diye sırıttı bedavaya kapatmanın gururuyla. Tuttu Ayşe’yi kolundan. Acıttı ama umursamadı hiç. Hızlıca aşağı indiler. Düşecek gibiydi Ayşe. Ayaklarına dolanıyordu gelinliği ama umurunda mıydı yanındakinin? Hasan’ın sırtına vurdular arabaya binerken. “Akşama yapacağız onu!” dedi biri. Bunu duyunca güldü Hasan. Yüzüne baktı Ayşe. Dişleri pisti. Üzüldü. Rakı koksa üzülmezdi ama. Kafasını kaldırdı. Uzaklardaki Faik'lerin balkonuna baktı. Göz göze geldi oğluna yeminler ettiren annesiyle. O an, “Keşke ölseydim…” dedi Faik'in annesi. O nasılsa sevdiği kocasına varmıştı. Geceleri ona sarılıp huzurla uyuyordu ama ya sevmediği biri olsaydı? Şimdi o hissi düşününce “Keşke” dedi, “Gururumu yerlere serseydim, bu kızın hakkını nasıl ödeyeceğim…”
            Kızının karşı balkona baktığını gördü babası. Midesine ağrılar girdi, ölecek gibi hissetti o an. Yazık etmişti be kızına, Faik'e de tabii. Karısını düşündü, sevmese bunca yıl geçer miydi sanki? İşinden ona kavuşmanın mutluluğuyla koşa koşa gelirdi hep. Ama şimdi kızı, ne hislerle? Gözü Hasan'a kaydı. Dişindeki kirleri gördü. Keşke rakısı var diye Faik'i kovmasaydı. İyi çocuktu nihayetinde.
            Faik ise ortada yoktu. Ne Ayşe'nin balkona baktığını gördü, ne kendi annesinin ve Ayşe'nin babasının üzüldüğünü, ne Hasan'ın dişlerini  ne de telleri yolan kızları. Rakısı vardı önünde. Evine dönerken düğün salonunun önünden geçti. Şans eseri, bilerek yapmamıştı esasen. Telleri yoluk Ayşe'yi gördü. Gece Hasan'ın iri vücudunun altında düşünüp yeni bir rakı aldı. Sarıldı. İstese şuan öldürürdü kendini. Ölseydi. Bu gece. Rakıdan. Aslında Ayşe'den olurdu özü. Hasan'dan ve gelin tellerinden. Bir ümit, öbür dünyada koşardı Ayşe'ye şişesini unutup.
            O an gelin masasında ayağa kalkan Hasan, memelerini görmüştü Ayşe’nin, yukarıdan bakınca. Seviniverdi. Halaya geçti, en başa, sevincinden hoplaya hoplaya halay çekti, terledi, koktu iyice. “Dişleri de düşse.” diye beddua etti Ayşe içinden. Gece bitmesin istedi. Hep sürsün. Faik bassın burayı, döksün rakısını, bir bidon da mazot getirsin aşağıdakinden, versin ateşe hepsini. En çok da dişleri yansın Hasan’ın, halayı batsın.
            Aşağıdan mazot kaptı Faik. Geçti düğün salonunun karşısına. Oturdu kaldırıma. “Bak” dedi önündeki rakıya. “Sen olsan ne yapardın?” Arkasındaki ağaca yaslandı. Ayşe’ye daldı, yakın zamana. Düğünün içindeki sesler bitince ayağa kalktı. Kapının önünden birlikte çıktılar gelinle damat. Damadın sırtına vurmaya çalışan delikanlılardan olayı bilenler diklenir gibi oldular Faik’e. Ayık olsaydı koşar Ayşe’yi alırdı belki, ama sarhoş kafa, başka çaresi yokmuş gibi, döktü başından aşağıya mazotu. Kibriti de çakınca korkusundan gözünü kapatan Hasan bırakıverdi bileğinden kaptığı gelini. Koştu Ayşe. İlk olarak gelin telleri etkilendi ısıdan. Büzülüp eridiler; sonra gelinliğin uçları, yukarı doğru çıkan alevler, memeleri. Artık biliyorlardı, yaşasalar dahi birbirlerinden başka hiç kimse sevmezdi bu yanık derileri.

Şarkı önerisi: Ahmet Ali Arslan-Mektup