18 Aralık 2017 Pazartesi

Seni son kez görebilmek, sesini son kez duyabilmek için illa da kötü günleri beklemek ne kadar kötü. Veyahut bir rüyayı. Neyseki bu sefer nedeni yeniden kötü de olsa bir rüyada olmadığımı biliyordum. Merdivenlerden çıkıyordum, senin burada olduğunu az önce duymuştum ama sen buna inanmazsın da seni arayıp sorduğumu sanar, peşini bırakmadığımı düşünürsün diye üstümü başımı oldukça özensiz hale getirmeye çalışıyordum. Toplu saçlarımı bozdum, kıyafetlerimi çekiştirip durdum, rujumu sildim. Senin olduğun odanın önüne gelince büyük buzlu camlı kapının önünde durdum. İçeride olduğunu görebildim, hayal meyal gibi, varla yok arası, bulanık. Bu da yeter dedim. Omuzların, saçlarının koyuluğu ve mermer tenin. Buradan hepsi anlaşılıyordu, geri kalan bütün ömrüme bu yeterdi.

Birden kapı açıldı, odandaki doktorun çıktı ve hazırlıksız yakaladın beni. önce sinirleneceğini düşündüm, yine mi sen derdin, bıktım senden diyebilirdin. Gülümsedin, bana yürüdün, hızlandın. Sen yürüdükçe ben nefes nefese kaldım. Odan büyüktü, odan beyazdı mermer tenin gibi. Bense şaşkın. Kendimi hiç hazırlamadığım bu tepkinle dağılmıştım. Biliyor musun, gülüşün ne güzeldi.

Beni gördüğüne ne kadar sevinmiştin. Şaşırmıştın, beklemiyordun. Odan ilaç kokuyordu, bana bir şeyler ikram etmek isterdin ama odanda ilaçlarından başka içecek yoktu, diyetine sadık kalmalıydın, hiçbir şey kabul etmiyorlardı. Ben biliyordum. duyuyordum bunları. Haber almamam nasıl mümkündü? Hem sen tüm o gittiğin şehirlerde, ilk günlerinde benim orada olduğunu anlamam için dua etmiyor muydun? Bir gün bile seni anlamadığımda  umutsuz olmuyor muydun? Bütün bu hastalıklarının sebebi, kendine ve bana yaşamak zorunda olduğun bu hayat değil miydi?

Biraz kendi içime döndüm, beni şuan nasıl gördüğünü düşündüm. Koskoca güzel hayatıma rağmen bir hiçlikle buluşmuştum. Senin gözünde, hafif miydim? Herkese rağmen sende kalmış olmamdan ziyade hayatımdakileri boşvererek bu kapıdan girdiğimi sanmış olabilir miydin? Bunca zamandır seni hala içimde yaşatmış ve hep saklamış olduğumdan ziyade senden kurtulamadığımı sanıp beni küçümsemiş olabilir  miydin? Şu halinde, hastalığında dahi hala beni yoksaymayı aklından geçiriyor olabilir miydin?

Sana nasıl olduğunu sormak istedim. Neler hissettiğini, hastane günlerini, geçirdiğin ve geçireceğin süreci öğrenmek. Seni başkalarından duymaktan öyle bıkkınım ki. Bir yandan da bu anın bir hayal olmadığına, beni gerçekten buraya "kabul ettiğine" kendimi inandırmaya çalışmak; yarın senin sesini duyduğumu birilerine söylediğimde buna inanmayacaklarını, yalan söylediğimi veya hayal kurduğumu sanacaklarını unutmamak var içimde. Sen aslında yürekten istediğin ama hep kaçtığın, bana defalarca ümit verip hep yarı yolda bıraktığın için. Bütün bunlar için bile ölmen bir lütuf aslında.

Sıkıldığından bahsettin, gülerek, bütün güzel hemşirelere rağmen ve doktorlara. Gülümsedim, hiç değişmeyişin, hep aynı cümleler ve klasik işte, aynıydın. (Yağmur yağıyor) Bir gitar çıkardın arkandan, bak dedin, yalnızlığımı onunla döküyorum, haydi sen söyle. Buna inanamadım, benden bir şey istediğine. Birileri bu anı kaydetsin istedim, yarın bunu inkar ettiğinde şahitlerim olsun, bir fotoğraf çeksinler, zamanı biraz geri alıp senin teklifini duysunlar istedim, kendim uydurmadığımı herkes bilsin, yalan söylemediğimi, her şeyin her zaman gerçek olduğunu. Bir yandan da bu anı bir nefesimle dahi kırılacak ince bir cammış gibi hissettim. Nefesimi tuttum, anı tuttum, söylenecek çok şeyleri yuttum.

Seni izledim. Ne kadar uzun zaman olmuş. Yakınlığımız ve seni herkesten çok bilişim. Sonra tuttum seni kendi evime götürdüm. Duvarlarıma ellerini sürdün, bütün pürüzleri, her havasında hayalinin dolaştığı bu sana yabancı evi, kendi evinmiş gibi dolandın. Kısa kitaplığımın önünde bir kıyafet gibi tüm o hastalıklı halini soyundun. Hem mutlu hem şaşkın. Üst rafımın seninle dolu olduğuna inanamadın. Çocukluk fotoğrafların, mektupların, sesini sakladığım bir kayıt cihazı, kokun, yürüdüğün toprak, bileğindeki toka, tuttuğun bir dal, vurduğun bir kuş, bir kolye ucu, hiç alınamamış kol düğmelerin, kırdığın ben, sana ait her şeyi burada sakladım. Hatıralarını geri almak istedin. Bunu da şunu da. Bana sormadan. Yarın olsa "benimdi" derdin, biriktiren ben değilmişim gibi. Boşaldı raf "içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı." * Buna izin vermek istemedim. Kendimi kötü hissettim, yok edilmiş, erimiş, kaleleri çoktan fethedilip evinden kovulmuş gibi. Yine yok sayışın, yine kendi hayatın. Varsa yoksa sendin. Anladım. Bir kez daha. Peki dedim, çekilip. Tutup hastalığını giydirdim sana, soldun.

"...Bembeyazdı, beyaz boş bir sayfa;
Dedi böyledir bu işler, sana iyi günler."**

Elif Külah Kuzu
Aralık 2017-Kuşadası

*Nazım Hikmet
**Aylin Aslım
Şarkı önerisi: Nazan Öncel

13 Aralık 2017 Çarşamba





DİKENLER ORMANI

Kardeşim Emre'ye...

Sesini her an duyabilmek için sadece bir perdeyle onun odasından ayırdığım odama dolan sabah güneşiyle uyanıyorum bir süredir. Başımıza gelen can sıkıcı olaydan sonra bu ilk yazımız ve denize giremediği, bin bir emekle para biriktirip aldığı bisikletiyle gezemediği güneşli günlerin onun için hiçbir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. O şimdi hareket etmeyen bedeninin içinde yaşayan sessiz bir ruh taşıyor.
Bu günden tam 5 ay önceydi. Şehre iyice bastıran sonbahar, birkaç gündür yağmurunu doya doya toprağa bırakıyordu. Sokak lambasının ışığı su damlalarıyla birlikte kırılıyor, gözüme yanıltıcı ve yorucu ışık oyunları yapıyordu. İş yerimde aldığım terfiyi kutlamak için gittiğim yemekten dönüşüm sırasında çalan telefonumu, kimin aradığına bakmadan ve gözlerimi sileceklerin arkasından görebildiğim bulanık yoldan ayırmadan cevapladım. Arayan kişi telefonun sahibinin büyük bir kaza geçirdiğini, kimliğini öğrenmek için vakit harcamadan ambulansı ve polisi, sonra da son aranan numaralardan beni aradığından bahsetti. Kazayı yapanın yakın çevremden olduğunu anladığım ama kim olduğunu öğrenemediğim kişinin yerinin bulunduğum yere yakın olduğunu öğrenince bulanık yol çizgilerine, titreyen ellerime ve sancısı beliren kalbime inat arabamı hızlandırdım. Kazanın meydana geldiği yer dört küçük sokağın birleştiği pis bir parktı. Kapıların önüne bırakılan çöp kutuları hareketimi yavaşlatıyor, hatta çizilen kaportamın sesleri kulağıma geliyordu ancak şu an umursadığım şey birinin belki de toprağa bahşedilmeye hazırlanan bedeniydi.
Parka yaklaştığımda polis arabalarının benden önce gelmiş olduğunu gördüm. Yerde yatan kişiye koşarken bu daracık sokaklarda, üstelik kavşağa çıkarken nasıl hızlı gidebildiğini düşündüm. Bu arada beni arayan adam olduğunu düşündüğüm adam çoktan yanıma gelmiş ve evdeki herkes uyurken çöp atmaya çıktığını, tekerlek sesleriyle arkasına döndüğünü, arabanın hızla parka girdiğini ve yerde yatan kişinin de camdan fırlayıp boynunu başka bir çöp kutusuna çarptığını anlattı. Onun deyişine göre araba resmen dar sokaktan parka fırlamıştı. Arabaya bakınca kalbime bir sancı girse de içimdeki ses beynimi inkar etmeyi seçti. Arabanın plakasını da boyasını da yanlış gördüğümü içimden sayıklayıp durdum.
Onu yerde gördüğümde polisler bu dar sokaklardan ambulansın girmesinin pek mümkün olmayacağını tartışıp duruyorlardı. Onların bu dalgınlığından yararlanıp ona yaklaştım. Ne bağırıyordu, ne ağlıyordu acısından. Başı vücudunun yanına düşmüştü, yanağına yatıyordu. Başta ne olduğunu anlayamamış ve onu kaldırmak istemiştim ama daha fazla yaklaşınca sırtının en yukarısının ve boynunun en altının birleşme yerinde yaklaşık 5 cm uzunluğunda, avucum kadar parçalanmış et ve 1-2 disk omur gördüm. Parçalanan ve delinen sırtından oluk oluk kan akıyordu. Ona hissettiğim acıma duygusuyla, ağrıyı hissetmemesi için uyumasını istedim. Zaten o da uyumak üzereydi. Birkaç saniye içinde kendime geldim ve onu uyutmamak için fazla zorlanmasın diye ıslak ve kanlı asfalta uzandım. Gözlerini gözlerimi dikmişti.
Sağ elimle yanağına dokundum ve yattığı yerden gelen soğuğu biraz olsun unutsun, acısı aklından çıksın diye yıllardır içimde biriktirmiş olduğum tüm sözleri gözlerimle döktüm.
“Nasıl bir hayat umduğunu tahmin edebiliyorum. Biz daha doğarken aynı hüzne düştük. Seni buluyorum tüm mutsuz yollarımın sonunda ben. Biz seninle sır saklamayı da mutsuzken başkalarına gülümsemeyi de çoktan öğrendik. Herkesin inkar ettiği ve dolu tarafından baktırmaya çalıştıkları bu hayatın yok edici etkisi var, var oldu. O bardağın hepsi boştu, kırıktı; kırdılar (onu).”
Beni dinlemek istediğini ve bu sözlerimden yaralandığını gözlerinden anlıyordum. Birden bakışının nasıl da hiçbir şey anlatmadığı babasına, babama benzediğini düşünüyorum. Üzerime yönelmiş ilgisinin hakkını vermek için konuşmaya devam ediyorum.
“Zihnimde sana dair mutlu anılar da var, var elbette. Eski evimizi anımsıyorum mesela. Yeşil bir bisiklerimiz vardı seninle. Havanın güzel olduğu günlerde bisikletimizin siyah suluğuna su koyar, çekmeceden aldığın bir örtüye bisküvileri koyar ve balkonumuzun görüş sınırları içerisindeki yerlere pikniğe götürürdün beni. Bu kararı tek başına vermiş olmanın, bütün hazırlığı yalnız yapmış olmanın hazzıyla örtüyü yere açar ve omuzlarını biraz daha dikleştirip örtümüze yerleşirdin. Hep ezilmeye alışık yüzün biraz olsun gülerdi.
Bir de şu mutfak olayını unutmuyorum. Can sıkıcı, iç ezici bir açıklamadan sonra gelen o ağır cümleye verdiğin tepki ağlatmıştı beni en çok. ‘Boşanmak ne demek anne?’ diye sormuştun. Senden yalnızca bir buçuk yaş büyüktüm ama ağlayarak ellerine tutunmuştum. Biz o gün büyüdük. O gün yitip gitti mutluluk.”
Şimdi birkaç dakikada yazmayı başarabildiğim bu cümleleri, düğümlenen boğazımdan nasıl zorlukla çıkarabildiğimi anlatmam mümkün değil... Uzun bir sürenin ardından ambulans mı bize gelmişti, biz mi ambulansa gitmiştik hatırlayamıyorum. O kadar acıyordu ki kalbim, sanki şarkısı yaralanan bendim.
Uzun hastane günlerinden sonra gölgesine geri döndü. Biraz hastalıklıydı ama yine de kurtulmuştu. Vücudunun birçok uzvu, hatta hepsi hareket yeteneğini kaybetmişti. Onun dış dünyayla tek kapısı benim. Suyu, yemeği, duymak istediği; kısacası her şeyiyim. Geçirdiğimiz kötü çocukluğun üzerimizde bıraktığı ve sadece birbirimize karşı beslediğimiz uzak kalma, tek söz paylaşmama hissi o gün son bulmuştu. Hatta sevgimizi tekrar kazanmamız için başımıza böyle bir şeyin gelmesi gerektiğini düşündüğümü inkar edemem. Tek ihtiyacımın onun sevgisi olduğunu, o gün gözlerinden öğrendim. Aldığım terfi o gün lanetlenmişti ve ben o gün işi terk etmiştim. Küçüklüğümüzdeki gibi yeniden beraber paylaştığımız odamızı onun sevdiği renklere göre düzenledim. Araba koleksiyonunu bir tarafa, şişe koleksiyonunu diğer tarafa koydum. Yatağının bulunduğu duvara ise hastane günlerinde yazdığım şu satırları astım:

“Yine korktum dışarıyı gördüğümde, dikenler ormanından
Ve dua ettim karanlığını bizden çekmesi için.
Bilincindeyim büyüsünü bizden çekmeyeceğinin.”

Şarkı önerisi:
Ajda Pekkan-Ağlama anne

5 Ekim 2017 Perşembe

Çiçekçiler çarşısında 2. ölüm

"Sana bir hikaye anlatayım ister misin?"

Ağarmayan sabahlara ve inanır mısın çiçekçiler çarşısında 2.  ölüm.
Doğduğum an sırtıma yüklendiğini sandığım yük, bir an üzerimden kalkmış gibi. Kuş kadar hafifim şimdi. Biliyorsun, çiçekçiler çarşısından sola dönüp geldiğin evimde. 3 ay sonra 2. ölümde. Onu ağzında pamuklar tıkalı haliyle gördüğümde düşündüm. Önce sidik kokularıyla, siyah kusmuklarla, kan işemelerle geçen 4 yıl, ne için? 27 yıl gülmemiş bir yüz, bu yalnız benim görebildiğim, ne için? Şimdi ondan yalnızca gülmemeyi öğrenmiş birinden yeni alıştığı gülümsemeleri ince bir cammış gibi avuçlarımda taşıyorum. Her an geçip gidecekmiş gibi, tuzla buz olacakmış gibi iyi huylar, korkuyorum, ne için? Sabah uyandığımda hatırlayamadığım bir rüya gibi ve nihayet göklerden gelen bir haber beni 2 kez 3 ay arayla ziyaret ettiğinde anlıyorum ki bu ömür nasıl geçecek, ne için?

54 yıllık hikayeye 27. yılda dahil oldum ve hikayenin kahramanları 27 yıl sonra öldüğünde her saniyeye şahit olmuştum. Zalim bir kocaya 30 yıl katlanan, onu adam eden bir kadının, onca yıl sonra gördüğü ihanetin kara bulutlarını bir ömür peşimizden sürükleyeceğiz sanıyordum. Çünkü ev çoğunlukla mutsuz, ziyandı, gülünmezdi, "annem" veya "babam" denemezdi o evde. Ben çocuktum. Kardeşim ve ben, hatta annem ve babam da çocuk sayılırdı, üstelik kardeşimle ben onlara "annem" ve "babam" diyebiliyorduk. Sahiplik eki. Babamda eksik olan duygu. İhanetin onda bıraktığı izlerle unuttuğu, belki de hiç öğrenemediği ek. Kardeşimle öğretmeye çalıştığımız, annemin ise çabaladığı şeyler. İhanetten 21 yıl sonra, biz bir üst neslimizde gelişen bu yalanı unutup kendi mutlu yuvamıza odaklanmışken gelen "son nefes" haberi ve ihanetin baş kahramanının, ki biz kendisini 21 yıldır unutmuştuk, hayattan vazgeçmişliği. Evimize giren yalancı, sidik kokusu, kusmuklar, kavgalar ve huzursuzluk. İşte ben 24 yaşımda kardeşimle ve artık büyümüş olan annem ve babamla. Bizim savaşımız buydu.

Başlarda komikti. Odasında kurduğu hayaller, kapanan yaraları, artık yaraların diplerindeki kemikleri gözükmüyordu. Ama yabancı bir adam, hareketsiz, ölü gibi. Yavaş yavaş gerçek bir ölüye dönüşmesi, midesindeki delik, burnundaki hortumlar. Kim anlayabilirdi, evimizdeki 4 kişiden başka? Nasıl birbirimize kenetlenmiştik. Kardeşim onu yıkarken ben yan odada nasıl ağlıyordum, yanımızda olduklarını sananlar nasıl da yanıldılar. Bu bizim savaşımızdı.

3 sene geçtiğinde, çiçekçiler çarşısında, ihanete uğramış kadının artık yürüyemez halde gelişi ve yıllar sonra yanyana odalarda iki ölü gibi insanın tam 4 ay yaşaması. Dua ediyordum, düğünüm vardı, kimse ölmesin diye. Tam 4 ay sonra, kendi ellerimde ölen babanem, son nefesinde ettiğim şahadet duaları. Gözü sanırım ihanet eden adamın odasına kaymıştı ya da hep oradaydı. Düğünümden 1 ay önce. Düğün evinin nasıl cenaze evi olduğu ve biz, 4 kişinin yeniden kenetlenmesi. artık ailede başka kimse yok. Bu savaş bizimdi.

Babasının babası olan babam, düğünümden 2 ay sonra, rüyamda ölümü gördüğüm sabah beni aradığında ihanetin başkahramanı kan kusuyordu, hastaneye kaldırılmış, apar topar ölüvermişti. Otobüse bindim, bebeğini kaybetmiş gibiydi babam, kardeşim, annem, ben. Biz 4 kişiydik. Toprağa da biz gömdük, son suyunu da biz döktük. Yaralarını nasıl kapattıysak, ateşlendiğinde başını nasıl beklediysek, kusmuğunu duvarlardan nasıl sildiysek, kan dolu yatağını nasıl yıkadıysak, sidik kokusu odalarımıza nasıl sindiyse, geceleri inlemeleriyle hepberaber uykularımızdan (herkes mutlu rüyasında uyuyuyorken) nasıl uyandıysak, tatilleri nasıl unuttuysak, mama saatlerini nasıl alışkanlık haline getirdiysek ve nasıl daha fazlasıysak, bunun gibi onu yalnızca biz gömdük. İşte biz 4 kişiydik. Bir halatın birbirine bir daha düğüm olmuş 4 düğümü gibi. Çok savaşmıştık.

İşte çiçekçiler çarşısındaki evimizde 3 ay içinde 2 ölüm, 1 düğün sığdırmışken, ben onları orada 3 kişi olarak bırakmış gibi gözüksem de, artık biz 5 kişiyiz. Ama sen bak, artık ne ben çiçekçiler çarşısındaki evimdeyim, ne sen o evi bilirsin ne de önünden geçersin. Bir şeyler ziyan olmuş gibi ama ne için?

17 Haziran 2017 Cumartesi

Çiçekçiler çarşısında ölüm




12.06.2017 Anısına
Karşıyaka Mezarlığı

Bak bu rüyada herkese anlatamadığım yerler var.



Çiçekçiler çarşısını geçip sola dönünce geldiğin evimizde babanemi kaybettiğim an; bilirsin dedemi gömdüğüm an aklımdaydın; aklıma düştün, çiçekçiler çarşısından sola dönünce. Serin ve yeni kazılmış toprak, taze ölü kokan toprak ve bilir misin babanemi ellerimde kaybetmiştim. Önce alt dişlerini çıkarmıştım, titreyen yüzünü ellerimle tutup, henüz yaşarken, ölür diye korkarak. Sonra üst dişlerini çıkarmıştım, kapanmayan çenesinden, bir an yeniden uyanır diye umarak. Babanemi ellerimde kaybetmiştim, ellerini ovup "geçti bak." diyerek, öldüğünü bile bile ama korkmasın diye "düzeldin bak." diyerek, yetişemediklerini bile bile "ambulans geldi bak." diyerek. Babanemi ellerimde kaybetmiştim, çiçekçiler çarşısından sola dönünce, şiş karnına bıçak koymadan önce, yüzünü krem çarşafla örtmeden, çenesi ve başını annemin beyaz eşarbı ile bağlamadan, üst dişlerini çıkarmadan önce, babanemi ellerimde kaybetmiştim. "ne düşünüyorsun?" diye sormadığım günden 1 gün sonra, "kötü sabahlar akşama kavuşmaz kızım" dedikten 1 gün sonra, karnı ne kadar şişti diye düşündükten 1 gün sonra babanemi ellerimde kaybetmiştim.

İşte bilir misin, yurt dışından neden dönmüştüm, bütün planlarımı neden iptal etmiştim, hastanelere neden koşmuştum, tekerlekli sandalyeleri taşımaya nasıl alışmıştım, sonda ve mama takmayı nasıl öğrenmiştim, ondan önce bir hastayı yarası olmasın diye o yatakta ne kadar çok çevirmiştim, burundan beslemeyi nasıl hazmetmiştim, delinen mideden mama vermeye nasıl alışmıştım, yatak kokusuna nasıl dayanmıştım, cihaza bağlı olmasını nasıl kaldırmıştım, burnundan gelen sesleri dinlemeye ve ses gelmediğinde korkmaya nasıl dayanmıştım ve bilir misin tüm bunların içinde seni nasıl hep anmıştım.

İşte şimdi sen, çiçekçiler çarşısından sola dönüp babanemi gömmeden 1 saat önce evime geldiğinde, seni yoldan geldiğin için banyoya soktuğumda "sana sarılmadığım bir görüşme istemiyorum." dediğinde, "benim bornozumla kurulan, sana sarılmış gibi olurum." dediğimde, seni özlediğimi ama çok özlediğimi bir kez daha anladığımda, babanemi gömdükten sonra deniz kenarına gittiğimizde, o deniz kenarında bizim mutlu tek ve son fotoğrafımızı çektiğimizde, içimin nasıl yandığını anlamak için düşün ki babanemi gömeli 5 gün olmuş.

"Bir gün bir yerlerde benim de öleceğim var. Havada salınıp duran bu gerçekler yok sayıldığında varlıklarını kaybetmiyorlar. Senin kurulandığın bornoza sarıldığımda sana sarılmış olmuyorum. Kurguların gerçek olmadığı bir hayat söz konusu, seninle o denizde boğulabilirdik hatta o mezara seninle beraber bile girip yatabilirdik. Seninle beraber ölebilirdik, hayatlarımızdan vazgeçebilirdik, insanları yok sayabilirdik seninle beraber. Göklerde uçabilirdik, sularda yüzebilirdik, dut yiyebilirdik, "bahçelievler kaderimiz." derdin, bahçeler olabilirdik. Mutlu olabilirdik seninle,
babanemi gömmeden önce."

Babanemi gömeli 5 gün olmuş, bornozum kuruyalı 4.Ben babanemi banyo kapısının önünde ellerimde kaybederken, dişlerini ellerimle çıkarırken, ben bir kaybımda daha aklıma ilk seni getirirken ve seni koklamayı her gün diler ve bunun için her gün dua ederken, ölüm... göklerden yer beğen. Biliyor musun ben seni hiç unutmadım. Bir gün seninle rüyalarda değil gerçekten sarılacağız. Bana sarıldığın bir görüşme olduğunda, biliyorum, o gün ölmek ayıp değil.*


*Nazım Hikmet-Tahir ile Zühre Meselesi
Şarkı: Nazan Öncel-Geceler Kara Tren

8 Haziran 2017 Perşembe

İşkence Bahçesi


İŞKENCE BAHÇESİ

Elinde yıllardır sakladığı kuru çiçeklerle dolu, özenle kurdelelere sardığı kutuyla oturdu. Başını kaldırıp göğe baktı, uzaklarda yağmurlar. Görmese daha iyiydi, telaş yapacaktı şimdi. O gelene kadar bulutlar da yetişir, dökerler kendilerini kendi gibi diye düşündü. Bilemedi bu sefer 1 saat mi beklerdi, 2 saat  mi beklerdi, belki 3 saat ve sonunda onu başkalarıyla görürdü belki. Bir kez daha yüzüne bakabilmek için beklediği gül bahçesinde, şimdi bu kutuda o günden ve o bahçeden de bir kuru gül var, saatler sürmüştü bekleyişi. Hayatının o döneminde gülleri sevmezdi ama ne için? Gül şerbetleri içmezdi, gül sularını kabul etmezdi, gül rengi bile giymezdi. Gerçekten, ne için? Bir mayıs için mi, bir haziran, bir şifa hastanesi yüzünden mi, yağmurdan mı, şimdi şurada duran buluttan mı, kim için?

Bekleyişi 1 buçuk saat sürdü. Yağmurlar yağdı bu sürede, bulutlar başka yerlere bile akıp gitti. Bir şeylerin eskidiğini düşündü. Eldiveninin eskimesi gibi, kol saatinin kordonunun renginin değişmesi gibi, saçlarının uzaması gibi, kestirmesi gibi. Bir nisan yağmurunu bekler gibi, yoksa mayıs mıydı, bekleyişin bile eskidiğini düşündü. Eski hazzının kalmadığını, sabrının bittiğini, kutusundan bile bir gül gibi soğuduğunu hissetti. Kurtulmak için bir neden bulmaya çalıştı, bugün, 1 buçuk saat sonra o geldiğinde hayatına 12 sene önce bıraktığı, kaldığı yerden devam edebileceğini. Bugün bu kutuyla birlikte kurtulabilirdi, bir gül sevebilirdi, kuruyan dallar yeniden yeşerebilirdi, gülebilirdi, birilerini sevebilirdi; yağmurlardan sonra, 12 yıldan sonra mutlu olabilirdi.

Bekleyişi 1 buçuk saati geçti. Geliş yine aynı kaypak gülüş. Sanki 1 buçuk saat önce buluşmak için sözleşmemişlerdi. Ellerinden ıslak eldivenlerini sıyırdı onu görünce, avuçlarıyla yanaklarını kontrol etti, 12 sene sonra bile nasıl bu kadar heyecanlandığına şaşırdı. İşkence gibiydi his aslında. Ne için?

Aynı kaypak gülüşle gelmişti işte. Yanına bile oturmamıştı, yağmur döküldüğünden ve hatta sanki o yağdırmış diye azar bile işitmişti. O bekletmiş gibi, 1 buçuk saat. Gül bahçesine gideceklerdi, öyle isteniyordu. Yağmurdan korunaklı, sırf bu yüzden mi? Gül bahçesi, işkence bahçesi.* Gitmek istemedi, istemiyordu. Direndi. Direnmeye çalıştı. "Ben seni sevmiyorum ki." dendi, "Neye güvenerek bu ısrar?"

Kurtulmak istedi, bu sefer, bu yalandan da. Kaç kez denediği, yapamadığı, ağlasa da, düşünceleri değişse de, kirlense de hepsi.

"Okuduğum kitaplardan, dinlediklerimden bir çok şey hatırlıyorum. Hiç unutmadım. Niye unutayım ki, hepsini sakladım. Bir havuz gibi, içinde yüzdüğüm bir havuz gibi biriktirdim hepsini. Gönlümdeki boşluk gibi havuz. Başında beklediğim, kaçıp gitmek istediğim hatta kaçıp gittiğim zamanlar oldu. Her seferinde geri döndüm. Evim gibi, doğduğum yer. Sen. Şimdi bu havuzda, bir zamanlar benim dinlediğim şarkıları başkaları dinliyor. Gül bahçesinde. İşkence bahçesi. Ve sen bile isteye
aslında bildiğimiz, aramızda hep bulunan o gizi, benim sakladığım bu gizi savurup durdun. İşkence gibi. Ne için? Kurtulmak istesen giderdin, ben gül bahçesinde seni 3 kere affettim, kalmak istesen affedebilirdin. Ama korkan sendin. Köpekten korkar gibi. Vehimlerinin içinde harcanıp gittin. Hain. Bak şundan sonra gül bahçeleri benim dostumdur, güller, gül şerbetleri, gül kokuları, gül renkleri en yakın arkadaşımdır benim."

Eldivenlerini bıraktı yanına, ellerini uzattı.

"Bak, bu seninle aramızdaki giz. Öyle say. Fırlatıp atıyorum ki önüme yol açılsın. Senin bunu da yapacağın yok. Yazık ki bir ömrü ziyan ettin. Ne için, kim için?"

Konuşması 1 buçuk saati geçti. Gitsin istedi. Yorulmuştu. Elleri yorulmuştu, dünyaya bakış açısı, yanakları, kutusu, içindeki kuru çiçekler, gül bahçesinden kopardığı gül ve 12 yıl. Bundan sonra gülleri seveceğine söz verdi. "And olsun, gülleri seveceğim, beni ne olur bırak."

Kutuyu bıraktı. Biriktirdiği hatıraları. Elinde olsa şarkıları da bırakırdı ve kokuları. Eldivenleri aldı. Son kez çıktı sesi kutusunun yanında:

"Gül bahçesini sen de unutamazsın."


*Selim İleri-Destan Gönüller
Şarkı önerisi: Fikret Kızılok-Kalbim

25 Nisan 2017 Salı

Yeşil Zeytin Ağacı



"Bu bahar yine gelin olacak,
Omuzunda yeşil bir duvak,
Delice, delice zeytin..."
Ocak, 2017, Romanya

Bir camın önünde, tahta bir sedir üzerine konmuş ince süngerlerin üzerinde oturuyorduk. Camın ardında bir zeytin ağacı vardı, hatırlarsın belki. Sen o zaman 6 yaşındaydın, ben 35. Şu dünyada en çok korktuğum şeylerden biriydi yanımdakinin, onun ölmesi. Belki bu yüzden sana rağmen o camın önündeki sedire oturmuştum, sana ve babana rağmen. Yıllarca hep senin o anı hatırlayıp hatırlamadığını dert etmiştim kendime, bir gün olur da "Anne, zeytin ağacının önünde konuştuğun adam kimdi?" diye sorarsan diye yüreğim ağzımdaydı hep biraz. Sen camın dışında oynarken ben camın içinde onunla son kez konuşuyor, sesini son kez duymak için yalvarıyordum; o ise başını eğmiş, eski bir tepside pirinç ayırıyordu. Ve ben biliyordum, son zamanım son pirinç tanesine kadardı.

Ellerini biraz yavaş hareket ettirir de ümitlenirim diye ödüm kopuyordu. Hızlı hızlı bitirecek diye telaştan sırtım terliyordu. Akşam yemeğini yapmayı teklif ettim ona. Halbuki o kadar vaktimiz yoktu, birazdan babana gitmek isteyebilirdin, zeytinler olgunlaşabilirdi, dökülebilirlerdi yerlere. Her şeyi göze alarak yine de önermiştim işte. Başını bile kaldırmamıştı bu fikre. Tam da o vakitte akşam güneşi vurmuştu camdan içeri, karşıdaki saatten yansıyıp eski tepside son buluyordu. Pirinçler onca ışıkta görülmez oluyordu. Sen zeytin ağacından dökülen olmamış zeytinlerle oynuyordun. Bazen ağzına birini atıp zehir acılığıyla çığlık atıyordun. Sana camdan bakıp kızıyordum, gözüm hep pirinçlerde oluyordu, sen ağzına bir başka zeytin daha atıyordun, ben pirinçleri sayıyordum. Yıllarca sofrada zeytin görüp de acı tadı hatırlayıp sorarsın diye aklım gidiyordu.

Sorduğum tüm soruları cevapsız bırakıyordu. Dedim ya kafasını kaldırmıyor, bana hiç cevap vermiyor, git bile demiyordu. İşte bu bile benim oraya gitmemin sebebiydi. Biliyordum, korkaktı; ne gel diyebilecek ne de gitme diyemeyecek kadar korkak. Elleri akrep ve yelkovan gibi dönüp duruyor, beni huzursuz ediyor, bir yandan suskunluğu, işte ümit veriyordu. Ben durmadan sesini istediğimi söylüyordum, yüzünü görmeyi, ölmeden bir kez neler yaşadığını duyabilmeyi. İnan bana bir hayat paylaşmak gibi bir düşüncem asla olmamıştı, nasıl olabilirdi ki sen 6 yaşındaydın.

Güneş yavaştan çekilmişti, saatten eski tepsiye yansımıyordu. Pirinçler sona yaklaşmıştı. Hava serinlemişti. Sen ağzında çiğ zeytin acısı, soğuktan korkup koşarak odaya girmiştin. Ayağın takılmıştı, eski tepsiye çarpmıştın, pirinçler yerlere dağılmıştı. O bana bakmış, "Yıllar gibi." demişti. Sesini ben duymuştum, gözlerini görmüştüm ama yıllarca her pirinç pilavında o anı hatırlarsın diye içimde korla yaşamıştım.

İşte şimdi İlyas. Biliyorum bunları duymak sana oldukça zor gelecektir. Ancak şimdi sen 35 yaşındayken, önünde benim gibi 2 hayat varken bir ömür sevdiğin kadınla, 1 anlık gururunu yerle bir edip pirinç pilavı yemeği mi seçeceksin yoksa 1 anlık gururuna yenilip bir ömür biriyle çiğ zeytin mi yiyeceksin?

İşte şimdi İlyas. Biliyorum, bunu duymak sana zor gelecektir ancak şunu hayal et, ben ki 35 yaşımda, 6 yaşımdaki çocuğumu alarak bir zeytin ağacının önündeki camın dibindeki tahta sedirin üzerinde duyduğum 2 kelimelik sesle tam 29 yıl geçirmiş, geçen hafta o sesin sonsuza dek uyuduğunu öğrenmişim. Düşün ki 29 yıl sonra gururunu es geçemediğinden sesine hasret kaldığın kişi ölüp gittiğinde bu gururu kime karşı yapacaksın?

Ah oğlum İlyas... Ha eski bir tepside pirinç ayıklamış ha o kızı yok saymışsın. Artık sen de benim gözümde korkaksın.

Bak bir yeşil,
İster Dünya ister zeytin say,
Bir koku üzerine sinmiş
Yıllar gibi son soluk dinmiş.
Omuzumda bir duvak,
Bak sona gelinmiş.


20 Nisan 2017 Perşembe

Uzayıp gitti sarı sözler,
Şimdi bana sorsan hepsi aslan kokuyor.
Çiğ doldu, yaş doldu pencereler,
Şimdi ona sorsan aslan ağlıyor.


Bir gizi örtüyor iki dudak arası,
Şimdi bana sorsan aslan özlüyor.
Eğilip açıyorum dişlerini,
Ona sorsan aslan ölüyor.

Gün olur, gün veba,
geceler olur, geceler veda,
izler görüyorum, kalır bir ömür,
gözümde, gönlümde de keza.

30 Mart 2017 Perşembe

Nefret!



"Gülümsedi ve bastı tetiğe.
'seni leş!' diye döktü içini, 'köpekten korkar gibi korktuğun hayat yüzünden beni çoktan öldürdün sen! bunu da çoktan hak etmiştin!'

ayaklarıyla dürttü ölü bedeni. sanki yüz yıllarca o adamı sevmemişti,

'senden nefret ediyorum anladın mı, uykusuz gecelerim de nefret ediyor.'

Bağırdı ölü yüze. tükürükleri saçılıyordu bağırırken. saçları dağılmıştı, gözleri kırmızıydı. üzerine çıktı yumruklarına devam etti.

'çok alçaksın, sen alçaksın, sen köpeksin. bak bu son olsun. bundan sonra seni anarsam, adını düşünürsem, bundan sonra seni bir kez daha hatırlarsam kendi canıma da kıyarım. seni alçak!'

Tekmeler savurarak kalktı leşin üzerinden. dimdik durdu. hayat şimdi başlıyor diye düşündü.

aldanmıştı. dönüm noktası. asıl şimdi. bundan sonra bu intikam bu ölümle yeni başlıyordu.

'bak ben asıl şimdi başlıyorum!'    "

seni alçak. seni leş. seni hırsız. seni korkak. 

25 Mart 2017 Cumartesi

Gölgeli kuş

Karanlık denize bakan balkona çıkarken görmüştüm onu, kalabalıktan sıyrılıp peşinden gitmiştim. Beni görmüş ama her zamanki gibi görmemiş gibi davranmıştı. Umursamamış diyebiliriz, önemsememiş, değer vermemiş. Ben bunu dahi umursamış, daha 2-3 basamaklı merdivenden çıkarken kırılmıştım. Siyah ince demirli, yuvarlak hatlı trabzanlara doğru o ilerlerken, ben 5 10 adım gerisinde durmuştum ve yüzüme ılık bahar akşamı çarpmıştı. Çocukluğumu hatırlamıştım. Mayıs ayında çiçek açmış ağaçların kokusu hafif rüzgarda o boşlukta salınırdı. Şimdi o kokuları unutmak mümkün değil. Hatta bir AVM'de bir mağazanın kokusu benzerdi en çok o günlere, kimseye çaktırmadan oradan mutlaka geçerdim. Yeşil kokardı, sekiz kokardı, burnumu yakardı hafiften. İşte bu rüzgar da aynı kokuyu getiriyordu şimdi, tastamam aynı koku.

Telefonu çalmıştı. Ben orada yokmuşum gibi, diğer hava alanlar hiç yokmuş gibi veya bana duyurmak için ve hatta belki hiç umursamadığından neredeyse bağırarak konuşuyordu telefonla. Tatil planları yapıyordu. Şehirler, ülkeler, yollar, yeni gökyüzleri. Bunlar benim hayallerim demiştim içimden, şimdi değiştiğini, benim sevdiğim şeyleri sevdiğini mi ima ediyordu? Oyundur diye geçirmiştim aklımdan sonra. "Bak benmişsin." diyerek belki ona sarılacağımı. Bense karanlık trabzanlardan, karanlık denizlere bakıyordum, karanlıklara, karanlık günlere. Orhan Veli diyordu ya "İçim kör bir kuyu gibi derin." çıkamıyordum içimden. derinliklerden çıkamıyordum ne yapsam. Belki diyordum karanlıkta dahi bir kez görsem yüzünü, belki.

Başımı ondan yana çeviriyordum. Hala devam ediyordu konuşmaya. 15 dakika kadar geçmişti sanırım. Etrafımızdakiler içeri geri dönüp kalabalığa karışmışlardı. Yalnızdık. Bir ara bana döndüğünü sanmıştım. "Demek ki" demiştim içimden "beni görmüş" Sonra bana tamamen dönmüştü, ben de trabzanlara sağ kolumu koyup yan dönmüştüm. Rüzgar hızlanmıştı, koku da. Keskin bir koku, ağaç yeşili. Telefonu aniden kapatmış, bir iki adım öne ilerlediğini sanmıştım. yavaşça eridi, soluklaştı, karardı karanlıkta daha çok. Bulutlaştı, gölgeye benzedi sonraları. Koku gitti, serinlik doldu göğe iyice. Şaşkındım, ürkmüştüm de hafiften. Ben de onun kadar 1-2 adım geri gittiğimi sandım. O 4-5 adım geldi, ben 4-5 adım gittim, o 10 adım yaklaştı. Arkamı dönüp kaçmaya başladım, sesini duyamıyordum, neredeydi, bilmiyordum. zaten amacının yakalamaktan çok korkutmak olduğundan da emindim. Arka balkon kapısını buldum, bir uyku odasına çıkan, odadan çıkıp merdivenlerle üst kata koştum, kapıyı kapattım. pencereyi açtım hemen. Balkona yakındı, istesem oraya atlayabilirdim, kalabalığa karışıp kurtulabilirdim. Camı açana kadar o içeri girmişti, ilk defa yakınıma gelmişti ve yüzü korkunçtu ve korkmamam için hiçbir şey söylemiyordu. Kapıda durmuş, "ömür boyu" demişti. Aşağı bakmıştım. bir ömür bir gölgeyle nasıl giderdi? Hiç düşünmemiştim, kollarımla camdan sarktım. Aşağıda ağaç mı vardı, toprak mı, taş mı, umurumda değildi. Tüm gücümle, tüm hızımla attım kendimi aşağı. Cama yetişmişti, tutmuştu beni bacaklarımdan. O an tekrar görmüştüm yüzünü, bir boyum uzaklığında. İlk defa bu kadar yakın. "Gitme" diyebilmişti. Ölürken ben. silkinmiştim bir iki, gücü yetmemişti. kurtulmuştum ellerinden. Ölürken ben. Kuş gibiydim yine, en sevdiğim. Mavi gök veya siyahlıklar, fark etmez. Özgürlük olsun. Nazım'ın deniz için söylediğinin başka bir şekli, "Kuş olunmalı oğlum, rüzgarıyla, göğüyle, kanadıyla."

14 Ocak 2017 Cumartesi

Karanlık yol

Şimdi yol karanlıktır,
Köşedeki lamba yine titrektir,
Bazen yanıp bazen sönmelere alışkındır.
Kaldırım çatlaktır,
Sular dolmuştur,
Az ilerideki durak boştur,
Arkadaki akasya rüzgarla sarhoştur.
Şimdi evde kimse yoktur,
Odam simsiyahtır,
Pencerem sese hasrettir,
Kaloriferim soğuktur.
Ocak 3 senedir yanmıyordur.
Balkonda kimse oturmamıştır.
Altından kimse geçmemiştir.
Erik ağacım beni özlemiştir.
Önünde kimse vedalaşmamıştır.

Şimdi yok karanlıktır.
Kimse kimseyi öpmemiştir.
"hep bunu aradım." dememiştir.
Birileri ölmemiştir,
Yoldan birileri geçmemiştir.
Geçip bir daha dönmemiştir.

Şimdi yol karanlıktır.
Gecenin bir yarısı hatırlanıldığından habersiz
sessiz ve soğukluğuyla yetinip,
simsiyah bir boşluğa çekmek için kendini,
çırpınıp durur yol.
Siyahlara doymuştur.
Vadem geldi demiştir.

Kendine sokulup yol,
Şimdi öyle çoktur ki karanlık

Elif KÜLAH
15.01.2017, Romanya

.

Mavi kuş ile deniz balığı


Mavi kuşlar deniz renginden göğü bir balık gibi basınca yerlerini gök sanan göğüs kafesleri düştü gökten. Deniz balıkları şaşkın.
Bense gülümsedim.
Çünkü bu sefer yenilen mavi kuş değil, göğüs kafesi. 

Çünkü

Kuş deyince
mavi deyince
deniz deyince
balık deyince
hep aynı düş.

Ve kuş kırmızı bir kalp kafesinde değil,
en çok mavi gökte güzel.
Ve sen hep sakınırsın ama,
gülümsemek her dilde aynı inan.

Ve öykünün sonunda uzay boşluğuna atlayıp kurtuluyorum.
Öldürüyorum kendimi, hayallerimdeki gibi.
Ve ben kurtuluşuma kirden diyeyim, siz akan kandan.
Ama doğrusu,
göğüs kafesinde kuş kurutup saklayanlardan.

Elif KÜLAH
Aralık 2016-Ocak 2017, Romanya



5 Ocak 2017 Perşembe

Mektuplar dolusu ölüm yazdım, biri.


Sevgilim,
Seni son gördüğüm gün bana bir defter vermiştin, günleri yazmamı istemiş, üzerine sen de not düşmüştün: Yeşil Hanım, veda vakti geldi.

Bana günleri soruyorsun. Sana her gün yazmaya çalıştım. İlk günler kardeşimin, annemin ve babamın hasretiyle zordu. Böyle ayrılık dünya görmüş müydü? Benim gözüm hatta kanım dahi kan ağladı, kendi içini kusan içimi gördüm gözlerimle. Sana yazmak, olanları daha netleştiriyor, bana daha acı veriyordu. Sonraları toparlayınca sayfalar tuttu yazdıklarım, resimler çizdim, faturalarım. Aramızda 1300 kilometre var. Kar önce buraya yağıyor, soğuk önce burada. Ülkeme düşen bombaların, yaktıkları insanların, onlarca insanı öldürdükleri silahların kokuları bile burada. Burada, ülkemden uzakta, aslında öyle mutsuzum ki...

Sana bunu söylediğimde her daim bana "Önceden hayalin neydi?" diyorsun. Yıllarca şuan yaşadığım hayata kavuşmak için uğraşmıştım doğru... Birkaç kez ucundan döndüğümde günlerce yatağımda ağlamıştım. Oysa şimdi, ırkımın bir zamanlar yaşadığı, izlerini hala gördüğüm şirin mi şirin bir şehirde, huzurlu sayılsam da...

Sevgilim,
Ben de delirdiğimi hissediyorum. Sana yıllarca bir gün kendi canıma kıyabileceğimi, beni kaybedersen yalnız bunun  yüzünden kaybedeceğini anlatmıştım. Son yıllarda nasıl toparlandıysam, ölmekten nasıl uzaklaştıysam şimdi o kadar yakınım. Bulaşıklarımın içinden çıkan sinekler, lavabodan büyüyen böcekler, havada uçuşan tüyler, başka parmak izleri dolu masam, ölmeklere itiyor beni. Yıllarca sağ ayağımdan şikayet etmiştim, kesip alın diye yalvarmıştım bazen. Meğer o ne dayanılır acıymış, sol bacağımın ağrısının yanında. Lavabodan gelen böcek, her adımında büyüyerek yanıma gelip büyük bir açlıkla ısırmıştı sol bacağımı, dizimin üstünü. Zehrinin kemiklerimin içinden tersine aktığını, kalçama doğru yayılan bir sancıyla hissetmiştim. Kalkabilsem yerimden, bıçağı geçirip elime kendimi kesecektim, sevgilim deliriyorum sevgilim deliriyorum!

Bugün ise zehir kansere dönmüştü gece. Korkumdan ağladım. Kan ve ter içinde kanserli vücudum, ya ülkeme dönemezsem, ya burada tüyler içinde delirirsem, hatta kendi canıma burada kıyarsam bir anlığına? kanser beni kollarımdan sararsa, ben seni saramazsam diye korkumdan...

Sevgilim,
Günleri soruyorsun. Günler içime akıyor. Kaynar su akan musluk, fırınlarda ısıtılmış demir misali, soluk ve yemek borumu yakarak geçiyor günler. tüyler boğazımda, böcekler, paslar, sinekler. Deliriyorum günler geçerken. Kendimden korkuyorum.

Günleri soruyorsan hala, günler korkarak geçiyor.

Romanya...