7 Kasım 2024 Perşembe

TELGRAF MEYDANI

"Biliyor musun,

iki insanın arasında, 

birbirine kızgın olmanın da bir değerinin kalmadığı anlar oluyor. 

Ve bu, çok hazin bir an."*

Tam 14 yıldır burada çalışıyorum. Bulunduğu meydana da adını veren bu büroda. Telgraf Meydanı'ndaki, o küçük kahvecinin yanındaki Özel Telgraf Bürosu'nda. Buraya gelmek için evimden çıkıp Limon Tepesi'ni geçmem gerekiyor, orası uzun bir yol. Özellikle soğuklarda birbirine değen donmuş dalların sesiyle yürüyoruz, ama artık o sese de alıştım, sadece kağıda vuran metallerden başka bir ses duymak ve ona alışmak hoşuma gidiyor.

Bu hikayemi dünyanın kaçıncı yüz yılında okursunuz ve mesleğimin ne olduğunu anlayabilir misiniz bilmiyorum ama ben telgrafçıyım. Dümdüz telgrafçı. Ülkenin büyük bir şehrinde yaşıyorum, bu şehirde birkaç tane telgraf bürosu var ve ben en önemlisinde çalışıyorum. Bu benim için gurur verici bir şey. Ben bu meydanda doğdum, burada büyüdüm ve hala aynı yerde yaşıyorum. Telgraf bürosu buraya açılmadan önce meydanın adının ne olduğunu tahmin edebilir misiniz? O zamanlar şöyle derdik; 'Limonlu yolun sonunda buluşuruz, Limon Meydanı'nda.' Evet, benim de buluştuğum birileri vardı anlayacağınız; hem de Limon Meydanı, Telgraf Meydanı olduğunda bile, ama bu hikayeyi sonra anlatırım.

Doğduğumdan beri burada yaşadığımı okudunuz. Yerlilerle samimi olduğumu da anlamışsınızdır. Telgrafçı olmak da bunu zaruri kıldı. İnsanların, aralarını benimle hoş tutmak dışında başka çareleri kalmamıştı. Ben onların dışarıya açılan kolları gibiyim çünkü. Daha doğrusu onlar, işimin sadece bu yönünü gördü. Hayır, işimden şikayet ettiğimi sanmayın. Size ne kadar zor olduğunu anlatmak için böyle bir giriş yazdım. Konuya bir türlü giremediğimi de anlamışsınızdır. Böyle zamanlarda ellerim biraz üşür, çünkü size bir itirafta bulunacağım.

İşimin en güzel yanı şu: kimin ne zaman düğünü olduğunu ilk öğrenen ben oluyorum, birinin bir bebeği olduysa, aşıklar gizli gizli buluşacaksa, özel bir anlaşma olursa, dostlar birbirini özlediyse ilk benim haberim oluyor. Bazen evlerinde kutlamalara şahit oluyorum, bazen beni davet yemeklerine çağırıyorlar. Bunlar güzel haberler, bir de kötüleri var. İnsan böyle zamanlarda dünya dursun istiyor. Benim biraz da anksiyetem vardır biliyor musunuz? Ellerim üşümekle kalmaz, nefes alamamaya başlarım. Telgrafçı olmak beni aynı zamanda doktor, mezarcı gibi başka kişiler de yaptı. İşte itirafım burada başlıyor. Çocukken sınıf arkadaşım olan, sonraları akşamları bir şeyler içmekten keyif aldığım (onu gerçekten sevdiğimi de itiraf edebilirim.) K.'ya babasının öldüğü haberini bir süre gizledim. Söyleyemedim, ne diyecektim, çoktan gömüldüğü haberi gelmişti ve K.'nın yaşlı babasının o uzak kentteki akraba ziyaretinde mutlu olduğunu söylediği andaki gülümsemesi aklımdan çıkmıyordu. O gülüşü gitsin istememiştim. İçimde çok savaş verdim ve bunu sakladım. Sonra onun ölümle ilgili fikirlerini öğrendim. Onu aslında hazırladım, akşamları daha sık dolaşmaya çağırdım ve 10 günün sonunda sanki telgraf yeni gelmiş gibi ona haberi verdim. Bu yaptığım sizin yüzyılınızda da günah mı? Şimdi biraz esneyerek nefes almam gerekiyor.

Hikayemde benim açımdan hüzünlü bir an da var. Bir telgrafçı, dünyanın en ulaşılabilir insanıdır. Biri, hangi büroda olduğunuzu biliyorsa, istediği her an size yazabilir. İşte, her an ulaşılabilir biri olduğunu bilip bir telgrafın bile hiç gelmemesi de bir kalbi bir ömür ağrıtabilir. Neden bunları söylediğimi düşünüyor olmalısınız. O kişi, Y., benim Y. Bir zamanlar benimdi.

Kendimi size daha fazla tanıtmak zorunda kalsam, eğlenceli, komik, konuşmayı ve dolaşmayı seven biri olarak ifade ederdim. Bir de duygusal olduğumu ama asla romantik olmadığımı söylerdim. Fazla fedakar olduğumu, gereğinden fazla herkese yardım ettiğimi, herkesin kötü gününe koştuğumu falan. Tabii bunlar eskidendi. Y.'den önce. Y. benim, iyi niyetimin son damlasıydı. Beni kullandı diyemem, kullanmadı da diyemem. Yaralı olduğu bir anına denk gelmiştim, benimle toparlandı ve Telgraf Meydanı'nı terk etti. Gitmeden önce o da burada yaşıyordu evet, eskiden beri. Evet çok eskiden beri diyebilirim.

Y.'yi uzun uzun anlatmak istemiyorum. Ona sorsanız, eminim bambaşka şeyler anlatacaktır. Benim bu hikayede anlayamadığım ilk şey, hayatının bir döneminde beni tek önemli şeymişim gibi hissettirip sonra yavaş yavaş her şeyi bırakması, bıraktıklarının farkında olmasına rağmen bunu normalleştirmesi, sıradanlaştırması, ben sustukça daha da uzaklaşması, uzaklaşıp bir gün tamamen gitmesi, gittiğinde de yerimi bilmesine rağmen beni hiçbir an merak edip yoklamamasıydı. Bu hikayede anlayamadığım bir diğer şey de o kadar zaman sonra bana ondan gelen bir telgrafın kafa karıştırıcı halidir. Hemen açıklıyorum. Öncesinde esneyerek almam gereken bir nefes daha var.

Telgraf cihazımdan gelen sesle irkilip ne yazdığını okumaya başlarken, o telgrafın bana mı geldiğini anlayamamıştım. Beklemeyi çoktan unutmuştum çünkü. Şöyle yazıyordu:

16 Şubat akşamı 18:45'te Telgraf Meydanında.
A.'ya.

Bu notu, bana yazmasına gerek yoktu. Ben her akşam zaten 18:45'te Telgraf Meydanında oluyordum.

Bir de bu nota ismi açık yazması gerekiyordu. Şimdi bu not abisine miydi? Bana mıydı? En yakın arkadaşı A.'ya mıydı? Onlara bu notu söylemeli miydim? Tarihe 3 ay vardı. Neden bunca yıl sonraydı? Neden 3 ay önce yazmıştı? Size yukarıda kendimle ilgili bahsetmeyi unuttuğum bir şey daha var; belirsizlikten nefret ederim. Kalbimin ağrısını anlamayan kişilerden daha çok. Tam 3 ay karnımı, kalbimi ağrıtacaktı; o A. kimdi, bunun benim içimi yiyeceğini bile bile yapmıştı bunu. 

Şimdi size 16 Şubat akşamı Telgraf Meydanında neler olduğunu anlatmayacağım. Burada asıl söylemek istediğim, benim hayatımın büyük bir dönüm noktası olan, benim dünyaya dair gözümü açan o belirsizliğin nelere mal olduğudur. O günden sonra geçen 3 ayda, Y.'nin bana saklamak gerekçesiyle birkaç yalan söylediğini öğrendim. Beni bekletmeyi sevdiğini de. O, bu hissinin farkında bile değildi. Bu inanın çok acı.

Hala telgraf meydanında çalışıyorum. İşin tuhafı, o da burada yaşıyor. 16 Şubat akşamından beri Limon Tepesi'nde hiç kimseyle yürümedim. Bir de söyler misiniz, K.'nın babasına yaptığım benim kalbimi ağrıttığı kadar ağır bir günah mı?

Şimdi işte, uzunca esnemem lazım. 

*İşin Aslı Judit ve Sonrası

2015-Ankara

5 Kasım 2024 Salı

"Judit Aldozo işte bu yalnızlığın içine girdi."*


Hatırlıyor musun İşkence Bahçesini? Sevmediğimi bile bile beni her seferinde götürdüğün o bahçe, benim işkence bahçem. Renkleri başka biri, kokuları başka biri, dikenleri başka. Ben olmayan, benim dışımda. Şimdi yine oradasın, oradayız. Çok uzun zamanlar sonra, buluşmak için yeniden burayı seçtin ama senden önce, benim sana itiraf etmem gereken bir şeyler var.

Seni, derin düşüncelere dalan biri sanmam, büyük bir yanılgıydı. Bu cümleyi bir yerde mi okumuştum, yoksa uzun zamandır benim zihnimden mi geçiyordu bilmiyorum. Sonuç değişmez. Seni, başlarda beraberinde getirdiğin o tatlı günler gibi, sonsuz sanmam yanılgıydı işte. Farklı sanmam seni, aldanmam. Ben hep aynıydım. Aynı fikirler, tutkular, hisler. Senin fark ettiğim birkaç yalanına rağmen. değişmemeye çalıştım. Her salı ve perşembe, sözleştiğimiz gibi saat 12'de saçımı yapıp, güzel giyinip burada bekledim seni. Gül bahçesinde. Oysa ben gülleri sevmem, ben nefret ederim güllerden, güller başkalarıdır çünkü. Buna rağmen geldim, sırf sana yakın diye, sen fazla gelme diye, sen yorulma diye, ben gelirim hep, her salı ve perşembe, sonraları senin asla açıklama yapmadan gelmediğin o tüm salı ve perşembeler gibi. Gelip beklediğim, soğukta, sıcakta, yağmurda. İnsanlara yalan söyleyip, kapılarımı kapatıp, her şeyimi senin için ertelediğim o saat 12'ler. Senin bazen hiçbir şey söylemeden evinde uyuduğunu, bazen istemediğini, bazen başkalarına koştuğunu bile bile, belki gelirsin diye bekledim. Şimdi anlıyorum, büyük yanılgıydı bu. Şimdi şu eldivenlerimi bana verebilir misin?

Bütün bunlarda derin bir anlam var. O kutuyu açıp bakmanı çok isterdim. Kendi kalp kutunu, açsan göreceksin değişenlerini. Ama sen, fotoğraflarımıza bile asla bakmayan birisin. Senden bir fotoğraf istemiştim, 8 yıl önce. Çok uzun süre bekledim. Beklediğim, bildiğin başka çok şeyler de oldu. Sen duymazmış gibi davrandın. Duyduğun halde. Bildiğin halde beklediğimi. Ben bekledikçe, hiç istenmemiş ve söylenmemiş gibi davrandın. Tüm isteklerimi görmezden geldin. Senin kendine itiraf edemediğin bu. Şimdi hikayemize dair görebildiğim en net çıkarım bu. Biliyor musun, bunları içimde büyük bir rahatlıkla yazıyorum. Hepsinin hesabını 8 yıl tuttum. Üşüdün mü?

Bunca zaman sonra kendime çok zor itiraf ettiğim şeyler oldu. Bizi büyülü ve geçmez sanmıştım. Senin bir duruşun vardı ve benim içine giremediğim ya da senin beni içine almadığın bir hayatın. Sen o hayat ve benim aramda köprü kuramadın. Ben buna alışmaya çalışırken, beni önemsizleştirmeni normalleştirmemi çok sevdin biliyorum. çünkü kolayına gelmişti. Hayat böyledir ve kibir kötü bir şeydir. sen kibirli biriydin. beni, kötü ve değersiz hissettirdiğini bile bile inkar ettin ama ben olanları daima gördüm. Birazdan kalkalım mı?

Kendini benim tarafımdan görmeni çok isterdim. Beni kuruntudan başka hiçbir şeyle bırakmadığın tüm o zamanları, beni sana geldiğim her an boşlukla beslediğini, senin için sıradan olan birine bile bana özendiğinden daha çok özendiğini gör isterdim. Bunları bile bile bu gül bahçesine gelmeye devam ettim, pardon işkence bahçesi.

Sana uzaktan baktığımda her şeyi anladım, içindeyken göremediklerimi. Şimdi senden itiraf etmeni istediğim bir kaç şey var. Neden gülleri sevmediğimi ve buradayken acı çektiğimi bile bile buluşmak için hep bu gül bahçesini seçtin? Birinin senin gelmeni ya da aramanı istediğini defalarca söylediği için bildiğin halde onu karşılıksız bırakmak sana ne hissettirdi veya amacın neydi? Bunu neden yaptın? Kayıtsız kalmayı nasıl başardın?

Çok susadım, hadi gidelim. Seni dinlemek istemiyorum. Zaten 8 yıl geçti. Artık konuşacaklarımızın bir önemi yok. Benim dünyadan bihaber olduğum bir döneme gelmiştin, çok inanmıştım, işin özeti bu. Ama unutma, kibir kötü bir şeydir. Şu elimdeki radyoyu almak ister misin, çok şarkı tutmuştum, seversin.

*İşin Aslı Judit ve Sonrası

Önerilen Şarkı: Canozan-Seni gördüğüm an

14 Ekim 2024 Pazartesi

 

"Bin tane şiiri ezbere biliyor."*

Ayhan,

Ayhan,

Ayhan.

Geceye bırakıyorum adını, 3 kere. Her hücremi yerinden ayırıp beni yeniden ben yaptığın geceye. Bütün parçalarımı sanki yüzyıllardır tanıyormuşsun gibi bilebildiğin o geceye.

Ayhan. Sen uyurken ben göğün güneşe kavuşmasını izliyorum. İçimde mutlulukla karışık bir utanç, bir suçluluk. Hem seni yıllar sonra binlerce insanın içinden yeniden bulup çıkarabilmiş ve kendime saklayabilmiş olmanın tarifsiz güveni hem de karanlığın beni ömrümde ilk defa içine çeken ve bana cesaret veren ürkütücü yanı vardı içimde. Senin göğsünde hala geceden kalma artık benim sende görebildiğim o heyecan. Elimi yine kalbine koyuyorum. Gözlerine koyuyorum. Saçlarına koyuyorum. Adını söylüyorum, yine, Ayhan.. Seni, tutup da kalbimin en derinine koyuyorum. Odalarıma saklıyorum seni, kapılarımı kapatıyorum, kilitlerimi kilitliyorum.

Ben bu gece hiç uyumadım Ayhan. Gökte yıldızlar dans ederken ben gözlerimi döktüm sessizliğe ve o gece içine daldığım hasretini. Seni izledim, olur da bir gün senden nasıl giderim, uykularını nasıl bölerim diye. Bu ellerinden, bu kollarından artık nasıl ayrı düşebilirim diye. Ben bu gece hiç uyumadım, Ayhan. Hesabını tuttum bu günahların, bu sevapların, sende tattığım ne varsa, hepsinin.

Sabahın maviliği göğe düştüğünde Ankara’nın ayazına çıkardım senden sarhoş olmuş gövdemi. Bir gün buradan başka bir yerde yaşarsam, seni buralarda bırakmam gerekirse ben bu tadı nasıl unutucam Ayhan? Senin her şeyini bilip sana nasıl uzak durabilirim? Biliyor musun buna da bir çıkış noktası? Bunları düşünürken,

Benim işte, hayattaki şansım. Apar topar hazırlanıp çıkıyorsun evden. Seni çağıran biri. Kendi koşturmacan, benim dışımdaki hayatının bir problemi bir bomba gibi düşüyor gündemine. Benim ilk defa kollarımda dolanan birinin elleri olman bir anda önemsizleşiyor. Bunu sana daha söyleyemeden gidiyorsun evden. Giderken yüzüme bakmış mıydın? Ben etinden kendimi zar zor ayırırken, sen ‘kendine dikkat et.’ demiş miydin örneğin.

Bugünü yaz Ayhan. Beni göklere çıkarıp sevdiğin, izlediğin ve aynı gecenin sabahında yok saydığın bu günü, bana yalnızlığı hissettirdiğin bu anları yaz. Bunları unutma. Kalbimde benim boğazımı sıkıştıran bu yumruyu unutma.

Ben boşlukta kalıyorum. Sana nasıl davranacağımı, sana nasıl yaklaşacağımı bilmiyorum ya bazen. Beni köşesine oturttuğun bu yıldızdan düştüğümde de bilmiyorum. Gitmeli miydim? Bu, senin için alelade ve sıradan bir anı mıydı? Kalmalı mıydım? Gitmeye mecbur muydun? Dönebilir misin? Döner misin? Kalbini şimdi öpebilsem, iyileşebilir miydin?

Seni bekliyorum Ayhan. İçimde vazgeçilmiş ve gözden çıkarılmış olmanın hissiyle. Gözümle, kalbimle, ellerimle, her şeyimle şimdi.

Önerilen şarkı:Pinhani-Çok Alıştım Sana

*Ian McEwan-Fındık Kabuğu


13 Ekim 2024 Pazar

"Gerçeğin böylesine değişken hale gelmesi 
ne tuhaf diye düşündü İris."*

her şey bu odada oldu.
alınıp verilmeyen nefesler,
alınmadan verilmeye çalışılan o sesler.
duvarlar şimdi hepsini yutmuş gibi,
ve ben bu sessizlikte geri vermelerini bekliyorum.
doğmak üzere olan güneşe karşı.
bir sigara yakıyorum,
bu odanın içinde,
her şeyi gören duvarlar,
o kokuyu da içiyorlar içlerine.
karnım çok aç.
kalbim ondan da aç belki.
tam ortasında,
hiç geçmeyeceğini bildiğim bir yaram var.
onu 
o geceye,
o aya,
o dolunaya,
bu sabaha ben  anlattım.
hepsi dün geceydi.
koca bir yılda elime dolanlardan,
şimdi boşalan avcum.
bu sigaranın dumanıyla boğulurken.

işte ben
asla kalamayacağım o kalbi,
yuvam sanmıştım.

ve her şey bu odada olmuştu.
her sigara içişinde çalan telefonum,
her uykusuz geceye beraber kavuşulan sabahlar,
ilk uyanış,
o yemeklerin kokusu,
korkuyla karışık sevgi,
iç içe geçmiş etler.
duvarlar artık emdi hepsini.

şimdi bir onlar hatırlıyor üzerlerine vuran o gölgeyi,
bir de ben şahidim her şeye.
bir zamanlar sessizce yatağına yattığım o ev,
üşütür artık beni.
kuş konmaz penceresine,
şu mor kadife çiçek açmaz,
sıcak kalmaz o yemekler o evde.

başkalarının evi o,
pamuklarda uyuttuğu artık birilerini.

kalbim.
endişelenme,
kırılan hiçbir şey yok.
Hadi artık,
yap şunu.

bu ateşi;
o evi,
ait olduğu yer,
her neresiyse koca evrende,
göm artık.

14,10,24
önerilen şarkı: Mor ve Ötesi-Oyunbozan
*Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası-MaddieMortimer

18 Eylül 2024 Çarşamba


"Biz yeryüzünün neresindeydik

senin kenarında ölseydik

sen caddenin kıyısında öldüğünde

ve tüm halkın önünde

kendi ellerinle kendini toprağa gömdün."*


Sevgili Ayhan,

Sana bu mektubu, kalbinden çok uzaklarda olduğumu bildiğim bir hisle yazıyorum.

Sana bu mektubu, göğü yaran şu yağmur gibi ağlayarak yazıyorum.

Bu sana, kaçıncı mektubum, kaçıncı hikayem, 18 yılda sana kaç sayfa yazdım, saymadım. Sana bu mektubu da daha önceki birkaç tanesi gibi, yine ağlayarak yazıyorum. Bu mektubu ağlayarak yazıyorum sana. 

Kalbimde sana dair iyi ve kötü pek çok hisle, seni çözmeye çalışarak, kulaklarımı duyduklarımın bazılarına açıp bazılarına tıkayarak, gözlerimi gördüklerimin bazılarına açıp bazılarına kapatarak, senin sonunu asla göremediğim denizinde senin karanlıklarınla, senin dalgalarınla, senin tuzunla, senin derimi kavuran güneşinle boğuşuyorum. Sen beni yüzeye çıkarmamaya vurulmuşsun. Bunu şimdi görüyorum. Beni eksik bırakmayı sevmişsin, beni merakta bırakmayı, merak ettirmeyi, merak edilmeyi, açıklama yapmayıp beni kaygılandırmayı, beni uyutmamayı o senin hiç tatmadığın kuyu gecelerde, o kuyunun en derininde beni sabahlara kadar bekletmeyi, boynu bükük bırakmayı sevmişsin beni, sana ulaşamamamı sevmişsin sen, ulaşılmaz olmayı, beni korkutmayı, korkutup bir açıklama bile yapmadan günler geçirmemi, beni yine uykusuz bırakmayı, kalbimi ağrıtmayı, kalp ağrıtan biri olmayı sevmişsin. Sen, kalbimi eline alıp beni sakinleştirmeyi değil, hep zorlamayı sevmişsin, onun ağrısını, yokuşa sürmeyi, hızla attığında üfleyip yangınını söndürmeyi değil, her seferinde hep geri geri gidip o ateşi izlemeyi ve yangınımı körüklemeyi sevmişsin. Sen benim güzel gecelerimi yakmayı sevmişsin, gecelerim karanlık olsun, ışık sızmasın istemişsin. Sonra 'bana o kapıları sen kapattın.' demişsin, senin hiç çalmadığın, kapalı halini daha çok sevdiğin o kapıları, sen böyle sevmişsin.

Sen; senden o yolları nasıl döndüğümü hiç düşünmeden, bazen kafanı kaldırıp bir kez bile bana bakmadan, nasılsın bile demeden, sen Ayhan, bana bir kez bile gelmeden, hep benim gelmemi bekleyerek, bana hep kuruntularıma çare bulamayacağını söyleyerek ama kuruntulara sonsuz kapılar açarak sevmişsin beni. Sen benden adım adım gitmeyi sevmişsin. Önce gecelerimden, ve en kötüsü de bir daha hiç gelmeyeceğini söylemeyip beni hep, her gece beklerken bırakarak bütün gecelerimden, sonra sabahlarımdan, sonra gün batımlarından, hiçbir ihtimali değerlendirmediğin her andan giderek, beni bırakmayı ve benim bundan korkmamı sevmişsin. Beni gitmene yavaş yavaş alıştırmayı, bunu hissetmemi ama sana bunu söylediğimde beni yeniden ümitlendirip başa sarmayı, yeniden çabalamamayı sevmişsin. Benim tek cümlenle sana yeniden yaklaşmamı ama geri attığını gördüğüm her adımda yeniden o korkuyla rüyalara dalmamı sevmişsin.

Ben artık hiçbir geceme gelmeyeceğini, kendi kendime öğrendim... 

Ah Ayhan sen, beni neden böyle sevdin? 

Tüm bunlar değilsen Ayhan, neden beni her gün biraz daha eksik bırakmayı seçtin?

Böyle gitmez...

Biliyor musun Ayhan, bu geceyi hiç unutmayacağım. Asıl yaslandığın duvarı bana, bana, bana, bana, bana göstermekten zevk aldığın bu geceyi asla unutmayacağım. Çünkü sen, benim seni hep böyle ağrılı sevmemi sevmişsin. Sen böyle sevilmeyi çok sevmişsin. Bunu bu gece anladım. Sana uzun uzun baktım, sana sorular sordum, sana bir şeyler söyledim. Sen hiçbirine cevap vermedin, duymadın ve duymadığını fark etmedin. Korkayım mı, cevap vermedin, korkayım mı, cevap vermedin. Sen korkmamı istedin. Sen bu gece Ayhan, korkmamdan zevk aldın. Bütün kentin; eve gelmemek için ne kadar uzattığımı bile bilmediğin o yollarını çok uzak bir gün batımına kavuşmak için aştım bu gece. Ben o dağlardan, o yollardan, özgür bakardım geceye. Senin o güzel gözlerin bulandırmasaydı eğer beni.

Başka dünyaların birinde, seni daha çok sevebileceğim bir dünya varsa ve senin beni ellerinle beslediğin, sonunda kalbimi görebildiğin bir yer olursa, orada buluşuruz. Çünkü ben, Musa'nın asasıyla böldüğün kalbimin dökülen derisini senin eğirmediğin bir iple, gerçek bir iğneyle dikip göğsüme doldurduğun taşları artık dökmek zorundayım.

Şimdi,

Yanıma gel ve dinle.

Bilebilseydim her şeyi,

Kendimi daha iyi hissederdim.

Ama sen,

Yine,

Beslememeyi seçtin.

Ve artık anlıyorum ki,

O kuruntuları yapan ben değilmişim.

O kırıntıları içime atan senmişsin.

Sevgilerimle Ayhan.

Bir daha asla korkmayacağım.

*Füruğ Ferruhzad

Önerilen Şarkı: Yeni Türkü-Böyle Gitmez.


3 Eylül 2024 Salı

 


"Ziyaret olmuşsun kurban istersin,

Kurban bulamadım candan ileri."*



Sana yenilmek göğsümdeki gardı düşürdü yere,

Kocaman bir gürültüyle,

O karanlık ve ıslak kuyunun içine.

Çürüdü kalbimin içinde ne varsa insanlığa dair.

Kemiklerimi sızlatan gözümün nemiyle.

Sesli ve sessiz.

Senli ve sensiz.

Kömürleşti içimdeki ateş,

Yaşam ışığım, gülen yüzüm,

Yavaş yavaş, aynı kocaman gürültüyle.

 

Sana yenilmek kalbimin en ağır ağrısı,

Acısıyla, sevinciyle,

Sustu senin bana sardığın düğümlerin içine içine.

Asıldı güneşe, kurudu ne varsa sana dair,

Eylül’ün serin ve sarı güneşiyle

Sesli ve sessiz,

Senli ve sensiz.

Bitti içimdeki inanç,

O güzel enerjim,

Hızlı hızlı, hep aynı sesle.

 

Yeşilinin yeşil olmadığı artık,

O gecelerimizden kalma Cezayir menekşesi soldu.

Kırıldı testi, aktı suyu başka yerlere.

 

Sen miydin beni yataklarında yakıp ay ışığında soğutan?

Sen miydin gülüşümü öpüp şimdi gözyaşımı akıtan?

Sen miydin göğsünde bana açtığın koca evi başkalarına yıktıran?

 

Sana yenilmek benim kaçınılmaz sonum.

Ağrısıyla, sızısıyla,

Döndü belleğim ateşlerde eriyen bir küle.

Tükendi inancım göklerde uçan kuşlara dair.

Mevsimi gelince göçen kanatlarının hızına.

Sesli ve sessiz,

Senli ve sensiz.

Kalmadı bir kırıntı sevinç beklemek,

Seni öpen gülüşüm.

Döndü susuz bir çöle.

*Musa Eroğlu

Önerilen Şarkı: Beni böyle sevme

2024 yazı

İzmir.

14 Ağustos 2024 Çarşamba

 


"Kendi hikayesi ama anlatıldığı gibi değil."*

 

    Hayatını başkalarından öğreniyorum Ayhan. Nerede uyuduğunu, hangi akşam kimlere gittiğini, o gün mutlu mu yoksa mutsuz mu olduğunu, herkesin içinde ağladığını, kahkahalarını, seni kimlerin kucaklarında teselli ettiğini, bugün çok mutluyduları, gözleri dolu doluyduları, başka masalarda söylediğin şarkıları, içtiğin rakıları, artık benimle olmayan kaç sigarayı, dün akşam bizim evde yemekteydileri başkalarından duyuyorum. Sen anlatmıyorsun. Gerek mi görmüyorsun, benim dahil olamadığım o anları bilirsem üzülürüm mü sanıyorsun bilmiyorum. Sitemlerimi yanıtsız bırakıyorsun, bir gülüşle, kırık ve asla karşılığını vermeyen ufak bir gülüşle geçiştiriyorsun beni. Uygun zamanlarında artık eskisi gibi aramadığını da biliyorum. Gel demiyorsun, geliyorum demiyorsun, geldim demiyorsun, hadi sigaraya demiyorsun, bu gece uyuma demiyorsun, erken kalk demiyorsun, yok oluyorsun. Ne de güzel yok oluyorsun Ayhan. Seni bu dünyada en çok tanıyan olarak sana uzak kalıyorum, yabancılaşıyorum, 1 hafta, 1 ay, 2 ay, 6 ay, 1 yıl.  Nerede uyuyorsun Ayhan? Akşamları karnın doyuyor mu? İçiyor musun, sevişiyor musun? Üzgün müsün, iyi misin bilmiyorum. Sana yıllar önce ‘başkasının cümleleri daha uzun’ demiştim, yıllar sonra senin aslında kısa cümleler kurduğunu anlıyorum. Bana. Asıl beni üzen de bu.

 

Elim senin çaldığın bir teybin düğmesinde basılıydı, basılıymış, seni bu kadar canlı ve sesli yapan benim elimmiş. Elimi düğmeden çekiyorum. Geri sarıyorsun, bantın düğüm oluyor, düğüm oluyorsun. Asla ilerlemiyorsun ben seni sırtından itmezken. Beni doyurmuyorsun, ben senin hala o kafeste aç bıraktığın kuşum. Susmayı da öğreniyorum artık. Aç ve sessiz bir kuş. Beni özgür gökyüzümden çekip sakladığın o kafeste, hala gizlice yaşamaya çalışıyorum ama seni ben mi sen yaptım? Seni ben mi benim yaptım? Seni ben mi sevdim sadece Ayhan? Neden yoksun? Neden son mektubumdaki fotoğrafı göndermedin bana? Neden o şarkıları dinlemedin? Neden okumadın yazdıklarımı?

 

Ben mi sıkıştırıyorum seni, yoksa sen mi tutmuyorsun verdiğin sözleri. İşte bunu daha şimdi görüyorum Ayhan. Öyle güzel yok oluyorsun ki yavaş yavaş… gittikçe silinen yıldız tozu gibi. Gözlerimden akan yıldızlar gibisin, sarı ve yaldızlı. Dilek tutup hiç beklemeyeceğim. Bunu sen öğrettin. Bunu da senden öğrendim.

 

14.08.2002 

Önerilen Şarkı: Beni böyle sevme 

*Ayfer Tunç-Evvel Otel-Saklı

25 Temmuz 2024 Perşembe



'Ekrem siyah güllerle gelecek Muallaya'*


Sevgili Ayhan,

Biliyorsun, bu hikayeye bir sürü başlangıç yazdım. Akasyaların dalları dolduğunda, erikler çiçeklendiğinde, begonviller balkonlardan taştığında, semizotları siyah tohumlarına durduğunda, zeytinler dallardan uzun çubuklarla vurularak toplandığında, domates kaynatma zamanında, evimin önünde yaprakları sararan tek ağaç döküldüğünde, mazgallara sığmayan sular seller oluşturduğunda, karlar serpiştiğinde, göller donduğunda, geç kalan kış taze çiçeklenmiş ağaçları yeniden vurduğunda, Akasyalar yeniden dolarken ve erikler yeniden çiçeklenirken. Ben bir sürü başlangıç ve son yazdım seni anlatmak için. Yazdım, sildim, yazdım, yırttım, yazdım, attım.

Yarım saat önce seni evine bırakırken muhtemel ilk cümlelerime karar verdim. Elim hala parfümüne karışmış sigara kokuyor. Aklımdaysa kapının önüne geldiğimde 'radyoyu açalım bakalım, bize ne çalacak?' dediğimizde çalan şarkı var. Yıllar önce sen 'bir daha hiç kavuşamayız' sandığında sana söylediğim sözler. Buna gülsek mi ağlasak mı bilemiyoruz. Bizim için olanlara 'rüya mıydı?' diyeceğimiz ilk büyülü an bu değil. Yine de o şarkının denk gelmesi rüya mıydı Ayhan?

Şimdi o yıllardan sonra ben sana 'bir daha hiç kavuşamayız.' dediğimde bana söylediğin kalıplaşmış birkaç söz dışında, tutunacak hiçbir şeyim yok. Koca bir yokluktan kalan bu karanlık denizde çalkalanıp duruyorum. Bazen iyiyim, bazen beni hırçın birine dönüştüren bu halimle uğraşmak zorunda kalıyorum. Bu yaşımda bu yüzümle tanışmak biraz garip. Bana bütün bunları sen mi yaptın gerçekten Ayhan?

Ben şimdi 36 yaşımdayım, sen 39'sun. Seni bahçenin aynasından izlediğimde 16 yaşımdaydım. Geçirdiğimiz 20 yılda birkaç kez düğüm olduk, düğümleri çözdük. O ip koptu, biz yeniden bağladık. Yollar aştık beraber, rüzgarları yuttuk, fırtınaları geçip dalgalarda boğulup yeniden uyandık. Vurgunlar yedik, kollarımızdan olduk. Yağmurlarda ıslanıp güneşte kuruduk. Aynı sabaha uyandığımız bir gecemiz oldu, tek bir gece. Evrildik, bir olduk, döndük, dönüştük. Şimdi yollarımız ayrı, kavşaklarımız bir. Sen ilk sapağa gireceksin, bunu adım gibi biliyorum ama yine de çıkmaz sokaklara çıkarız diye ödüm kopuyor Ayhan.

Çünkü artık seninle her görüşmemizde bir parçamızı daha kaybettiğimizi hissediyorum. Saflığımızı, güzelliğimizi, hikayemizin güzel kısımlarını, senin o güzel gülüşünü, benim her seferinde 'yalan söylüyorsun' dediğim o dudaklarını hafif açıp gülümseyişini, 'bu gülüş çok sahte, bu kadar güzel gülemezsin.' dediğimdeki kahkahanı, parmaklarımı öptüğündeki kalbimin duran halini, sana dair her şeye olan merakımı, sevgini, inancını, o küçük yaşlarımızın hiç gerçekleşmeyen tatlı insancını kaybediyoruz.

Bütün her şey sonra erdiğinde, ışıkları kapatıp ineceksin sahneden biliyorum. Kapının yanındaki düğmeye basıp perdeleri çekeceksin. Oyun bitti Gülce diyeceksin, arkanı dönüp karanlığa akacaksın. Bir gün gideceksin Ayhan, biliyorum. Benden her şeyin intikamını alacaksın. Şimdi zamanı diyeceksin. Demek akasyalar, erikler, zeytinler; al sana solmuş güller diyeceksin, koparılmış begonviller. Ben şimdi seni sönme diye iki elim de yana yana havalarda atıp tutarken, ben seni erime diye güneşlerden korurken, ben seni solma diye sularda saklarken sen Oyun bitti Gülce diyeceksin. Filmler, oyunlar böyle biter. Al sana yeşil mi yeşil bir yaprak, senden bile yeşil. Sana karanlık bir orman. Defalarca düşmen için.


Elif Külah Kuzu

İzmir-24'

01.28

*Selim İleri-Yalnız Evler Soğuk Olur

Önerilen şarkı: Can Kazaz-27

14 Haziran 2024 Cuma


"Şimdi bir de buradan baktım sana
Senden kaçırdığım
Kedere boğulduğum anlara
Beni içine al artık
Seni mutsuz kılan o duyguyu
Kırmak istiyorum."*

Hatırlarsın masumiyeti. Çok eski yaşlarından kalma, yastıklarına ben yanında yokken döktüğün yaşlardan. Beni bu hayatta yalnız 1 kere gördüğün şehirde çoktan kaybettiğimiz o masumiyeti. Benim şimdi, o tek güne dair inanmak istediğim o kadar çok şey var ki.

Şimdi, binlerce yıl sonra,

Bir şeyler yazmak istiyorum o güne:

Aştığın yolları,

Gökte uçan kuşları,

Rüzgarın sesini,

Senin ıslak derini,

Parmaklarını ve kollarını,

Ellerini,

Orada geçen saatleri,

Yalnız geçen yılları,

Ayrı geçen çeyrek asırları.

Yazmak istiyorum bizim, yalnız bize açık olan anı müzemizi. 

Kapısı derin bir özlem,

Bu, beş duyunun algıladığının dışında.

Pencereleri merak,

Bu, zihnin anlayabileceğinin dışında,

Duvarları gerçek,

Durur dimdik karşımızda.

Zamanında her şeyden emin, şaşmaz bir yolun düzeninde yürürken, aniden değişen bu yolda, yazmak istiyorum senden bana bir gen gibi aktarılmış bu hisleri.

Hem benim kuşlara bir ilgim yoktu,

Göğe aşık bir kuşa vurulmadan önce.

İşte bu yüzden artık  tanırım, bilirim,

Eskiden, çok eskiden tattığım,

Göğüs kafesinde durmadan atan kalbinin,

Heyecanlı halini.

*Önerilen Şarkı: Mabel Matiz-Zaman


27 Mayıs 2024 Pazartesi

"Yanlış yerde geziyor bu kuş."



İşte sana,

çocuk kalbine kalpler sığdırmış yekpare bir vücut.

Bu his içimde

bir anlığına,

annemin elleriyle  ördüğü dantelin

ucunun bir yere takılıp sökülmesi gibi,

önünü alamadığım bir halde.

Sana sunmak istediğim,

işte sana,

Hiç sarılmamış bir vücut.

İpeklere, şallara, saten elbiselere.

Sen, beni tek beden halinde mi isterdin?

Yataklarda ateşler içinde döndüklerin gibi,

Ama işte benden sana sadece,

Birkaç hatıra kalıyor kala kala,

kolları ilk aşkında kalmış bir gövde,

Kalbinde birkaç yaralı anı olan bir et.

Bu kalp,

bir anlığına dönse bir alev topuna,

yaksa derinin en ince yerini,

acıtıp kasıklarından karnının en içine konsa.

ve bir anlığına kanatlanıp bir kuş olsa,

çıksa kasıklarından göğüs kafesine

derin derin gıdıklasa her şeyini.

İşte sana,

ne bir alev topu,

ne uçmayı bilen bir kuş.

Sana,

lazım mıydı geceleri başkalarından ezberlediğin kusursuz bir ten?

Benim olmayan, benden başka.


Gökte yıldızlar kırıldı,

Yarıldı gök bir anlığına,

Deldi bir parça beni.

Sen, tek bir vücut olarak mı istemiştin beni?


Önerilen şarkı: Yasemin Mori: Aslında bir konu var




24 Nisan 2024 Çarşamba


"-Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna, hatırladın mı?

-Sonsuzluk ve bir gün kadar.

-Duyamadım?

-Sonsuzluk ve bir gün kadar."

1.

Eskiden, ilk genç kızlığımda uzun ve karanlık yollara çıkmak, boğazımda bir düğümdü Ayhan. Beni hep kötü şeylerin beklediğini hisseder, o yolları aşmaktan korkardım. Gökyüzünü izler, kasette çalan şarkıları mazot kokusuyla dinlerdim. Yollar bitmez gibi gelirdi; bana yıldızlar yağardı; ay ışıkları, ağaçların gölgeleri üzerime yağardı. Başım pencereye dayalı uyuyakalırdım. Zaman mavi gün doğumuna gelince uyanır, üşürdüm. Kendime gelirdim. Köylerde kimlerin evlerinin ışıkları yanıyor diye sayardım. Geçtiğimiz arabaların içlerine bakar, onları bu yollara döken hikayeler yazardım. 

Şimdi, şu yaşımda, uzun ve karanlık yollara düştüğümde boğazımda hala aynı düğümü hissediyorum. Eski mazot kokusu yok, kasette dönüp duran aynı şarkılar da yok artık. Ama aynı yıldızlar yağıyor içime, aynı ayın ışığı düşüyor yoluma ve aynı ağaçları izliyorum yine. Artık yol uykuları yok. Düşünmeye, dinlemeye ve üretmeye ayırabildiğim bu zamanları artık uyuyarak harcamıyorum. Düşlüyorum, kalbimin tüm odacıklarında ayrı hikayeler kuruyorum... Benim şu belleğim, artık kuş uykusunda Ayhan...

Zihnimde yıllarca sakladığım bu hikayemizi anlatmamın zamanı gelmedi mi sence? Şimdi düşündüğümde bana asla gerçek olmayan bir rüya gibi gelen; sokağımda adının bir rüzgar gibi fısıldandığı çocukluğumdan 45 yıl sonra bu satırları yazabiliyorum sana, senin adına nihayet. Şimdi parmaklarım yazabildiğince seni, ağaçları, bankları, su şişelerini, sokağını, her seferinde 'bu son' diyerek ayrılışlarımızı, karlı günleri, hep yeniden buluşmalarımızı anlatabilirim. Bunları dökmenin vakti şimdi değilse ne zaman?

Sana, gittiğinde ne kadar büyük bir boşluk bıraktığını söyleyemem, fiziksel olarak ifade edemem bunu ama o boşluğu balon gibi dolduran bir sürü mektup yazabilirim. Senin elinden alıp içmişim gibi, binlerce sigara içebilirim, üfleyebilirim dumanı o kapkara boşluğa. Yıllarımı, kaderimi, hayatımın nasıl yön değiştirdiğini saatlerce konuşabilirim. Evet, gerçekten gözlerinin rengini artık hatırlamıyorum Ayhan ama yaşanan pek çok şeyin fotoğrafını sanki zihnimde hala taşıyorum.

Hazırım ve başlıyorum.


* Sonsuzluk ve Bir Gün

Önerilen şarkı: Eleni Karaindrou - By The Sea ( 1998 )

25 Mart 2024 Pazartesi




Bir şarkı çalıyor yüz yıllar sonra, bizim hiç gitmediğimiz, bambaşka insanların olduğu bir yerde. Kokusu geliyor olduğum yere. Sen inanmaz mısın seslerin kokuları olduğuna? Şarkıların kutularda saklandığına, en eski fotoğrafların yanında ve inanmaz mısın bazı kokuların ve seslerin yüz yıllarca yaşadığına?

Bir şarkı çalıyor, binlerce kilometre uzaklarda, kalbim onu her zaman olduğu gibi duyuyor, kalbim hızlanıyor, aklıma yine bin beş yüz yıldır olduğu gibi aynı anılar geliyor. Yağmurların gökleri yardığı, benim seni kalbimde yürüttüğüm, büyüttüğüm, sakladığım yollara gidiyorum. Kanımdaki zehir hiç akmıyor, gitmiyor hiçbir zaman. Yarılan göğe boşaltabilsem seni, boşluğa bırakabilsem, karanlıklara gömsem seni, şu sonsuz yağmur kokusuna karıştırsam, yok edebilsem seni artık.

Bir şarkı çalıyor, hep aynı şarkı. Ben bu şarkıyı ne zaman duysam, pencerelerinde sabahladığım günlere gidiyorum. Boş ver yarılan gökleri, boş ver arkama bile bakmadan atladığım uçurumları, boş ver şu yılları, ben bu şarkıda hala sana yaslanıyorum. Zihnimde hala seni ikna etmeye çalışıyorum. Sen ikna olmuyorsun, beni sevmiyorsun bir türlü. Yüzüme bakmıyorsun sonra, adımı bile söylemiyorsun, gözlerimden kaçıyorsun, ben gidiyorsun. Ben yine kalıyorum, şarkı biterken, ah şu kör hevesim, bembeyaz çarşaflardan kalkıp her seferinde aynı cesaretle sana koşuyor.

Bir şarkı çalıyor, içinde o dut ağacının sesi, yanımızdaki ayın, içtiğimiz çayın, ayak seslerin, fotoğrafların, yeni dökülmüş asfaltın, kütüphane yolunun, okul çıkışlarının sesi. Hepsini içime alıyorum, saklıyorum.

Ben bunları o kutulardan nasıl çıkarıp atabilirdim ki...

Bir yerden çok aşağı düştüm...


Önerilen Şarkı: Mabel Matiz; fırtınadayım.

5 Şubat 2024 Pazartesi

'Ve bırakıp gittiğinde
Bir küçük boşluk kalsın
Alnını dayadığın yerde;
Bir yalnızlık işareti
İşleyen ta içime.'*

Bu hikaye, 1943 yılında doğan bir adam ve 1942 yılında doğan bir kadının hikayesi Ayhan. Başka ülkelerin birinde rüyası görülmüş, göçe çıkmış kuş sürüsünün gökteki dansının altında başlayan, Ankara'nın soba kokulu havasında Kızılay'dan Kurtuluş'a yürüyüp Eryaman'dan  Dikmen'e otobüslerde geçen günlerin ve uzun bir tren yolculuğunun hikayesi. Sıcak bir yazın 2 gününün ve soğuk bir kışın 2'si karlı olmak üzere 4 gününün hikayesi. 17 yıl, 35 yıl, 34 yıl ama 7 gün bile değil.

Seni bulduğumu bildiğim, ama istasyonda kaybettiğimi sandığım an başladın Ayhan. Defalarca kesişen yollarımız, bir yerlerde ayrılan sokaklarımız, bu tren yolculuğunda daha önce hiç olmadığı kadar uzun sürmek üzere birleşti. Seni önce gördüm, koluna dokundum ama tam trene binecekken, odaların içinde kaybettim seni. İçinde insanların olduğu, tanıdık veya tanımadık yüzlerin, tenlerin, seslerin olduğu odaların içinde, o odaların birinde. Birileri birilerini öperken, birileri birileriyle kavga ederken, bu seslerin bazıları beni korkuturken, seni bulamayacağımı sanırken; seni bulana kadar kuşları dondurdum Ayhan.

Seninle yan yana  geçtiğimiz yollar, gündüzler ve geceler, seninle saatlerce konuşmam, senden bana geçen her his, her bilgi, tüm göz yaşların, bütün bakışların, benim bakışlarım ve sana, montunun içine hiç sormadan sokulan elim, gökteki kuşlara can oldu Ayhan. Tümü böyle oldu birken üç. Biz çoğalttık onları uzun yolculuğumuzda. İçtiğim sularla, yiyemediğim yemeklerle, senin parmakların ve gözyaşlarınla biriktirdik kuşları gökyüzünde.

Cebinde, annenin doğduğun günden beri senin atletlerine iğnelediği, ceplerine sakladığı üzerlik otu; saçına, bakışlarına, sesine, gözlerine, güzel kalbine hiç nazar değmesin diye. Cebinde, içinde 3 sigara kalmış, ezilmiş bir paket sigara. Cebinde bir kolye, bir mektup, bir metal para, cebinde bir kalem, elinde kuşlu bir kitap; sen bunların tümüydün Ayhan. Yürüdüğün bütün yolları bana bütün saatler boyunca, dolan gözlerinle beraber anlatırken, ben seni nefesimi tutup dinlerken, sen benim okuduğum kitaptın, en sevdiğim cümlelerini parmaklarımla çizdiğim kuşlu bir kitaptın. Seni yol boyunca okudum, bitirdim seni. 

Bu senin 3 kuşak eski kadınlarının değil, benim hikayemdi Ayhan. Doğduğum günden çok yıllar sonra başlayan, seni bir kibrit kutusuna koyup kalbimin bir köşesinde bu yaşıma sakladığım hikaye. Şimdi 64 yaşındayım, trenden inmeden önce kulağıma eğilip 'beni bekleyecek misin?' dediğinde 'öbür dünyada buluşuruz.' dediğim söz bugün gerçek oldu Ayhan. Bu gerçek bir veda. Bazen insan her şeyini yitirir. Bugün ben de yitirdim Ayhan, seni yitirdim. Beni gittiğin yerde bekleyecek misin?


*: Metin Altıok

Önerilen Şarkı: Hirai Zerdüş-Papatya

Ankara-Romanya-Ankara


16 Ocak 2024 Salı

Sokaklar geçiyorum,

bilmediğim evler,

hiç yürümediğim merdivenler,

hiç bakmadığım pencereler,

hiç dokunmadığım süs çiçekleri.


Kendimi geçiyorum,

bilmediğim hisler,

hiç duymadığım sesler,

hiç anlamadığım şeyler,

hiç deşmediğim ateş külleri.


Bir şeyler görüyorum,

bilmediğim ihanetler,

çok tattığım adaletsizlikler,

ezberlediğim yalnızlıklar,

alıştığım sessizlikleri.


Bir şeyler istiyorum,

kendim olabildiğim yolları,

kendimi bulabildiğim şarkıları,

kendime aldığım kararları,

kendime ölü çiçekler. 

9 Ocak 2024 Salı

"Kuş ölümlüdür,

sen uçuşu hatırla"


Ben yeşildim çocuk ağacımın dalında,

Soldur beni, soldur.

Yalnız zehirler yazdığım kalemlerimin hatırına,

Artık öldür beni, öldür.

Bak, zaman saat değil kolunda,

Yoldur inan, yoldur.

Bu hissettiğin ateş değil karnında,

Küldür inan, küldür.


2014, 2022, 2024

Önerilen Şarkı: Şiire Gazele

4 Ocak 2024 Perşembe

"Bırak artık dünyayı, zarları hileli."

-1-


Bu apartmanın 2. katında yaşardı Adnan. Sarı rengi yer yer solmuş, 1. katında siyah ve demir parmaklı pencereleri olan ama küçük bahçeli bu 6 haneli apartmanda. Sağ dairede oturuyordu, 4 numara. Yalnız başına. Çift sayıları sevdiği için 4 numaralı daireden etkilenmişti. 8 olsa daha mutlu olurdu. 8'i severdi, anısı vardı, 8'i hiç unutamayacağını sanırdı. Evi güzeldi, eşyalıydı. Bulaşık makinası ve güçlü bir süpürgesi bile vardı. Bunlara hep çok sevinirdi. Yerleştikten kısa bir süre sonra çamaşır makinası bozulmuş, biraz çamaşırcılarla idare etmiş, sonra yeni boşanan bir iş arkadaşından 2. el almıştı. Arta kalan parayla Tunalı'ya içmeye gidip efkar bile dağıtmışlardı, sonuç aynı paraya gelmişti.

İnce ve uzun biriydi eskiden Adnan. Bir dönem kambur yürümüşlüğü bile vardı. Çabuk düzeltti bu halini. 30'larında tayinle tanıştığı Ankara’nın ayazı onu kilo almaya, biraz yağlanmaya mecbur kılmış gibi özellikle bel kısmından genişlemişti. Kolları zamanla şişmişti. Bacakları kalınlaşmıştı. Hep sıska olunca, bu şişlik zamanla hoşuna gitmiş, kendini daha iyi hissetmişti. Aynada kollarını izlediği bile olurdu. Şimdi 30'ları yarılamıştı. En güzel yaşlar denirdi ama o memur masasında bu güzelliğin ne olduğunu düşünürken bulurdu kendini.

Hayatı sıradandı, eğer erken geldiyse ve Adnan da geç kaldıysa, haftada 1 kez gelen temizlikçi kadınla sohbet ederdi. Onunla konuşmak, kendisini çocukluk evinde gibi, doğal hissettirirdi. Kadın çorba yapıp koyardı ocağa bazen. Evde hamur işi, sarma, bezelye yaptıysa biraz ona da getirirdi. Adnan da eskiyen kıyafetlerini falan ayırır kenara, ona verirdi. Kadın mahallede bulurdu mutlaka birilerini. Hatta bir kere kimin olduğunu hiç bilmediği, açık pembe renkli bir kazak bile vermişti de kadın arkasını hiç sormamıştı.

İş yerinde kimseyi sevmezdi. Samimi bulmazdı hiçbirini. Buraya ilk başladığında daha içten ve hevesliydi ve onları çok yadırgamıştı. İş yapmadıklarını düşünür, boşa para kazandıklarına kızardı ama zamanla onlara benzediğini düşünmeden edemezdi. O da artık onlar gibi molaları kaçırmaz, bu kahve ve sigara keyfini asla onun bunun işi için es geçmezdi. Masa başında da sık sık dalar, kendini bambaşka şeyler düşünürken bulur, işi başa sarmak zorunda kalırdı. Bambaşka şeylerden kastı aslında temelde aynı şeylerdi. Bir şeyler yazmak ve çizmekle ilgili aklına fikirler gelir, kimini kenara köşeye karalar, yazar ve çizerdi ama çoğu o masa başında asılı kalır, sonra da bir buhar gibi kaybolup giderdi. Çünkü ne yazsa ne çizse bir işe yaramıyor artık diye düşünürdü. Eskisi gibi şöyle sohbet edeceği, bir şeylerin kritiğini yapabileceği kimsesi yoktu. Herkes başka hayatların yolunu tutmuştu.

Eskiden iş çıkışları bazı akşamlar Kızılay'da buluşup bekar arkadaşlarıyla ucuz yerlerde dürüm, köfte ekmek yerlerdi. Geceleri Cebeci'de annesinin deyişiyle dumanlarını tüttüre tüttüre cızbız köfteye giderdi. Elleri donsa da o arabanın başında hiç tanımadığı insanlarla sıcak köfte ve soğuk ayranla sohbet etmeye bayılırdı. Eğer arkadaşlarıyla güzel bir yemek yedilerse karınları doyunca duman altı yerlerde bira içer, biraz siyaset ve biraz kitap konuşurlardı. Biraya bu tayininde, Ankara’da; bu bira sohbetlerindeki arkadaşlarına da üniversitede başlamıştı. O zamanlar içmezdi ve yurtta canla başla Ufuk ve Ramazan'la birbirlerinin her derdine koşar, haşarılıklar yapar, yurttan kaçarlardı. Çok eğlenmişler, çok sıkı dost olmuşlardı. Hepsi ayrı bölümlerde okumuş ama sonunda aynı şehirde yaşamaya başlamışlardı. Onlar Adnan'dan 2 yıl önce Ankara’ya gelince Adnan hazıra konmuştu. Hazır bira mekanlarına, hazır yol tariflerine, hazır yemek yerlerine. Bu yüzden sevmişti Ankara’yı, ayazına ve sokaklarında tüten gri dumana rağmen. Ama artık o iş çıkışı toplanmalar yoktu. Ufuk üniversiteli bir kızla evlenmişti, Ramazan kendi anne babasının hastalıklı dertlerine boğulmuş, ayda 1 kez ancak fırsat bulur olmuştu. Arada bir de Ufuk'a giderlerdi. Adnan, tek başına devam ediyordu. Gittiği yerdeki tanıdıklarla. Birileriyle. Sıradan insanlarla.

Odalarına kadınlar girer çıkardı ama boşlukları bile kalmazdı geriye onlardan. Havada yürümez gibiydiler, Adnan için öyleydi en azından. Bir anlamları yoktu. O çağırmazdı, onlar kendi gelirdi. İçtiği bir yerden çıkarken, arkasına takılırlardı. Bir şey de anlamazdı, sevmezdi ama bir şey demezdi. Sırf meraktan geldiklerini düşünürdü. Mesela kışın ısınmak için geldiklerini (birisi kalorifer kadar sıcaksın bile demişti.), kahvaltıya kalıp karınlarını doyurduklarını, aşık olmayı beklediklerini bile. Ama Adnan böyle biri değildi, o da kadınlar gibi boşlukla dolanmayı severdi. Fazlası olmayı hiç düşünmemişti.

Üniversiteden sonra gerçek olarak ilk kez odadan bir kızla görüşmüşlerdi. Adı Özlem'di. Tatlı bir kızdı, sohbeti güzeldi. Uyumluydu, sorun çıkarmaz ve çabuk mutlu olurdu. Zor bir hayatı olmuştu. Adnan'ın çocukluğu nasıl aile içinde ve huzurluysa Özlem'in bir o kadar aile olamadan ve huzursuz geçmişti. Birkaç ölü görmüştü kucağında, birkaç da ölü gömmüştü. Hasta birilerine bakmış, altlarını almış, buruşuk pipiler temizlemiş, sarkmış memeler yıkamıştı. Ankara soğuğundaki gecekondularında sobalar boşaltmış, çalışmış, çabalamış, bu günlere gelip ailesine destek olmuştu. Belki de bu yüzden, gerçekçiydi. Sohbeti severdi, sohbeti dinlenirdi. Onunla sokaklarda yürümek güzeldi ama asla saatlerce yürümezdi. Adnan bir şeyler yazsa, üzerine konuşulur, devamı gelmezdi. Özlem anlardı ama bir şeyler yazmazdı, çizmezdi, durağandı, dingindi.

Birkaç ay görüşmüşlerdi, sadece 1 kez sarı apartmanın 2. katına gelmişti. 4 numara dikkatini çekmişti, çift sayıda oturduğu için şanslı olduğunu söylemişti. O 3 numarada oturuyordu. 3C. Sesli harfleri severdi halbuki, en azından 3E olsaydı demişti ayakkabısını çıkarırken.

Özlem eve gelince, Adnan evde bir boşluk dolacak gibi sanmıştı. Oturuşu o koltukta kalacak, hiç gitmeyecek. Kahve bardağının izi havada kalacak, orası saydam bir delik gibi olacak. Böyle bir hisle davet etmişti Özlem'i ama Özlem korkaktı. Teması sevmezdi, korkmuştu da gerçekten, hep korkardı. Eli ayağına dolanmıştı, burada olmamalıyım hissi, burada olmanın huzurunun önüne geçmişti. Ne yapacağını bilmeden, binlerce kişiyi ağırladığı her halinden belli olan yemek masasının üzerindeki kitaplara bakmıştı. Kahve gelene kadar sayfaları çevirip altı çizilenleri okumuştu. 'masa da masaymış ha.' ne çok kitap diye düşünmüştü. Kalbi ısınmıştı Adnan'a. Onu böyle görmek iyi gelmişti. Yaşamışlığını, evrende olduğu yeri görmek. Yine de bu his, korkularının önüne geçememişti.

Adnan gelmişti 2 bardakla, biraz çikolata. Özlem o an, bu evde birilerini ağırlamaya ne kadar alışkın olduğunu düşündü. Kendisinin bu uzaklığını. Kendisini küçümser diye düşündü, şu ana kadar hep o Adnan'ın önündeyken, bu an, Adnan onun önüne geçmişti. Bu evde küçüldüğünü hissetmişti. O küçüldükçe Adnan ona yaklaşmıştı, o kenara çekilmiş, koltuğa oturmuş, Adnan geldikçe yastıkları kucağına almış, karnını kapatmış, kollarını bağlamış, anlasın diye dualar etmişti.

Adnan anlamıştı. Anlamaz mıydı? Esasen yaklaşmamıştı bile, en baştan kahvesini ayrı yere koymuştu. Başka koltuğa oturmuştu. Bir şeyler okumak için eline kitap almıştı. "Yangınlardan geliyorum dedi adam ve yangınlara gitti yanık, Depremlerden geliyorum dedi kadın ve depremlere gitti yıkık" Özlem anlamadı, anlayamadı, aklına 3 numaralı evi gelmişti. Gitmek istedi, kahvesi bitince, kahveyi uzun uzun içmek istedi. Söyleyecek bir şeyi olmadığından biraz daha okusun istedi, kafası orada olmasa da. Okudu Adnan, devam etti açmaya aslında, içini. 

Özlem gidince, kalmadı ondan geriye bir şey korkusundan başka. O neredeyse birbirine hiç değmeyen bakışlar bile kaçtı birbirinden o günden sonra. Özlem, içinde kaçtığı bir tarafla tanışmıştı. O  yumuşaklık, hiç başıma gelmez benim dediği o his. Kimse birbirine itiraf etmese de havada asılı duran. Hoşuna gitmedi bu yüzleşme. 3 numaralı evine döndü, bildiği odasına, yatağına, kendi bildiğine. Korktu, kaçtı. Bu yüzden, uzun sürmedi Adnan, Özlem, Adnan ve Özlem. 

Birkaç yalan atmıştı ortaya, sen duygusalsın, ben böyle biri değilim gibi bir şeyler. Adnan, o gece Özlem'in içindekileri hiç bilmediği için inandı bu laflara. Özlem'le bu konuşmadan sonra köşesine çekilmiş, insanları ve kendini izlemeye başlamıştı. Tepkileri, durumları, kendi kalbini. onlara sorular sormuştu. Mesela odaya son dakika gelen bir kağıda kimin nasıl tepki verdiğini inceledi, toplantılardaki müdürün krizlerinde kimlerin yüzü kızardı, kim panikledi. Kendisine bir liste hazırladı, herkesi tek tek not aldı. Böyle bir şeyi daha önce düşünmemişti ama işte kendisiyle ilk kez o zaman tanıştı. Geçmişi deşti, nefesini dinledi, darmadağın oldu.

Ufuk'un düğününü hatırladı. Memleketlerinde olmuş, Ramazan'la bir pansiyon ve araba kiralamışlardı. Son gün Ufuk da yanlarına gelmiş, içmişlerdi. Ufuk o kadar ağlamıştı ki, yarın kesin evlenmeyecek demişlerdi. Adnan'ın bütün gün kalbi ağrımış, kesin hayır diyecek diye ödü kopmuştu. Bu anıyı düşününce Ramazan'ı arayıp o günü ve ne hissettiğini sormuştu. Ramazan hiç böyle şeyler hissetmemişti. Daha eskilere gitti, kendisini korkutan anılara, hatırladıklarına, insanlara her şeye. Bunları not aldı, insanları aradı, kimiyle görüştü. Evine gelen kızlar anlam kazandı, sohbet eder oldu, sorular sordu, sesleri, kokuları. Hayır, kimsenin böyle dertleri yoktu.

Yazmaya başladı, çizmeye, dökmeye içini. Okumaya başladı, kendisinde bu keşfettiği yeni yanı. İsmini böyle öğrenmişti ve kendince değiştirmişti işte. Takıntılı kaygı bozukluğu. Ben buyum diyordu. Kabullenmiş, barışmış ama çözememişti. Artık işyerindekileri de görmüştü. Onlarla sohbet ediyordu, kızları seviyordu, birayı seviyordu. Birisi bardağın kulpunu başka bir yere çevirip koysa bunun aslında onu ne kadar rahatsız ettiğini düşünüyor, hemen kendince bulduğu hastalığına veriyordu. Önceden bardağın kulpu sağ tarafa değil de sola dönük konsa huzursuz olurdu ama bunun farkında olmazdı. Artık hangi kokuların onu rahatsız hissettirdiğini çözmeye çalışıyordu; tarçınlı kokulardan nefret ederdi, bildiği kokulardan başka koku sürmüş insanlardan uzaklaşıyor, soğuyordu. Klasik mont giyen insanları sevmiyordu. Yemek yerken ses çıkaranların masasından kalkmak istiyordu. Bunların hepsinin farkına bu yaşında varmış, başka neler çıkacak altından diye her günü merakla bekler olmuştu.

Her şeyi ama her şeyi deşerken, yazmaktan çok korktuğu, yüzleşmekten hep kaçtığı biri çıkmıştı karşısına. Yorganların altında saklanan, kumaşlara sarılan saf altın gibi. Hep derinlerde yüzmüş ve suyun üzerine hiç çıkmamış parlak bir balık, yıllardır gökyüzünde yağmayı bekleyen bir buhar kütlesi, bir daha hiç gidilmeyecek ülkelerin kokusu. Bunun gibi, garip biri.



Arkası Yarın...
Şarkı Önerisi: Ben ne anladım bu işten-Berkay Altunyay