11 Aralık 2016 Pazar


Bir rüyaya giriyorum. Kimse görmesin diye sessizce, parmak uçlarımda yürümeye dikkat ederek. kimse farkıma varmıyor önceleri. Bir sohbete dahil oluyorum ben de görünmezliğimden yararlanarak. yuvarlak bir masa. Kenarında bir yatak, daha önce de gördüğüm. Masada yatakta uyuyanı konuşuyorlar, nasıl da yorulduğunu:ruhen. Bir insanın daldan düştüğünü, yakalanamadığını. Yatakta yatanın onu yakalayamadığından bahsediliyor. İnsanların yüzlerini görmeye başlıyorum yaklaştıkça, ürperiyorum. hepsi tanıdık yüz. Biliyorum. Öyleyse diyorum, benim de bildiğim biri olmalı daldan düşen. Uzanıp yataktaki kişiye bakıyorum. Sağ tarafta hep diğer saçlardan hızlı uzayan bir tutam. Bu benim her şeyi anlamama yetiyor. Uzanıyorum, sandığım kişi. Acaba hiç farkında mıydı sağ tutamın daha hızlı uzadığından? Göğsündeki çıkık yere dokunuyorum, dokunduğum an içeri giriyor elim. Yoksa çökük müydü göğsü, ellerimle mi doldurmuştum o yeri önceleri? Hatırlamıyorum, yalnız his avuçlarımda. Hiç geçmeyen his, daha çok ısınıyor derimde. Kan sıcaklığı hissediyorum, içindeyim. Kalbi avuçlarımda. Okşayıp acısını dindiriyorum, demek, durduramamış daldan düşeni. ne acı.

Uyanıyor kalbine dokununca. Beni görüyor. Önce yine iteceğini düşünüyorum. Yataktan bir uçurum gibi düşeceğimi, masaya doğru yuvarlanıp kaybolup gideceğimi. O ise öylece duruyor bana bakıp. Ellerini kaldırıyor sızıyla. Göğsünden kalbine uzanan elimi çıkarıp dudaklarına götürüyor. O an düşünüyorum, bir daha o güzel yüzün bendeki hissini hiçbir şey dolduramayacak. Onunsa gözleri doluyor. Şaşırıyorum. Sanırım on bin yıllar boyunca beklediğim bu an, uzaklardan; şimdi, nasıldı? Nasıl geldiğimi soruyor. Masaya bakıyorum. Başkalarının yanında bana şefkat dolu sözler söylemesi de imkansız. Şaşırıyorum. Oysa masadakiler bizi fark etmiyor. Nasıl geldiğimi ise hatırlamıyorum. Nasıl oldu diye soruyor, Dış kapıyı düşünüyorum, düşündüğüm an o değil diyor. Anlamıyorum. Kalkıp doğruluyor. İki elim yanaklarında şimdi. Nasıl kurtuldun diyor. anlamıyorum, konuşamıyorum. Şaşırıyorum. Seni diyor, o dalda kaybederken... Anlıyorum. Benim yüzümden miydi hepsi, daldan düşen ben miydim, onu bu yatakta terler içinde bırakan ben miydim? Ağlamaya başlıyor. Masadakiler farkında değil. Şaşırıyorum. Ellerimi itiyor iyice. Yanaklarından içeri giriyor ellerim. Sıcak, güzel gözlerine dokunuyorum içeriden, dudaklarına, beynine kadar itiyor beni. Elim takılıyor, bir kutuyu açar gibi açıyorum bir şeyleri. Konuşmaya başlıyor. O zaman.

"Büyülü bir evi düşündüğünde, evet bendim, emin ol. Adın zordu, adını söylemek, söyleyemeyen bendim, emin ol. O gün seni son gördüğümde siyah bir oyuncağı parçalayan bendim, emin ol. Son nefesini beklememeliydim biliyordum, emin ol. Seni o ağaca çağıran da bendim emin ol, seni o dalın ucuna iten de bendim işte ama seni o daldan ben düşürmedim. Ellerimi uzattım sana. Ellerim yetmezdi. Biliyordum! Sana sadece gitme demem yeterliydi, eğer gitme diyebilseydim, düşmezdin biliyordum! Emin ol."

Ölüydüm, büyülü bir evde ölmüştüm. Çamdan düşüp, akasyadan, duttan, iğdeden, kirazdan, elmadan, erikten belki. Erik ağacımdan! Bir söz yeter miydi, düştüğüm uçurumlardan geri dönmeme bilmem. Belki kanatlanırdım, kanatlarım koparılıp büyülü evin bodrum katına gömülmeseydi eğer.

Ellerimi çekiyorum, ellerim kan dolu. Masadakiler farkında değil. şaşırıyorum. Eğilip ellerini öpüyorum onun. Kalbindeki boşluğu dolduruyorum beyin kanıyla. İkisi arasında bir bağ olsaydı eğer, düşmezdim uçurumlardan. Bunu da biliyorum.

Doğrulup kalkıyorum yatağından, çıkıyorum rüyadan. Bir daldan içeri giriyorum. Bir duttan, erikten belki. Böylesi daha güzel, yeşilken, yeşil hanımken.

Romanya...

Bu şarkıda ise tersine Cibelle dinleyelim, 
Green Grass desin. 
Tersine.
3 gün sonra bir şarkı dinliyorum,
boşlukları doldururken diyor ki
"Şimdi sen hiç sevmemiş gibi, hiç görmemiş gibi davran.
Ama ben kalbini açmamış gibi, hiç dokunmamış gibi davranamam."

7 Aralık 2016 Çarşamba

Radyo


Şu radyoyu ne kadar çok sevmiştin. Sesinde bir tını var diyordun, farklı bir tını. İçine işler gibi, öyle sanıyordun. Bense onu ilk gördüğüm gün hayli şaşırmıştım. Senin bir radyo dinliyor olman, bir radyo fikri sana pek yakışmaz gelmişti. Uyurken, uyumadığın geceler; demek müzik dinliyordun, olmaz gibiydi. Sonra heyecanla bir kaset takmıştın. Sarı-bordo kareli koltuklara oturmuştum. Camın önünde uzun olan mı duruyordu, tekli koltuk mu vardı? Hatırlamıyorum. Radyo duruyordu yatağının yanında, başucunda. Yatağının tam karşısında sesi kısılmış bir televizyon. Bir Türk dizisi dönüyordu, cuma akşamı. Bana sorsan dizi de sarı-bordo kareliydi, koltuk takımın gibi. Şarkı başlayınca şarkıya odaklanmıştım. Şarkıları severim çok. Ben sözleri hatırlayınca sevinmiştin, gururlanmıştın bile belki. Heyecanlanmıştın, bak şimdi en güzel yeri diye, bence orası değildi, sırf sen daha mutlu ol diye demiştim, "bence de."
O radyoyu ne çok sevmiştin. Sana başka radyolar da almıştım sonradan. Bir keresinde Flavia'dan bile getirmiştim, bordo-sarı kareli bir tutma ipi dahi vardı. Sanırım elini hiç sürmemiştin. Hiçbiri o radyonun yerini tutmamıştı. Belki de tutmayan bendim. Kimbilir?

Şu radyoyu ne kadar da çok sevmiştin. Sarı-bordo renkli bir battaniyeye mi yoksa sarı-bordo renkli bir hırkaya mı sarılmıştım ben o radyoyu son gördüğümde. Açık gri renkli, yuvarlak radyo. Kasette ilk olarak bana ne dinletmiştin, hiç hatırlamıyorum. Garip, bir dans şarkısını hatırlayamadığım gibi. Ama başka şeyler net.
Sarı-bordo kareli bir atkıyı hatırlıyorum tümüyle.
Bir de başka bir şarkıyı, beni yaralayan:
"Bebeğim öldü."

Romanya

28 Kasım 2016 Pazartesi

       NEVRESTE*

         Sebepsiz yere düştüğüm yanılgıları, hiçbir şeye dayandırmadan tutunduğum sebepleri bir kenara koyarsak; yıllar boyunca hiçbir kan bağımın bulunmadığı bu insanlarla geçirdiğim ömrün mutlu olduğunu varsayabiliriz. Başkaları için başkalarından topladığım, avuçlarımda biriken metal tıkırtıları da nedenidir bunun; çıplak ayaklarımla soğuğunu hissettiğim taş ve boş kaldırımlarda gördüğüm hayaller de. Hiçbir umuda bağlayamadan atlattığım çocukluğum ise beni kaçıran Ali’nin annesi sayesinde bitti…
            Bir yılbaşı gecesi, henüz annemin sesine dahi muhtaç yaştayken annemin ellerinden koparılıp getirildiğim bu evde; elma yanaklı Kısmet teyzenin eteklerine sığındım, yoğurt kaymağı gibi buruşmuş olan ellerine tutundum. Beni kaçıran Ali’nin annesi olduğunu sonradan öğrendiğim yaşlı kadın, çoğu zaman evin yemek işleriyle ilgileniyor ve çocukların fazla para getiremediği günler kendisi de dilenmeye çıkıyordu. Onların hayatlarına uyum sağlamam, dileniş sırasında kaçıp gitmemem için Ali’nin uygun gördüğü yaşa gelene kadar tüm zamanımı annesinin yanında geçirdim. Kışın en soğuk günlerinden birinde yaşadığım ilk deneyimimden ağlayarak döndüğümde yine onun elbisesiyle birlikte eriyen vücuduna sarıldım. Beni kurtarma yeminlerini hemen o an fısıldadı kulağıma, defalarca.
            O evde bizden başkaları da vardı elbet. Sürekli gelip giden, saçlarının uçları sarıya boyanmış kızlar; Ali’ye minnettarmış gibi tapan erkekler vardı örneğin. Kızlar birkaç ay bizimle yaşar sonra yok olurlardı. Kısmet teyzeden sonra en çok bağlandığım ve benden yaşça büyük olan Ayşe de ortadan kaybolunca bütün bunların nedenini sorgulamaya başladım. Bu olayın benim başıma gelmemesi için analık hakkını ortaya koyduğunu sonradan öğrendiğim Kısmet teyzeye kafama takılanları yansıttığımda ‘satmak’ gibi kelimeler çarptı kulağıma. Sonrası yine yeminler, gözyaşları ve öz oğula dökülen lanet cümleleri…
            O da çabuk yaşlandı elbet. Saçlarına düşenlerden fazla sayıda içine düşen hastalıklar onu genç yaşında harap etti. Ali gibi bir belayı dünyaya getirmiş olmanın berbat duygusu da neden olmuştur buna tabi. İnsanların yılbaşı bahanesiyle sokakları süslemeye başladığı hafta hastalanıp yataklara düştü zavallı kadın. İçindeki acıma duygusu kabaran oğlu ise, ona şehrin en pis hastanesinde yayları sırta batan ve bitli bir yatak ayarladı hemen.
            Annesinin hastalığına üzüleceği, hastane hastane gezip çare arayacağı yerde bana göz koyan Ali’nin; bir sürü kişiyle paylaştığım küçük odamdan beni gizlice aldığı gün, daha çok hak verdim annesinin beddualarına. Annesinin hastaneye kaldırılışını fırsat bilip daha önce ne olduğunu hiç bilmediğim ‘evlilik’ kavramını kendi doğrularına, kendi kurallarına göre bana anlattı sokak lambasının sızdığı küflü odasında. Sırma saçlarımın güzelliğini ve deniz gözlerimin derinliğini övdü tüm uyduruşu bitince. Üstelik bu konuşmadan birine bahsedersem beni, bana çok zarar verecek adamlara satacağına yemin etti. Beynimi bulaşık yıkar gibi yıkadı. Ertesi gün tam bu saatte yine bu odada buluşacaktık, az önce elinde duran dantelli ve kırmızı elbiseyi giyecektim ve dinlerken utandığım, sıraladığı her şeyi yapacaktık. Hem ‘ona göre’ bu mükemmel bir yılbaşı gecesi olmayacak mıydı?
            Tüm engellerime rağmen duyduğum şeylerin zihnimde oluşturduğu sahnelerin kaçırdığı uykum, sabah gözaltlarıma yansıdı. Deniz dalgası halinde yerleşen mor halkalar, düşen omuzlarım, bir balığın ağzından dökülür gibi akıp giden korku damlalarım; sabah olur olmaz ziyaretine gittiğim Kısmet teyzeye tüm geceyi anlattı. Kaderlerimize yağan dualarımız beddualarımıza, beddualarımız ise birbirine karıştı. Tanrı tarafından hemen kabul edilen dualarımız, aklımızda gerçekleştirilmeye mecbur kalınan kaçışı düşürdü.
            Çok uzun zamandır hazırlığı süren ve gelirinin en fazla olduğu yılbaşı dilenişinde Ali’nin gözlerini üzerimizden ayırmayacağını biliyorduk. Bunun tek çaresi son nefesini vermeye hazırlanan annesinin sayıkladığı evlat isteği olabilirdi. Tüm doktorları bu oyuna dahil edeceğine defalarca yemin ederek göğsünde sakladığı 1000 TL’yi avuçlarıma sıkıştırdı. “Kefen param.” demişti. “Bari onu oğlum alsın, belki alır. Sen azla yetinmeyi bilirsin Nevreste, bu para seni idare eder.”
            Yılbaşı ışıklarının geceyi gündüze çevirdiği sokaklarda diğer çocukların gözlerinden kaçmak ise bana kalmıştı. Erkek olanların hepsi Ali’ye ölümüne bağlıydı; hepsi de geleceğin Ali’siydi. Gece boyu, bildiğim tüm duaları söyledim içimden. Kalabalığa karışmak, onlar gibi olmayacağımı bildiğim halde onlara benzemek, onların mutluluklarını ve telaşlarını yaşamak istiyordum. Bunun tek çaresi karşımda duran, güçleri boylarından büyük olan, bir yanlışımda beni öldüresiye dövecek olan evin erkeklerinin aynı ana denk gelen dalgınlıkları olabilirdi. Bunu sağlayan şeyin ise sokağa giren, mankenlere taş çıkartan, bir bakanı bir daha baktıran, adam olanı bile yoldan çıkaran ablanın olacağını asla tahmin edemezdim.
            Diğer dilenci çocukların dalgınlığından yararlanıp soluksuz kalana, ciğerlerimi ağzımda hissedene kadar koştum. Kurtulmuştum artık; hiçbir penceresi güneşe çıkmayan, duvarlarının Kısmet teyzenin yaşlarıyla yıkanıp temizlendiği o köhne evden. O da kurtulacak yakında biliyorum. Doğumu başarıyla gerçekleştiren bacak arasını vura vura ölecek. Ali ise gece herkes eve gelince beni göremeyecek, dünya ona zindan olacak. Uçkurunu doyurmayı sabırsızlıkla beklediği gece başına yıkılacak. Uydurma evlilik töreni için aldığı geceliği, sattığı bir kızın yanında hediye edecek.
            Kalabalığa teslim ettim kendimi, dönenip duran müzikli ışıklara verdim yüzümü. Kahkahalarımla süsledim insanların eğlencelerini. Günlerdir üşüyen ayaklarım sanki yaz günündeymiş gibi sıcacık oldu, alev alev yandı içim. Kış kuşları kadar özgürdüm artık! Onlar gibi kanatlarım yoktu; ama mutluydum!

            Benim adım Nevreste, soyadım yok, yaşım 14. Tüm hayatım cebimdeki para, gerisi sokaklarda bana saldırmayan adamlara kalmış. Nevreste’ler her yerde, kurtulanı yok.
Elif KÜLAH
*Bambu Dergisi'nin 6. sayısında yayımlanmıştır.

8 Kasım 2016 Salı

kör merdiven



Belirsizlık tarlasının tam ortasındaki banka oturmuş yıllardır şarkı dinleyen bir kadın düşünün. Şarkılar yüzünden çürümeye başlamış, morarıp yeşermiş bir kadın. İşte benim. Çürük ruh.

O kadın benim işte!

Kuşları tutuyorum avuçlarımda. Bana değdikleri an çürüyorlar. Bu bekleme çürüklüğü. Ufuk hep aynı renk, Turuncu kırmızı arası. Sadece 1 kere görür gibi olmuştum güneşi, yıllarca sadece 1 kere. Kuşlar basmıştı göğü. Düşünsene, çürük olmayan kuşlar. Gök benimdi, mavi gök ama o gemi gelmeyecek değil mi?

İşte bunu anlayıp kalkıyorum oturduğum yerden, daha iyi olan: Merdivenlere. Altı kuyu dolmuş göğe çıkan merdivenlere gidiyorum. 10 binler, bir milyonlar, trilyonlar dolu merdiven. "Bazı sonsuzluklar bazı sonsuzluklardan daha büyüktür." Bunun ötesi yok. Şarkılar devam ediyor, sürüyor yolculuk gibi. Orada, zirvede beni bekleyenin olduğunu biliyorum. Daha önce de görmüştüm onu. Daha önce kavuşmuştum hatta, kaybetmiştim hatta. Ama şarkılar yalan  söylemez. Bunu da biliyorum. Göz söylese dahi. Olmadı.
Bazen pes ediyorum. Dönmek istiyorum. Geri dönmek. Kıvılcımları görüyorum 2 basamak geri gittiğimde geride. Bu her şeye yetiyor. Güç alıp koşuyorum. Hızla çıkıyorum. Yoruluyorum. Şarkılar çok ağır. Bir ev gibiler sırtımda, ömrümde, bir saç teli gibiler bazen. Bazen yıllarca önceden saklanmış bir saç teli evden ağır olabilir. Bir koku bile ağır olabilir bir evden. Düşüyorum. Gerilere. Zirveyi göremeden. Bu benim sonum. Son nefesimde dahi aynı dua. Daha fazla ne yapabilir insan?

Merdivenler geri çekiliyor benimle. Her şey mi hayalmiş diyorum.
Boşlukta koşmuşum bunca zaman, olmayana koşmuşum.

Romanya
"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın."
Şarkılar ise Cem Adrian'dan geliyor bu sefer.
Şarkı değil.
Hepsi.



5 Kasım 2016 Cumartesi

8 den geriye 7siz. 7yi sevmem mümkün değil.

Kış kapıya dayandığında ister istemez eski alışkanlıkları yapmaya çalışıyor bünyem. Ne garip, aradan 15 sene geçmesine rağmen, ne zaman kış vakti hava kararsa bende aynı his.

Bir keresinde bir taşa takılmıştı ayağım. Yine bir ümitle evimden çıkınca sağ tarafa yürüdüğüm yolda, eski evimden. Bir hafta boyunca amacıma ulaşamamış, bu sefer bu işi taşa bırakacağım demiştim. Benimle birlikte gelmişti 3 saat boyunca. Ayağımla vuruyor, yol ayrımlarında ne tarafa giderse o tarafa gidiyordum. yol bitiyor, evimin önüne geri geliyordum. Tam 6 kere. amacıma yine ulaşamamıştım. Yine karşılaşamamıştım.

Bir keresinde bir şarkıya takılmıştı kulağım. Yine bir ümitle evimden çıkınca sağ tarafa yürüdüğüm yolda, eski evimden. günlerdir bazen hızlı bazen de yavaş yürüyerek bir şeyleri yakalamaya çalışmıştım. O şarkı da bazı yerlerinde kalp atışlarımı bile peşinden sürükleyecek kadar hızlanıyordu ve bazı yerlerinde sadece olduğum yerde durmak istiyordum. Bu sefer dedim, işi şarkıya bırakıyorum. koştum, durdum, oturdum, yürüdüm, yavaşladım, hızlandım, koştum, aralarda ağladım bile hatta. tam 5 kere. Yine bulamamıştım.

Bir keresinde bir durağa takılmıştı gözlerim. Yine bir ümitle evimden çıkınca sol tarafa yürüdüğüm yolda, eski evimden. Bir cesaret beklemeye karar vermiştim. Bu kez de otobüs getirsin bakalım! 8 sayısını severim, tam 8 otobüs bekleyecektim. otobüs köşeyi hızla dönüyor, önümde yavaşlıyordu. İçine bakıyordum. yine yoktu. gidiş gelişlerle tam 4 kez gelip gitti otobüs, Yine görememiştim.

Bir keresinde bir kitaba takılmıştı aklım. Yine bir ümitle evimden çıkınca sağ tarafa yürüdüğüm yolda, eski evimden. onu raflarda bulmuş, içinde bir sır olduğunu düşündüğüm, bulabilirsem çözüm yolumu da bulabileceğimi sandığım. sayfalarını gözümden kaçmasın diye parmaklarımla ilerleyerek okuduğum. Oradaydı "çam ağaçlarını bırakıp gitme" meselesi. Tam 3 kez okudum. ezbere biliyorum şimdi. Yine çözememiştim.

Bir keresinde bir sona takılmıştı aklım. Bu sefer evimdeydim, eski evimde. daha önce o kafesin kapısına kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Göğsümü açmıştım. ellerimle derimi yırtmış, kemiklerimi aralamıştım. kendi kendini içimde kurutmuş, kuru bir ömrü alıp havaya atmıştım. Giderken kırmızı camlara gözlerini dikmiş bense yalnız bakakalmıştım. 2. kez yalnız kalmıştım. Bu sefer çok iyi anlamıştım.

Bir keresinde bir başlangıçtaydım. Bu sefer yeni evimdeydim. Bana bakmıştı. O an dünyada benden güzeli yok gibiydi. Keşke onu, beni severken görebilseydiniz. Kalbine odaklanmıştım. Siyah ceketinin üzerinden gözüküyordu. çiçekleri vazoya koymuştum. Ellerim titriyordu. Ellerimi tutmuştu. Bu bir ilandı. İlk ve son kez. ona kahve yapmıştım. İçerken gülmüştük tuzlu kahvesini. fotoğrafını çekmiştim. bir söz diyordu " ama günü zaten kimse unutmadı." o da bir söz vermişti. Odamda, yeni odamda, kitaplığımın önünde. Bu anın tarifi yok. Keşke onu beni severken görseydniz. Benimle dans ederken "çok güzelsin" diye defalarca sayıklayışını, o an herkesin bizi izleyişini. işte aradığım buydu, gün ışığında çok net görmüştüm. Sır buydu. 1 kez daha, şükretmiştim. İyi ki...
Romanya

Bu sefer de Barış Manço çalıyor, 
Bahçede Hanımeli,
Eski evde.
Ah bu şarkıların gözü kör olsun.

1 Kasım 2016 Salı

sesli hava yanıyor!

ateş için bir çay demledim bu gece
havadaki sesler için de
bu gece hava ses dolu
hava ateşler içinde.
sesler için bir şeyler taktım kulaklarıma
beni yakan ateş için de
bu gece hava ateş dolu
ateş sesler içinde
"saat burada 4, orada 5.
eller kesip eller gömdüm toprağa!
bana inan yeniden büyüdüklerinde
yeniden kesip yeniden ekeceğim toprağa!
dedim kafayı yedim, bunu bil."

Romanya

19 Ekim 2016 Çarşamba

Elim zorla tuşlara basarken, ne yazayım? Bundan daha sesli nasıl bağırabilir insan, birisi daha ne kadar çabalayabilir kurtulmak için. Uykusuzluktan. Sebebi mi dersin, sonuç mu dersin. Fark etmez. Sonuçta "ne sen Leyla'sın ne ben Mecnun."

Şarkıların bendeki tesirini keşke somut bir şekilde gösterebilseydim size. O 2 şarkıyı o  evde bırakmıştım ama o evden 1500 km uzakta, başka dillerin konuştuğu bir ülkede aniden kulağıma geldi yeniden. Tezim için çalışırken, akşamken, yalnızken, dışarıda rüzgar varken, ağaçların yaprakları havada uçuşurken. Sonra bilgisayarı kapatıp aşağı indim. Sokağıma gittim yine. tam ortadaki bankta oturdum akşamken, yalnızken, rüzgar varken. Şimdi de ellerim buz. O an da buzdu. başka dillerin konuşulduğu bir ülkede ben nasıl tutup bambaşka anı şimdi gibi yaşayabiliyorum?

"Bende bir resmin var, yüzüme bakmıyor."

10 Ekim 2016 Pazartesi

Esmotumun doğum günü....

O bunları pek hatırlamaz, ben çok iyi hatırlıyorum. Sarı binanın önüne gelip ilk lise sınıfımı ararken koca bahçede "Burası 9/E mi?" diye sorduğum ilk kişiydi o. Sonra "gözlerin ne güzel, bu sınıfa gel." demişti. 9/E'ydi orası, ne güzel. ilk görüşüm o gündür onu. o bunları pek hatırlamaz, pek üzgün bir seneydi benim için. Hele sonlara doğru. Beni sınıfın arkasına götürür konuşurdu uzun uzun. teselli ve  ikna ederdi. Belki onun sayesinde bu kadar kolay, bu kadar çabuk. O bunları pek hatırlamaz, geceleri internetten konuşurduk sonraları. Yine beni teselliler, hala öyle değil mi? aradan 11 sene geçti. O  şunu hatırlar ki arada sırada birbirimize hal hatır sormalarla geçirdiğimiz bazı yıllardan sonra karşılaştığımız o yol da iyi ki var. O yol bazen taşlı olsa da bizim için, bazen zor günler geçirsek de yeniden beraber yıllar geçirdik. Kötüsünde iyisinde, yollarımız beraber çizildi. Sözler verdik yanyana, nişanlar gördük, düğünler gördük, mezun olduk, başka şehirlere gittik beraber, hatta başka ülkelere gönderdik birbirimizi. Canım arkadaşım, canına can olsun yeni yıllar. Bu sene senden uzakta, elimden gelen tek şey sana bir çok dilde seslenebilmek.

İyi ki doğdun Esmotum...
not1: Video sonlanmamıştır, son temizlik yapılırken trip atıldığı için acilen yüklenmiştir. Güncellenecektir.  :)

Not2: Video güncellenmiştir. :))))



8 Ekim 2016 Cumartesi

Eylülü geçip ekime gelelim. Ben burada sabahları tren sesleriyle uyanıyorum, yastığıma yarı aralık perdemden güneş düşerken. Sabahları kese kağıdına koyduğum küçük ekmeklerimle odama dönüyor, reçelle, balla güne başlıyorum. Ben burada sonbaharın iyice sığındığı sarı ağaçların altında oturuyorum. demir sandalyeli yerlerde kahve içip kitap okuyorum, sonra laboratuvara gidip çalışıyorum. Ben burada mermer meydana gidiyorum geceleri, orada şarkı söylüyorum. nehrin yanından geçiyorum odama dönerken. Ben burayı çok seviyorum.

Eylülü geçip ekime gelelim. Ben burada hasretle uyanıyorum. sabahları, (kolay değil ya) hemen telefona bakıyorum. 2 gündür yeni bomba haberi. Bizimkilere bir şey olmasın. korkuyu hep içimde taşıyorum. Uzaklar zor. hastalıklar zor. geride bıraktığım ve kısa süreliğine yeniden döneceğim evim, beni çağırıyor, hala başka yerler de beni çağırırken. dönmek zor. Ben burayı çok seviyorum.

2008'i geçip 2016'ya gelelim. Raflarda artık Türkiye'de bulunmayan parfüm. Hatırlıyorum, yeşil olan tek ben değildim. 3 gün üzerimden hiç geçmeyen, doğru, hala 3 gün kalıyor. unutmak zor. ben burayı çok seviyorum.

2011'i geçip 2017'ye gelelim. Ben buradan dönünce evleneceğim. kendimi bildim bileli nefret ettiğim bir şehir var, ağlaya ağlaya oraya gideceğim.

Ben burayı çok seviyorum...
Romanya


3 Eylül 2016 Cumartesi

Bu, gölgeye yazılmış bir romanın taslağıdır. Unutmamak üzere yazılmış.

"Göz altlarından öptüğüm, öperken öldüğüm gölge. Kimse bilmez gülerken nasıldın, Benimle olmayan gülmeleri hiç istemedm. O şarkıları beraber söylerken, ben o sözleri ezbere bildiğimde benimle gurur duyuşun ve bende aynı şeyleri seviyor olmanın verdiği huzur bir şekilde damarlarımdan akarken derdim ki keşke hiç bitmese, hiç görmese kimse onun gözlerinin altı nasıl hep şiş, sesi nasıl hep güzel ama bilirdim de bir gün bambaşka bir evde uyanacaktın ve ben o evin baş yabancısı olacaktım hatta gölgem bile giremeyecekti o penceren içeri ki benim yerime dualarımdan eksik etmediğim ben rüzgarları sızardı belki tıpkı bana bazen gölge kokan diğer rüzgarlar gibi çünkü ben o rüzgarları da dualarımda çağırırdım şeker koksun ve sabun koksun diye buralar,  ama şunu unutma, söyledim burada onu sev. "

diyen bir başka gölgenin yazarı olmak hiçbir şeylere yorulmasaydı grçek bir romanın gerçek taslağı tutar ben olurdum lakin biz deryadil olmayan bir neslin yazanları olduğumuz için gölge koktuk yalnız. serinlik koktuk, yeşil koktuk. Burnu yakan şekerli kokulara hasret kaldık biz.

Unutulmamak üzere yazılmış gölge romanı. Mutlu sona koşar adım ilerleyen bir gerçekliğin peşinde sürükleniyorum. Benliğimin farkındalığını kimi zaman kaybediyorum.

Ne yapıyorum Gölge? Biliyor musun?

4 Ağustos 2016 Perşembe

gölgeye mektup

                                       Ben gölgesine yazılmış bir roman taslağı saklıyorum evimde. Diyor ki sonunda "söyledim burada, onu sev."

Parmak uçlarımın üşüdüğünü hissediyorum. karnımın içinde bir kıpırdanma var. elimle bebeğimi sever gibi heyecanımı dindirmeye çalışıyorum, sanki kendimi okşasam dinecekmişim gibi. oysa yıllar önce de bilmiştim, bu anların teskini kabil değil.

köşeyi dönünce erik ağacımı görüyorum. eskisinden büyük. dalları budanmayalı yılları geçmiş. ben oraya yaklaştıkça sanki bir şeyden saklanıyormuşum ve biri beni görecekmiş gibi korkuyorum. halbuki o günlerin uzaklığını biliyorum. gidip ağacıma dokunuyorum. yine küçük yapışkan damlacıklar damlıyor üzerime. hala hastalıklı. altına oturuyorum. bacaklarımı karnıma çekiyorum, çenemi dizlerime koyuyorum. tam buradaydı, yaz yağmurunu beklerken. bir defter değişmişti, 3. şahsın yanında. yazdıklarımdan değil. o defteri hala saklıyorum. gözlerimi kapatıyorum. sarı bir gül hatırlıyorum. sevdiğim son gül.ayrılık denmişti ertesi gün, bu sefer erik ağacımın yanında. anlamamıştım. şaşkındım. gözlerimi açmıştım. yol bomboştu, ışıklı yolum. sonra gölgeye bakmıştım, gölge gitmişti. unutmak mümkün değil.

ayağa kalkıp eski kitapçıma gidiyorum. yıllar burada da geçmiş. eskiden  sesimizle bile doldurduğumuz kitapçı, bomboş şimdi. başkası var kapıda, aynı taburenin üzerinde. selam verip içeri gidiyorum. belki bir anlık sinirle buraya verdiğim kitapları bulurum ümidiyleyim. tam 6 yıl sonra. bir ümit. rafları karıştırıyorum. 1 saat sonra bulabildiğim tek kitap. hiçbir şey için geç değil.

"Hepsi yaşandı, bitti. Zamanları birbirine karıştı, tek bir zaman gibi oldu
Şimdi anlatmaya, sıraya koymaya, çözmeye çalışıyorum.
Hepsi bittikten sonra."*

Benden başka bu kitabı okuyan olmuş muydu? sayfalara benden başka dokunan? içinde unuttuğum bir şey var mıydı? benden başka altını çizen?

kitabı hemen satın alıyorum. çocukluğumu almış gibi. elimden o da gelseydi yapardım elbet, erik ağacımın altında. şimdi sayfalarla yetinmek şart, yetiniyorum.

"Anlatabilirim artık. Anlatmak  istiyorum. Saklanması için sebep kalmadı."*

az ilerideki parka gidiyorum. eskiden okul çıkışları gidip soluklandığımız. Hafta içleri saat 6'da, cumartesi günleri öğle saatlerinde hiç sözleşmesiz bulunduğumuz yer. yağmur altında ıslandığım, umursamadığım, güneş batarken "ne zaman güneş batarken bu renk olsa, bu anı hatırlayacağım" diye düşünüp bunu hiç söylemediğim, son kahvaltı, çam ağaçlarının bırakılıp gidildiği yer. kalbim sıkışarak oturuyorum. kitap elimde. yalnız altını çizdiklerimi okumak için geldim buraya, bir ömrü okur gibi geçti gözümün önünden geçmiş. şimdi sızlıyorum asıl, onca yıl nasıl geçmiş?

"Yeşile hasretim Selim Bey"*

Burada bir roman yazıyordum. bir gölgeye yazılmış siyah bir roman. küpe çiçeklerinin yanında. bir saç bandım vardı, kırmızı. uzun örgülerimle taktığım, kırmızı yeleğimle sevdiğim en çok. ilk romanımı o zaman yazmıştım. kırmızı saç bandımla küpe çiçeklerinin yanında. şimdi sıraya dizmeye kalktığımda gölgeyle karıştırıyorum her birini. siyah gözlü bir gölgeyle. buğulanıyor her şey, gözlere bakmaya çalışırken, sonradan anlıyorum ki bu bir gölge değildi. roman siyah değildi. roman yeşildi. Yeşile hasretim Selim Bey...

"Ama insan niye öyküler, romanlar yazar? Kuramadığı hayat için?"*


o an bir kez daha anlıyorum. yıllar önce altını gök renginde çizdiğim bu cümle bana her şeyi özetliyor. bunca yazmaklar, gölge sandığım romanlar. her şeyin özeti. oysa ben içten siyah göz sanmıştım.

"O güzel günler geçip gitti diye üzülme, kim söyledi sana o günlerin güzel olduğunu? Sen uydurdun
Ne gençlikte, ne sonra. ilk aşkla başlar ayrılık. ayraç kapanmadı daha, yeniden başla.
Yeniden, yeniden!"*

*Selim İLERİ-Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak


28 Haziran 2016 Salı

"Bazı yaralar yararlıdır, buna inan." diyor Madak. "Ben istemenin Allah'ını bilirim." diyor.

Bazı yaraların yararlı olduğuna inanıyorum. İstemenin Allah'ını ben de biliyorum. Her gün aynı duayı etmeyi. Bazı dilekler de tutmuyor diyorum bayım.

Koştuğumu hatırlıyorum. Halbuki artık koşmayı sevmem. Nefesim tıkanırsa kendime gelmem çok zor. İlaçlar kullanıyorum. Nefesim hala yok. Ona desem ki bak artık benim göğüs kafesim de çıkık.

5 Haziran 2016 Pazar

saat gece yarısını vurmaktadır. Hala uyumadım. sahura 3, trenime 5 saat var. önümde sayfalar yığılı. kalbim bir kahve gibi kabarık, eski bir anahtar gibi paslı. uğuldayan vızıltılar içinde sıkışıp korkuyorum. geriye kalan yalnız korku, bir ömür adımından. silmek mi zor kalmak mı, bilmem. önce şu kağıtları bitirmeli, sonra paslı anahtarı atmalı. gece yarısı geçsin, sahur yensin, trene binilsin bakalım. kalbimin kabarıklığı dinerse rahatlarım.

Yine ramazan.

Söylemeyi unuttum,
tuttuğum yalnız oruç değil,
nefesimdi de. onu da bırakmadım.
metin altıok okumadın mı?
ya furuğ?
selim ileri de mi?
niye hala buradayım ki o zaman?
Anladın mı?
Hala gitmeyebileceğimi sanarak
sanki kendini aldatıyor gibi geliyor bana
ama yine de göz yumuyorum
çünkü
ölüm
benden
hala
gitmedi


26 Mayıs 2016 Perşembe

Onu yıllar sonra gördüm. Çok garipti, yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediği yılları tüketmiştik. Eskiden çok şeyi paylaştığımızı, çok şeyleri daha birbirimize sözle ifade etmeden gözlerimizden anladığımızı hatırladım. Gülümsedim. Kaderin bu yönünü sevmediğimi bir kez daha düşündüm. Uzaklıkları sevmiyorum. Uzaklık girmesini sevmiyorum ama kaderi de elimle yontamıyorum.

Onu yıllar sonra gördüm. Bana anlattığı hikayeyi hatırladım. Aslında ilk andan sanırım son görüştüğümüz güne kadar hikayesi aynıydı. Onu dinlemek hoşuma giderdi. Bir insanın karşısındakini bu kadar sevebileceğine, şaşardım. çünkü karşısındakini bir şey ummadan seviyordu. Bana farklı gelen buydu. Belki de bu yüzden severdim dinlemeyi. Aradan seneler geçmesine rağmen, hala dinlemeyi.

hep "ondan başkasına sarılmadım." derdi, "yemin olsun ki sarılmadım."

(Burada Ahmet Kaya giriyor yine "SÖYLE YAĞMUR ÇAMUR DEĞMEDİ YÜREĞİME")

Onu yıllar sonra gördüm. Evlenmişti. Önce şaşırdım. araya uzun zaman girmiş olabilirdi ama o anlattıkları, o yerlere göklere sığdıramadığı sevgi, benim o inandığım sevgi bitmiş ve bambaşka bir insana mı verilmişti? anlayamadım. sormak istedim, soramadım. Çok mutlu olduğunu anlatınca sevindim ama dinlemek istedim, nasıl olmuştu? anladı. Gökleri anlattı.

"Şimdi sana her şeyi anlatmak nasıl zor. yemin ederim o iskeleye gitmedim ama o buna inandı. Doğum günümdü. 18 yaşımdaydım Yemin olsun ki başkasına sarılmadım. Sadece yalnız kalmak istemiştim. İçim öyle doluydu ki içimi denizlere dökmek istemiştim. Ama yemin ederim iskeleye gitmedim. ona iskeleye gittiğimi söylediler. başkasına sarıldığımı. yalnız kalmak istedim diye yollarımız ayrıldı. kendime yeni yollar çizdim. eskisinden farklı. Zaten ben o eski yolda hiç değilmişim, ona eşlik etmişim. kendimi onun gözünden bakınca gördüm, o yol benim değilmiş. Bir nevi iyi oldu, doğum günüm ve yalnız kalma isteğim. Ama iskeleye gitmedim. başkasına, başka hiç kimseye sarılmadım. rüyalar gördüm, yollar gördüm, şehirler, ülkeler gezdim. insanlar tanıdım, insanlar sevdim, insanları kaybedip ölüler gördüm, ölüler gömdüm. Penceremin önünde bekledim, nefessiz kaldım, hastanelerde yattım, denizlerde yüzdüm tek başıma, sokaklarda dolaştım, bilmediğim yerlere gittim, öldüğüm geceler oldu, öldüm sandım, ellerimin kesildiğini hissettiğim uykularım oldu, kabuslarla uyandım, sabaha kadar uyumadığım geceler oldu, gün boyu uyuduğum gündüzlerim, eriklere tırmandım, kirazlar topladım, şiirler okudum, sevdiğim yemekleri yaptım, başka adamlar sevdim, başka şehirler gördüm, belli etmedim, sırlar tuttum, kendi sırlarımı içime döktüm, şans diledim, şarkı söyledim, şarkılar dinledim, iskeleye gitmedim, başkalarına sarılmadım.

O buna inandı.

Sonra başkasını sevdim. Evlendim. Güzel bir yuva kurdum kendime. 

O buna inanmadı.

Rüyama girdi bir gece. yüzüne baktım. iskeleye gitmediğimi, benimle neden bir daha asla konuşmadığını sordum.

Seninle sonu olmayan konuşmalar çok saçma dedi.

Uyanınca iskeleye gittim. şarkılar dinledim. üşüdüm. yüreğime yağmur o gün değdi, çamur da. Eve dönüp kocama sarıldım, sıcacık tenine sarıldım."


eğilip  kalbini açtım, içine baktım. yağmur da çamur da yoktu.
aldanmıştı.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Bir ihtimal daha var, o da ölmek

Ne garipti, Dünya, 10 yıldır o yola ne zaman gitse hep o yol ayrımında sağ tarafa bakardı, belki beni görmeye geliyordur ama yetişememişse önceden göreyim diye. Özellikle çarşamba günleri, 5'ten sonra, 6'ya kadar. üşürdü, soğuk olurdu. ama yolun sağ tarafında onu gördüğü zaman hemen otobüsü durdurup iner, eve dönüyorsa o tarafa koşardı. Oysa yıllardır o yollara ayak değmemişti, 2 ayak; ya da o görmemişti, bilmiyordu, duymamıştı. Ne garipti. Yine o tarafa baktı.

Yanında onu işe giderken kovalayan köpek vardı. Bazen evden yarım saat erken çıkar (özellikle mutsuzsa) onunla oynardı. bazen de saatlerce geç kalırdı eve, fark etmezdi. Bugün de fark etmedi. Onunla ne kadar oynadı, onu kucağında ne kadar sevdi o yol ayrımında. Hava iyice kararmıştı, ilk yazdı (Yine ayrılığın ilk yazı değil.) Havada öyle güzel bir serinlik vardı ki, yaz sıcağının o baygın kokusundan ziyade eriklerin kokuları, iğdeler, kiraz kokuları vardı. Köpeği kucağına aldı, ara yoldan eve doğru yürüdü.

Ev görme sınırları içine girince binanın yanındaki masada birinin oturduğunu gördü. gözlerini kıstı. tanıyamadı. köpeğe iyice sarıldı. iyice yaklaştığında bir siluet belirdi, artık unuttuğu biri. Eğildi, baktı. Oydu.

karşısında kalakaldı. Saçlarına baktı. Yıllarca kimi ona benzetse önce saçlarına bakar, onunki gibi mi diye test ederdi. Dümdüz, kapkara, sağ tarafta hep diğerlerinden hızlı uzayan tutam, bir iki tane beyaz. Doğru hatırlıyordu. gözleri kapkara değildi. Teni süt beyazı da değildi. unutmuştu. geceydi, şaşkındı.

Yıllardır onu son kez görebilmeyi dilemişti. Dualar etmiş, her yerde onu aramıştı. Neden şimdi dedi, neden en zor zamanda?

kollarını uzattı, kucağındaki köpeği vermek için. Köpekten ölesiye korktuğunu bilirdi, ama o çok severdi. Bembeyaz köpek. "Geç kaldın." dedi. "Bu bir vedadır. Bu dünyada köpekten bile korkma. Seni ölesiye merak ederek öleceğim ama geç kaldın. Zaman kolundaki saat değil."

köpeği öptü, arkasını döndü, sağ tarafa baktı. Ne garip, alışkanlık.

Bir şarkı/şiir eşlik etseydi,
Elfida, bir belalı başımsın
Elfida, beni fark etme sakın
Omzumda iz bırakma, yüküm dünyaya yakın
Elfida, hep aklımda kalacaksın

Elfida, sen eski bir şarkısın
Elfida, beni fark etme sakın,
omzumda iz bırakma, yüküm dünyaya yakın
Elfida, hep aklımda kalacaksın.

6 Mayıs 2016 Cuma



Sol elindeki kitabı çenesinin altına sıkıştırıp sağ elindeki çırpıcıyı karıştırmayı bıraktı. Boşta kalan sol eliyle diğer tencerenin kapağını açıp sağ eline aldığı tahta kaşıkla makarnayı 1 kez karıştırıp kapağı ve kaşığı elinden bıraktı. Yeniden sağ eline çırpıcıyı, sol eline kitabı aldı.

Bir kaç saniye geçmişti ki kapıdan bir "bi bip" sesi geldi ve mutfak fotoğraf makinesinin flaşının ışığıyla aydınlandı. Kafasını kaldırınca gördü ki: yakalanmıştı.

Kocası makineyi masaya bırakıp ona doğru geldi.

"Bak aynı hayal ettiğimiz gibi."
***

29 Eylül 2010'du. Çarşamba günü öğleden sonra, üniversitenin en büyük sınıfı olan teknik resim sınıfındaydı dersi. Saatine baktı. Daha derse 1 saat vardı. Eşyalarını sınıfa bırakıp bahçede kitap okumaya karar verdi. Sınıfın en sağındaki kapıdan içeri girer girmez en arkadaki kişiye odaklandı, durdu, baktı. O an onunla evleneceğine karar verdi.

Eşyalarını bırakıp bahçeye çıkınca hemen eflatun defterini çıkardı. Bildiği bir şiiri yazıverdi, adını bilmediğine:

"Ey çocuk, ismini, ismini, ismini sayıkladım.
Seni ben ayıkladım, onca ayıp içinden."

İçinden sıcak his akar gibi oldu. Adını bilmeyecekti, adı "çocuk" olsundu. Aylarca devam edecekti çünkü, kitapların, defterlerin köşelerinde: "Günaydın çocuk, niye gelmedin çocuk, hoş geldin çocuk, uykusuz gibisin çocuk."

İsmini gerçekten aylar sonra duymuştu. Birileri arkasındakilere seslenmişti, o da ismi çok beğenip "dilerim odur." diye içinden sayıklamıştı. Arkasına döndüğünde onun olduğunu anladı. Gülümsedi. Artık yalnız "çocuk" değildi.

Aylar yeniden geçmişti. Tanışıklık, ilk merhabalar, konuşmalar, fotoğraf makinesinde ilk fotoğraf çekilmeler, ilk yemekler, ilk kalabalıklar, sonra arkadaş oluş, sır paylaşmalar, sonra yıllar geçmişti. Anılar birikmiş, ama içte birikenler bir türlü dışarı çıkamamıştı. Bilindik hikaye diye düşünüyordu. 

"olsun, yazmak için bahane."

Bir gece telefonu çalmıştı. 1 Mayıstı. Uykusundan uyanıp telefonu açınca gitar sesi yayılmıştı, sonra şarkıya eşlik edilmeler, alkışlar, seni seviyorumlar.

"Seni öyle sevdim ölürcesine 
Tanrının yazdığı şiircesine 
İçimden geçeni bilircesine 
Yalnız benim için bak yeşil yeşil."

Nasıl sabah olduğunu bilemedi, nasıl ona koştuğunu. Yazdığı bütün mektupları,  küçük defterleri yanında götürdü ertesi gün. Havanın serinliğinde, ilk yazda (Yeni ilk yaz, ayrılığın ilk yazı değil.), ilk serinlikte, ona her şeyi anlattı, ondan her şeyi dinledi.

Bir yuva kurana kadar, kitaplar hayal ettiler, kurabiye kokuları, yeni biçilmiş çimler, sırtta çantalarla gidilen yollar, eski kitapları, antika şişeleri, el yapımı eşyaları, ucuz kahvaltıları, Prag'ı, Fransa'yı.

Ve şimdi Fotoğraf makinesi, masada, kitap tezgahın üzerindeyken...

Şimdi dense ki 6 yıl geçti. masallar gerçektir bazen dense. Keşke hiç bozulmasa dense.

Tüm ihtiyacım olan,
Biraz şans ve bir bisiklet.


14 Nisan 2016 Perşembe

Ne bulduysam koydum çorbasının şiir hali



*


Kimse bilmez. Girdap dolu bir deniz, senin için,
Ben eğilip de kalbini öptüm senin,
Dalgalarınla boğuştum, karanlıkta boğuldum.
Uçurumlarına kadar gittim ben senin.




Kimse bilmez ki  koca koca ellerin bir şeyleri anlatmaya çalışırken havada nasıl dönerdi ve düşüp benim içimi yaralardı ki ben bunun tamamen kader olduğuna inanarak kendimi sana karşı gelmemeye ikna ederdim ve bu her seferinde bizim sonumuz olurdu çünkü sana karşı koyabilmek bizim tek kurtuluş yolumuzken ben bu derinliğe düşmeyi yeğlerdim sanki tek çıkış yolu buymuş gibi ki sonunda o kuyuların ardında, dibinde sen yoktun ve ben bunu kendi adım gibi bilirdim ancak yine de göze alırdım çünkü tek bir an, bir saniye yeterdi, senin girdap dolu içini öpmek ve dalgalarında boğuşup karanlıklarda boğulmak ve uçurumlarından sonuma atlamak benim tek çıkış yolumdu.

Ama ucunda senin olmadığın yollar yol değil ki. Yol mavi.

Deniz mavi, sen mavi.
Şiir seçiyorum, şiir mavi.
göğe bakıyorum, göğ mavi,
hür mavi, can mavi, göz mavi.

Bunu kimse bilmez ki.

Elif gözlerin neler görüyor dedi. Mavi yollar dedim. 
Falda yol var. Uçaklara binip gideceğim. Başka ülkelere. Dua et. 
Sonra dedim kafayı yedim, bunu da bil.
*Fotoğraf alıntıdır.

2 Mart 2016 Çarşamba

Bir şey söyle.
Bir şeyleri, de, değiştirebilirdik
Bir şeyler önümüzde dağ olmasaydı eğer.
Bir şeyler elimizdeyken kıymetini bilmedik ya, de
Bir şeylere kavuşamayış bu yüzden.

Şimdi, de
Şimdi sen delirmiş gibi günde 4 kez
Şimdiye ait olmayan rüyalar görüyorsun da, de
Şimdilerde hissedebilirdim ama, de
Şimdi yokum ben, de.

Artık, de, başka şehirlerde o şarkı çalınca
Artık senin olmayan o romandan uzak
Artık gözlerin dolsa ne, de
Artık günde 4 rüya görme
Artık ben buralarda yoruluyorum, de.



Elif.