11 Aralık 2015 Cuma

Şarkı Gecesi-2




Saate baktı. Sonbahara yaklaşan son yaz akşamları, hele de hava şimdi dökülecekmiş gibi bulanıksa zaman hiç geçmezdi. Şu el kadar gökyüzünün saati nasıl durdurabildiğine yine şaştı kaldı. Hala 15 dakika vardı, geçmek bilmemiş son 20 adet 15 dakikadan sona kalan 1. Acaba üstüme bir şey mi alsam diye düşündü. Olur da üşürse içeri girip sabahtan beri beklediği dakikaları bölmek istemezdi. Kendine rahmetli annesinin "Oğlum, ne olur ne olmaz, olur da yalnız kalırsın." diyerek yıllar önce öğrettiği gibi kahve pişirdi. 1,5 tatlı kaşığı kahve, yarım tatlı kaşığı şeker. Bu tarif kayınvalidesinden annesine emanet edilen büyük fincanlara tam geliyordu. Cezveyi yalnız 1 kere karıştırdı. Annesi bunun püf noktası olduğunu her seferinde söylerdi. En küçük ocağı açıp en kısık hale getirdi ve cezveyi koydu. Yine parmak uçlarının donduğunu hissetti. Yine aynı heyecan. 20 dakika sonra gevşeyince geçecekti. Kahveye odaklanmaya çalıştı. Kahve kabarınca köpüğünü aldı, fincana koydu. Sonra "bir taşım" kaynatıp tümünü fincana boşalttı. Zamanı da gelmişti. Büyük kapıdan bahçesine çıkarken sağda duran hırkasını da aldı. Tam 27 yıldır aynı yerde duran, her hafta cuma günü saat 8'de oturduğu koltuğuna oturdu. Kahvesini önündeki sehpaya koydu. Hırkasını omuzlarına örttü. Yarım duvarla ayrılan yandaki bahçedeki büyük evin sarı ışıklı alt salonuna göz ucuyla bakıp göz kapaklarını kapattı.

"Bir ihtimal daha var 
O da ölmek mi dersin 
Söyle canım ne dersin 
Vuslatın başka âlem 
Sen bir ömre bedelsin ah 
Sen bir ömre bedelsin 

Sükût etme nazlı yâr 
Beni mecnun edersin 
Beni mecnun edersin 
Vuslatın başka âlem 
Sen bir ömre bedelsin ah 
Sen bir ömre bedelsin"

Udun sesi kesilince gözlerini açtı. Evet, ölüm gibi bir şey olmuştu, evet evet! Gözünden bir damla düştü. İçi yandı. Tam 27 sene, her cuma aynı şarkıyla başlayan musiki geceleri... Menevşe Hanım'ın uda değen parmakları.. Bu şarkıyı yalnız kendi söylerdi. O da üzerine alınırdı her seferinde. Ona hiç diyememişti, ölmek dahi ihtimal olsa, "Menevşe Hanım, ölürdüm istesen." Oysa Menevşe Hanım babasını kıramamıştı. Tam 22 yaşında, diz boyu duvarın ayırdığı karşı bahçede sevildiğini hep bilmiş, kendi de sevmişti. Bazı geceler birlikte denizi dinlediklerini bilirdi, beraber aynı geceler uyumadıklarını bilirdi. Bu hayalle rüyalarında gezinirdi. Yan bahçede sevilmek, Menevşe Hanım'a iyi gelirdi. Ama babasını geçememişti. 22 yaşında evlenmişti. Bahçeler küsmüştü, gül küsmüştü, deniz bile küsmüştü ona. Tutup kendi de küsmüştü kendi içine. Bir zehir gibi yıllarca içine akıtmıştı geceleri denizin sesini. Sonra her cuma annesinden öğrendiği udunu eline almış, çalmaya başlamıştı. Sonraları dostlar da eşlik etmişti sesine. Kalabalık ama sessiz geçen cuma akşamları olmuştu. Yaz kış dinlemeden sol pencereyi daima açık tutmuştu ve ilk şarkıyı hep kendi seslendirmişti. Sesini duyan bahçelere dökülürdü. Yan bahçede dinlenildiğini bilirdi Menevşe Hanım. Tam 27 senedir her cuma hala sevildiğini bilirdi.

"Gamzedeyim deva bulmam
Garibim bir yuva kurmam
Kaderimdir hep çektiğim
İnlerim hiç reha bulmam

Elem beni terketmiyor
Hiç de fasıla vermiyor
Nihayetsiz bu takibe
Doğrusu tâkat yetmiyor."

İçinin ürperdiğini hissetti. Bu duygu bir ömrü geçirip hiç adım atmadığını anlamak gibiydi. Yaşamıştı ama ne için? Her cuma bahçesine sızan bu sözleri duyup yeniden ümitlenmek ve odasına döndüğünde Menevşe Hanım'ın kocasıyla aynı odada uyuduğunu bilmek için mi? Annesi ve babası varken bunları hiç düşünmezdi. Şarkılar sonra erince annesinin ellerini öper ve uykusuna giderdi. Ama yıllar ilerledikçe işte ilerleme meselesi aklına takılmaya başlamıştı. Çünkü yalnızdı. Yuvasızdı. Şu el kadar göğün altında bi çare, çaresizdi.

"Ömrümce hep adım adım her yerde seni aradım
Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım
Kenarlarda, köşelerde, kadehlerde, şişelerde
Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım"

Dudağına bir ufak gülümseme yerleştirmişti dinlerken Menevşe Hanım. Ne kadar da kendine yakışıyordu bu şarkı. Hiçbir  yerlerde bulamadığı şeyleri, ne kadar güzel anlatıyordu. O yaz akşamını, kapıdan giren serinlikte gördüğü kocasını, içinin yanışını. "Ben bu adamı nasıl seveceğim?" diye düşünmüştü. Babasına diyebilir miydi, onu el bebek, gül bebek büyütmüş, pamuklarda uyutmuş babasına? Çaresizdi. Bahçeye arkasını dönüp evlenmişti.

"Geçti ömrüm, yine hâlâ ben o bin derd ileyim
Söyle dermanını ey sevgili, aşkın bileyim
Böyle hicran eleminden nice bir inleyeyim
Söyle dermanını ey sevgili aşkın bileyim."

Geceye şarkılar karışmaya devam etti. Kahve bitti. Ellerinin buzu gerçekten, yine 20 dakika sonra geçmişti. Yan evin ışığı kapandı. Bir gün hayal etti, o duvarları aşıp Menevşe Hanım'ın ellerini tuttuğunu mesela, sonra gözlerini ilk kez gözlerine dikip bir kez kendi sesini duyurmayı ona:

"Öyle dudak büküp hor gözle bakma
Bırak küçük dağlar yerinde dursun
Çoktan unuturdum ben seni çoktan
Âh bu şarkıların gözü kör olsun

Güzelsen güzelsin, yok mu benzerin
Goncadır ilk hâli bütün güllerin
Aklımda kalmazdı yüzün, ellerin
Âh bu şarkıların gözü kör olsun

Bir gülüşün var ki kaş çatar gibi
En sıcak sözlerin azarlar gibi
Hiç bağlanır mıydım çocuklar gibi
Âh bu şarkıların gözü kör olsun

Sonunda tuz bastın gönül yarama
Nice dağlar koydun nice arama
Seni terkedip de gitmek var ama
Âh bu şarkıların gözü kör olsun"


Elif KÜLAH
Bu öyküye yazmak istediğim tek şey var,
Joe Zeytoonian dinleyin, "Bir ihtimal daha var" dinleyin.
Sonra gerisi gelir.
Menevşe Hanım'ı da unutmayın.






7 Aralık 2015 Pazartesi

Gökkuşağından siyah

Korkuyor muyum? Bilakis. Karanlıklardan korkmamayı ben küçükken öğrendim ve renklere tutunup siyah hikayeler yazanla tekrarlayıp ezberledim. Evet, siyahın arkasında gökkuşağı vardır, ben bunu bilirim. Üst üste dizilmiş yüzlerce gökkuşağıdır siyah. Hikayeleri güzeldir. Severim "Siyahın Hikayesi"ni.

Korkuyor muyum? Bilakis. Siyahlıkta sallanan bir mavi adam korkutamaz beni. Yokluğuyla bile korkmam artık, varlığıyla ürkmediğim gibi. Onu o kara suların altındaki renklere inandıramadıysam diyorum, ne olur düşüp boğulsa şimdi? Düşüp boğulsa diyorum, boğulsun şimdi.

Korkuyor muyum? Bilakis. Ekseri bir yumru dokunur boynuma böyle anlarda. Diyorum ya şöyle bir dokunup geçer aslında. (eskiden yapışıp kalırdı, geçmezdi hiç.) Karanlıkta, bir mavi adam. Sulara gömülüp yok olacak, "kaybolmak üzere suya düşen bilezik" gibi. Bir mavi adam ki ölmelere yüz  tutmuş.

Korkuyor  muyum? Bilakis. Mavi adam sulara gömülüp gitti. Rahatım şimdi. Sanki o mavi göğe benim ruhum gitti. Kuş gibi çırpınan kırmızı kalbim, bir bulut gibi dindi. Yeşillik huzurdu, açık maviler de. Hatta Siyah Hikaye bile huzur sayılır ama, siyah denizdeki mavi bir ölümden başka bir şey değildi.

Yazmayı isterdim onun o denizde çırpınıp duruşunu, gözlerimi kapatınca. Ben onu ancak karadan izleyebildim. Seslenebilirdim, dur demiştim sanırım, dur açılma uzaklara, demiş miydim? Demişsem bile Özdemir'in dediği gibi "Bekle dedi gitti, ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi."

Elif.
07.12.2015

28 Kasım 2015 Cumartesi

Anı vitrini 1.

Bir griliğin ortasında duruyorum. Havalar bozdu. Tam bir aydır içimde her daim hareket halinde olan kelebekler duruldu biraz. Ama bu asla mutsuz olduğum anlamına gelmesin. Çünkü içimde bolca ümit taşıyorum, bazı şeylerin artık güzel sonlara yaklaştığını biliyorum.

Sabah uyanır uyanmaz yürüyüşe çıkıyorum. Gri gökyüzünün altında. O parka bir daha hiç gitmedim. Artık hiç önemi kalmadı. Bu gerçek. Bunu tamamen içimden gelerek söylüyorum. Dedim ya ben azad edilmiş bir yeşil kuşum.

Sonra yolun kenarında bir otobüs görüyorum. Bizim eski kırmızı Ankara otobüslerinden. Bir kere tam güneş batarken binmiştim o otobüse ve arka tarafa baktığımda büyülenmiştim. Kahverengi deri tutamaklar (Eskişehir tabiriyle) batan güneşte ters ışık yapmıştı. Yanımda makinem olmadığı için kendime kızmıştım. Bir daha binememiştim. Şimdi görünce o anı hatırlıyorum. Yanına doğru yürürken camların kapalı olduğunu görüyorum, sımsıkı. Sonra balıkları görüyorum. Yüzlerce, binlerce balık görüyorum. Onların orada susuz yaşıyor olmaları şaşırtıyor beni. öylece kalıyorum. Sonra Ğ. o balık dolu otobüsün içinden önüme fırlıyor ( Sanırım balıkların içinden yüzüp geldi kapıya). Eliyle ileri gösteriyor. "Bak" diyor, "Dünyanın sonu geliyor, bak."
Bakıyorum.
Haklı.

Hemen evime dönüyorum. Anı vitrinimin önüne oturuyorum. (Size daha önce anı vitrinimden bahsetmiş miydim?) Buraya oturduğum her zaman içimde değişik hisler hissederim. Hem her şeyi koruyor olmak mutlu eder beni hem artık o günlerin gelmeyeceğini bilir kederlenirim. Şimdi dünyanın sonu gelirken hepsini, ama hepsini tekrar hatırlamak istiyorum. Camlarını açıyorum. En acı anı geliyor önüme. Ğ1'in anısı. Bana mutluluktan bahsetmişti. Kederler yarattığımdan, benim mutsuzluğumdan yani. Öyleymişim. Öyle miydim? Kendime, kendi kurduklarıma inanmak çok güç. İşte bundan. Ben ona o an ne deseydim? Bir paraşüt açar gibi "Bak, mutluluklar burada!!!" mı? Böyle deseydim bal ve şeker mi olurdum? Bir kırmızı, sevilen akşamüstü bulutu mu olurdum böyle deseydim? (Bazen akşam üstü güneşine, şu tepenin ardından kavuşacakmışım gibi geliyor. Bir insana kavuşur gibi.) Şimdi yanaklarım o akşamüstü güneşi gibi. Yanıyorum. Düşündükçe öfkeleniyorum. Ruhum hastaymış, öyle dedi. Hiç değilse diyorum, kendi içimde kendi kendime yaşadığım bir his bu. Demiyorum ki Onun gibilere dünya ne güzel! Kendiyle çelişenlere dünya ne hoş! sonra işte o başka insanlarla dolu o kokuşmuş kalpten azad edildim. Bu sefer hiç ağlamadım. Dedim ya yine, ben bir göğüs kafesinden göğe bağışlanmış bir yeşil kuşum. İşte bundandı. Hepsi bundan.

Ğ2'nin anısını alıyorum elime. Beni en ben yapan anıları. Şimdi düşünüyorum da kalbimin en durgun halidir. Güzel, güzel insan. Ama bazen kader de pazarda satılmıyor ya. (Daha sonra bahsedeceğim.) Bizim kaderden bahsetmiyorum. Bizim ayrı ayrı çok güzel kaderlerimiz var. Onun kendi kaderini söylüyorum. Elif'i. Şimdi bunu, onu hiç korkmadan yazıyorum. Keşke diyorum, Elif, görsen ya? Elif okusan ya şimdi beni yeniden. Beni hiç tanımadan beni neden sevmeyebildin ki Elif? Beni sevmediğini nasıl anladığımla alakalı bu anım. Ğ2 ile onun kalbindeki ağrıyı dindirirken görüyor Elif bizi. Bana bağırmaya başlıyor. Bak diyor, o kalp 5 saniye önce başladı ağrımaya, 5 saniyede sen nasıl geldin buraya? Anlatmaya çalışıyorum. "Elif, beni dinle, gerçekten öyle değil." dinlemiyor. Beni tanımamaya öyle inanmış ki. Onu kollarından tutuyorum. sarsıyorum. "sen beni hiç mi okumadın?" diyorum. "Bana kalbinden şu kadar da mı inanmadın. Baksana, kalbi ağrıyor onun. Nasıl bırakıp gittin?" beni anlıyor. sakinleşiyor. Ağlıyor, dinliyor. Ğ2 bizi izliyor. Onun yeni Elifini ikna edebildiğim için mutlu, bana yine minettar. Elif Ğ2'ye bakıyor. Kollarını uzatıp onu seviyor.

Dostlarımı alıyorum. Onların kaygılarını. Ne güzeller.

Daha çok anılarım var. Dünyanın sonu gelmeden yeniden hatırlayabileceğim çok şeyler. Ben A'yı alıyorum. Benim en güzel anım. Gerçek anımı. Bir soluk beraber işte böyle solunur. Bir ömür ancak böyle paylaşılır. Onun sıcak ömrüne girmeye hazırım. A'yı elime alıyorum. Sımsıkı boynuma saklıyorum. benim sakin evim A. Benim güzel günüm A. Beni deneylerımle de seven, benim kurabiye kokacak evimi seven, benim o gün yemek yapamayacak olan ellerimi seven, benim kitaplarımı seven, benim odamı seven A. İnsan A., A.


Not: Aşağıdaki fotoğrafı yıllar önce sırf lojman sabahını fotoğraflamak için saat 5-6 gibi uyanıp çekmiştim. Dosyalar arasında kaybolmuş. Geçen gün karşılaştık kendisiyle. Şimdi anı vitrinimin en üstüne koydum.


29 Eylül 2015 Salı

Yeni şeyler yazmak için öyle güçsüzüm ki. Bunun yazanların kaderi olduğunu düşündüğüm çok anlar oldu. Hep bir mutsuzluk. Bunu malzeme çıkarmak şeklinde düşünenler olmuştur.  Oysa bunu belki şöyle yorumlamak göremedikleridir: böyle olanlar yazandır.

Yolların bana iyi geleceğini sanmıştım.  Evden,beni şeytan olmakla suçlayan o iki yüzlü adamdan uzaklaşmak kalbimin merhemi olur sandım.  Beni hiçbir an önemsemeyen o adamın dışarıyı nasıl önemsediğini gördükçe yaralaniyorum evet.  Bunu haykırmadım mı? Haykırdım.

Ve ona direnme gücümü 16 yaşımda kaybettim ben. 10 sene önce. O bunu bilmez. Yüzünün biri başkasına dönüktü çünkü.

Bu yazdıklarım bir kaç paçavra olsun. Ve şimdi.  

14 Eylül 2015 Pazartesi

Gece Değmiş Deniz





Gece Değmiş Deniz

Onları izliyorum. Uzaktan. Orada olabilecekken, onlara eşlik edebilecekken iki dağ kadar uzağız artık birbirimize. Yanlarına gitsem gözlerine bakmaya yüzüm de yokken, onun nasıl oldu? Yine bırakıp giderken. Yine içim şöyle kalmışken. Şaşkınım. Her şeyini kaybetmiş de bir şeylere tutunmaya küsmüş biri gibi şaşkınca dolanıyorum. oraya gitmek -ruhen- tek yol muydu benim için? Gidip onları izlemek, mutluluklarına şahit olmak, elime kalabilecek tek çarem miydi?

Onları izliyorum. Mutlular. Kafaları karışık değil ve çok mutlular. Kara suların yanındalar. Gece değmiş kara suların. Koyu yeşil sular. Gözlerim gibi. Gündüz olsaydı vallahi gözlerim gibiydi. Görürdünüz. Şimdi gece. Karanlık sular. Karışsam, değsem kaybolurmuşum gibi. Yaklaşsam beni yutarmış gibi. Oysa uzağım, çok uzağım, varla yok arasıyım. Esasen yokmuş gibiyim. Zaten hep öyle değil miydim?

Onları izliyorum. Bekliyorlar. Gülümsüyorlar, şükrediyorlar. Masalarına bir yemek konuyor. "Dene." diyor kız. Erkek meraklı. Bu yemekleri hiç yememiş. Ben de daha önce hiç yapmamıştım. Belki de bu yüzdendi diye düşünüyorum. Bundan olmadı.

Deniz kabarıyor birden. Az önceki kara deniz, kara değil. Köpükleniyor, beyazlanıyor, süt gibi ak olup gökyüzüne yükseliyor. Bağırmak istiyorum. Onları kurtarmak. Sesim çıkmıyor. Ne çok alıştırmış beni susmaya diyorum. Susuyorum. Deniz onları yutuyor. Dalgalar saçlarını, etlerini emiyor. Donuyorum. Benden başka şahit var mıydı kayboluşlarına? Gözlerimi kapatıyorum. Bunlar gerçek değil. Bir rüya olmalı bunların hepsi. Birden destekleniyorum. Kahkahalar geliyor kulaklarıma. Gözlerimi açıyorum. Köpükler sıyrılıyor. Onları görüyorum. El ele. Gülüyorlar. Ben olsam diyorum. her şeye lanet etmiş olabilirdim şuan. Belki de bu yüzdendi diye düşünüyorum. Bundan olmadı.


Beni görüyor erkek. Şaşırmıyor. Kız gidiyor, erkek yanıma geliyor. İçimi kusabilmeliydim, şu deniz gibi dökebilmeliydim kendimi kumlara. Bunu biliyor. İstemiyor. Anlıyorum. Bu yüzden sustuğumu bunca sene, biliyorum.

Eline bir şey alıyor, dah aönce hiç görmediğim, kesici ve kalem gibi bir şey. Bileğini açıp ismimi yazıyor. Bileğimi tutup adını yazıyor. Bu bir giz, diyor yazarken. Bunu yalnız sen ve ben göreceğiz. Gizlerden sıkılıyorum. Gizlerin sonu olmaz, gizler hep kötü biter. Denize gidiyorum, gece değmiş kara sulara. Yazdığı yazıyı siliyorum. Kırgınım. Dökülemediğim için kızgınım.

Etrafıma bakınıyorum. Burada yaşamak kolay olmalı. Anısız. Ben dönmek zorundayım şehrime. Her şeyi biriktirdiğim yerlere. Yollara saçıp bir sırrı, ne yapalım diyorum, yine böyle akıtırız zehri.

Elif KÜLAH
14.09.2015
"O dedi ki bana boşuna kandırma kendini;
Umurumda değil aslında gül bahçem benim"*

*Metin Altıok

8 Eylül 2015 Salı

Şeytan Kız

Serinliği duyuyorum, uğultuyu, tuzu, nemi. Gözlerimin kapalı olması denizi içimden görmeme engel değil. Rüzgarın tenime ulaşmasına hiçbir şey karşı koyamaz. Ellerimi tutan 2 kızıma, pembeler giymiş 2 kızıma, kimsenin şahit olmadığı kızlarımla benim arama kimse set kuramaz. Gözlerimi açıp denize, huzura, yok olmalara koşarken onlarla, bu dünya gerçek değil. Bu dünya yaşamı, bu aldandığınız tüm saatler, her şey bir yanılsama. Bu sevmelerinizin hepsi bir limon kokusu aslında, sevmek diye bir şey olabilseydi, iyilik olabilseydi diyorum, şu kumsalın taneleri sevmek olurdu en çok. Oysa bana şu iki kızımdan başka hiçbir sevgi değmedi.

Mutluyum. sizin göremediğinizi görüp erkenden yolumu çizebildiğim için. Kızlarıma tutunup ölüme koşuyorum. Huzurlara, serinliklere, güzel kokulara koşuyoruz onlarla. Yüzlerine bakıyorum. Şapkaları engelliyor, rüzgarın uçuşturduğu saçları engelliyor, kahkahalarını susturan elleri engelliyor görmemi. Yüzlerini bilmiyorum kızlarımın. Önemli değil. Koşuyoruz ya umuda.

Aniden sanki biz bir resimmişiz veya masaya sırt üstü konmuş bir fotoğrafmışız gibi, bir el beni kurtarmak istermiş gibi, belimden tutup çekiyor beni. Esmer büyük bir el, baş ve işaret parmaklarıyla gözyüzüne çekiyor beni. Kızlarıma bakıyorum yukarıdan, buluttan, güneşten bakıyorum. Onlarla gitmek, onlarla ölmek isterdim. Denizime kavuşmak tek hayalimdi, yine yenildim.

Gökyüzünde, uzayda çekilmeye devam ederken kulağıma tanıdık sesler takılıyor. Bir anda simsiyahlığa düşüyorum. Anında, sıyrılıyorum. Sesler yaklaşıyor, büyüyor, çoğalıyor, gerçekleşiyor hepsi. Her harfi anlıyorum. Başım ağrıyor. kızlarımın güzel sesi olsaydı. Bunların her hecesinde yoruluyorum. Beynimi yerinden atmak istiyorum, kolum kalkmıyor. Beni çeken elden diliyorum. Beni boşluğa bırakıyor.

İrkilerek uyanıyorum. Burası benim odam değil. Gözlerimi yakan ışık, odama asla girmedi. Başımdaki adam, kapıdaki annem ve ablam, hemen yanlarında yarısı gözüken polis. 2 kadın dışında hiçbiri daha önce olmadı. Bana en yakın adama bakıyorum. Gülümsüyor. Bir şeyler söylüyor bana. Boş boş bakıyorum. Anlamıyorum. Kelimeleri mi unutmuşum, kulaklarım mı gitmiş, beynim mi gitmiş bilmiyorum. yerinden kalkıyor. bir iğneyle yaklaşıyor yanıma. Kolumda sızı. Polise bakıyorum. Acaba tanıdığım biri miydi? elleri, beni denize koşarken göğe çeken eller mi? zihnimde hiç belirmiyor. Annemin gözleri dolu, ablamın da. yavaş yavaş bulanıyorlar, duru suya taş atmış gibi netlikle karışıyorlar. Yitip gittiklerini sanıyorum. Kararıyorlar, uzaklaşıyorum, boşluğa yeniden düşüyorum.

Bu sefer  esmer el yok,beni kurtaran o büyük elden yoksunum. Yalnız bir kez tutmuştum oysa, ondan yalnız güç dilerken tutunmuştum. Tutunmamdan korkup bırakmıştı beni belki. Hava doluyorum, öksürüyorum, kalbim koşuyor, rüzgardan kuruyor, zarı çatlıyor, kanıyorum. Balıklar geliyorlar gökten, kanatlı, tüylü balıklar, kalbimi alıp suya atıyorlar. Kör bir uçurumdan mavi denize çekilmişim gibi. Kuşlar görüyorum bu sefer, kanatsız, balık derisinden pullu kuşlar. Biri kalbime yaklaşıyor, Gagasıyla çatlayan yerime dokunuyor, delip içime giriyor. Bir başka kuş derisini yarama sürtüp yağlıyor, yaram kapanıyor.

 İçimdeki gaga konuşmuyor, suskun, bir fırtınaya hazırlanır gibi diye düşünüyorum. Pulları canımı yakıyor, etimi kesiyor. Susuyorum.

Sesleri tekrar duyuyorum. Bu sefer az önceki uyanışımda uzakta duran sesler daha yakın, sıcaklık bile hissediyorum. Az önceki ışıktan korkup yavaşça gözlerimi açıyorum, oysa şimdi karanlık. Bir pencere arıyorum. Gökyüzünde balıklar yok. Tam karşıda bir televizyon ışığı görüyorum. Sonra annemi, elimi tutan ablamı. Konuşmak istiyorum. Ben hareket etsem pullar batar mı daha çok, diye düşünüyorum. Nefesimde yakmıyor ama gücüm yok. Ablam gidiyor, annem alnımı okşuyor, bir kaç damla döküyor. Doktor geliyor. Bir şeyleri anlıyorum. Gün neydi bugün? Polis, neredeydi? Babam yok muydu?

Babam olmuş muydu?

Sesime güç diliyorum. Burayı soruyorum. Annem konuşmamakta kararlı. Bir başka doktor daha geliyor. Güzel sesli, güzel bakışlı, huzurlu. Ellerine bakıyorum.  Elleri, beni denize koşarken göğe çeken eller mi? Odadan herkesi çıkarıp benimle konuşmaya başlıyor. Psikolog olduğunu düşünüyorum. Ellerimi tutup, bir süredir burada uyuduğumu söylüyor. Bir kaza geçirdiğimi, bir kaza geçirdiğimizi söylüyor. Hiç kimsenin bizi kaza anında görmediğini, beton bariyerlere çarpıp duran arabadan fırladığımızı anlatıyor. "Bizi" düşünüyorum. Biz kimdik? Ellerimi iyice sıkıyor, bana destek olmak için. Ellerine bakıyorum, az önce yanılmış olabilir miydim, beni rüyamda çeken eller bunlar mıydı?  Babamın öldüğünü söylüyor.

Babam olmuş muydu?

Devamını anlatmak istiyor. Kalbimin hazır olup olmadığından emin değilmiş. İçimdeki kuş konuşuyor. "Biz her şeye hazırız." diyor. Sonra suskunluktan sıyrılıp silkiniyor. Aklıma karanlık düşüyor. Bir gece hatırlıyorum yalnız. Onu yemeğe götürdüğüm geceyi. Çığlığımın bulaştığı bir geceyi. Yıllardır içimde biriktirdiklerimi masaya bir yemek gibi döktüğüm geceyi. Bir zehri kusar gibi söylediklerimi. Evet, ona her şeyi anlatmıştım. Ben güneşin üzerindeydim küçükken, gözlerim güneşti benim. Ben güvercin saçlı bir çocuktum.* Sonraları "küt" diye güneşten dünyaya düşmüştüm. O gün, içimi yakan kızgın bir yağ gibi, akıtıp sıyırmıştım onu kendimden. Kanımdan arınıp gitmişti. Onu böyle uzaktan tartınca anlamıştım: Beni hiçbir zaman sevmemişti.

Psikologum yeniden elimi sıkıyor. Ne çok şeyler anlatmak isterdim. Ellerine bakıyorum. Elleri beni kurtaran büyük, esmer eller değil. Günlüklerimi okuduğunu söylüyor. Anında kin doluyorum. Yerimden kalmak, ona zarar vermek istiyorum. Doğrulduğum an omuzlarımdan bastırıyor, kulağıma yaklaşıyor, çırpınıyorum! Yarın devam ederiz, diyor. Bir düğmeye basıyor, elleri hala omuzlarımda, elleri esmer değil. Diğer doktor geliyor, aynı iğneyi koluma batırıyor. Asıl güneşten düşmek buymuş, diyor içimdeki kuş. Karanlığa yeniden gömülüyorum.

Rüyasızım. Hülyasızım, hayalsiz, mutsuzum. Dingin, boğucu bir karanlıkta çalkanalıp duruyorum. Bir kapısı olsa şu karanlığın, açıp koşsam buralardan, biliyorum başka karanlıklar dolar benim yollarıma.

Uykumdan uyandığımda annem ve ablam dünden daha güzel. 2. doktorum yine yanımda, bu sefer gülümsüyor. Polisin yarısını yine görüyorum kapıda, yüzüm asılıyor. Doktorum onu baş hareketiyle kovup bana yeniden gülümsüyor. Ona o an güveniyorum, Beni koruyor. Annemle ablamdan çıkmalarını rica ediyor. Yeniden yalnız kalıyoruz. Ellerine bakıyorum, eller büyük değil.

Günlüğümle başlıyor konuşmaya. Bu sefer ona sinirlenmiyorum. Sırlarıma ortaksın diyor içimdeki kuş. Doktorum bunu zaten biliyor. Her öykümde cinayet yazdığımı söylüyor. Bunu biliyorum. Her sayfamda onu öldürdüğümü, hep ona işkenceler yazdığımı hatırlatıyor. Hepsini hatırlıyorum. Onları yazmak, gerçeğini hatırlamaktan daha kolaydı. Onu öldürmek istiyordum. Bu yalan değildi. Nasılsa ben şeytandım, böyle demişti. Bunu söylerken gözleri sarıydı. Onu hiç böyle görmemiştim. işaret parmağını bana doğrultmuş ve sen şeytansın demişti. Seninle artık ilişkimiz ve bağımız yok demişti. Diğer 3 parmağı kendini gösteriyordu, farkında değildi. Gözleri sarıydı, şimdi düşünüyorum da elleri esmer ve büyük de değildi. Daha önceleri içimi yakan kızgın yağı hatırlamıştım, o bana "şeytan" derken. o kızgın yağ, o kadar da sıcak değilmiş. Lavlar akmıştı içimden. Ben şeytandım. 3 parmağı kendini gösteriyordu ve parmakları esmer değildi.

Ona defalarca ölüm yazdığımı biliyorum. Beynim beni yok saydığında uyuşurdu ve onu öldürmek isterdim. Bu 10 yaşımdan beri süre gelen bir dürtüydü. Kendime engel  olmak için odamı kilitler ve hayali ölümler yazardım. Bu beni rahatlatırdı. Sonra yüzünü görünce onun zaten ölü olduğunu düşünürdüm. Sonra bir iyilik yapar onu affederdim. Aldanırdım. Sonra beni yine yok sayardı ve yine yanıldığımı anlardım, yeni hikayeler yazardım. Kızılcık ağacıma asar, içine fareler sokar, gözlerini keser, daha bir sürü şey yapardım. Bu gerçekten gerçeğinden daha kolaydı.

Ve beni 3 parmağı kendini gösterirken "şeytan" olmakla suçladığının ertesi günü, tüm samimiyetimle ona gülümsemiş ve onu yemeğe götürmüştüm. Bir önceki gün artık baba-kız olarak hiçbir samimiyetimizin kalmadığını yüzüme bağırsa da ona son bir şans vermiştim. İşte o gece, içimi masaya koyduğum, zehrimi kustuğum geceydi, hatırlıyorum. Onu bir sevgiliyi terk eder gibi, içimde terk etmiştim. Ona pişman olacağını fısıldamıştım. Kimse duymasın diye etrafına bakınmıştı. Hala nasıl biri olduğunu görmemişti. O masada şeytan değildim. O masada gönlünü açmış, tüm sözlerimi içine almış, geri kapatmış, dolmuştu. ertesi gün evden gidecektim. Arabaya bindiğimizde sarhoş gibiydi. Gözleri "şeytan" günü gibi sarı değildi. Donuktu, durgundu. geceye karışmıştık.

İşte bu yüzden, diyordu doktorum, o kazayı bilerek yaptığın düşünülüyor. Son gün de aynı şeyleri yazmışım, yazdım evet. Bir şeytana ölüm yakışmaz mı en çok? Öldürdüm onu yine evet. Ama onu gece kurban eden ben değildim. Polisi anladım, bu odayı, anladım her şeyi.

Şeytan olmak, doğa üstü bir şey olmaktı. İnsanların zihnine girip kontrol altına alabilmekti. Evet polisi anladım, yanımdaki doktoru anladım, herkesi anladım. Babamı ben öldürmemiştim, o sarhoştu, zehrimden sarhoştu. Şeytanı öldürmeyi seçmişti. Gözleri sarı, elleri esmer değildi. Beton bariyerlere tüm hızıyla çarpmak istemişti. Beni o betona sıkıştırmak, ezmek, öldürmek istemişti. Camlar patlamıştı. Ben ezilmiştim, babam bariyerlerden fırlamıştı.

Babam olmuş muydu?



* Metin Altıok
Elif KÜLAH
08.09.2015

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Bahçenin Rüyası

Her iş dönüşü önünden geçerken ayaklarının gidip gitmemek arasında savaşa tutulduğu Semra teyzenin bahçesine bu akşam da yaklaşırken içeriden gelen şarkı dokundu Zeynep'in kulağına. Mahalleye koku gibi yayılan bu sesin çocukluğunun geçtiği bahçeden geldiğini duyunca şu deniz havasına karışan sese gülümsemeden de edemedi tabii. Artık gönlünün başka çaresi kalmamıştı.

Bahçeye girerken elini siyah, demir kapıyı açmak için uzatırken basamakların biraz ilerisinde, ağaç yapraklarının gizinde kalan eski kare masada bir başkasının da oturduğunu gördü. Biraz eğilip kim olduğunu görmeye çalıştı ancak arkası tamamen dönük olduğu için bu büyük cüssenin kime ait olduğunu çözemedi. Semra teyze masanın karşısından ona doğru eğilmişti ve Zeynep onlara yaklaşırken sesli bir kahkaha patlattı. Yüzünü arkaya atıp gülünce onun ne kadar yaşlandığını düşündü. Çocukken de onlar bu bahçede oynarken hep böyle neşeliydi. Tek başına kalmışlığını yıllarca mahalledeki çocuklarla gidermeyi bilmişti. Ancak şimdi çocukların çoğu mahalleden gitmiş, kimi evlenip yuvasının derdine düşmüş, kimi Zeynep gibi iş hayatından ona vakit ayıramaz olmuştu.

Zeynep'in içeri girdiğini görünce iyice aydınlandı Semra teyze. Yerinden doğrulup kollarını ona açarken arkası dönük olan, kapıya dönünce Zeynep olduğu yerde dondu. Bir an beyninin uyuştuğunu hissetti, parmak uçları buz tuttu, karnına ağrı girdi. Ömer'in İstanbul'a geri geldiğini duymuştu, annesi görüşüp görüşmediklerini soramadığı için ağzının ucuyla söylemişti komşudan duyduğunu. "Hemen gidecekmiş." demişti bir de. "Bu sefer en uzağa, belki bir daha da dönmezmiş." Yine aynı terane diye düşünmüştü Zeynep. Hep gider, hep 2-3 sene yok olur ve ortaya yeniden çıkardı Ömer. Her seferinde yeni hikayelerle dönerdi, söylentilerle daha doğrusu. "Yazık" derdi Zeynep, "ilk hikayesi bendim!" Beraber büyüyüp beraber bir hayat kurmaya hazırlanmışlardı ve tam güzel günlere kavuşacakken ilk hikayesini özgürlüğü için silmişti Ömer. Sonra yalnızlığıyla kalınca pişman olmuş, mahalleye dönmüştü ama Zeynep'e tekrar cesaret edememişti ve kendine de hatta. Çok kez İstanbul'a gelip konuşma gücünü kendinde hissetmiş, her seferinde pes edip geldiği yerlere geri dönmüştü. Bu süre içinde ne zaman karşılaşsalar bir şeyler konuşmuşlar ama birbirlerine kanamadıkları için o kanın zehriyle kalmışlardı.

Hemen toparlanıp gülümsediler. Ömer de oturduğu yerden doğruldu. Önce Semra teyzeyle sarıldı, sonra Ömer'le tokalaştı. "Sofrada da bir kuş sütü eksikmiş!" diye takıldı çantasını bırakırken. İçeri girip bir tabakla çatal aldı kendine. "Nerede kalmıştınız, bölmeyin benim yüzümden." deyince ortak oldu gülüşlerine.

Saat ilerleyince Zeynep kalbinin yorulduğunu hissetti. Onunla ilk defa bu kadar uzun aynı sohbeti paylaşmışlardı. İlk defa içini bu kadar saklamak zorunda kalmıştı. İlk defa şarkılara bu kadar direnmiş ve dimdik karşı koymuştu. Sanki uzun bir kuyuydu bu gece şarkılar, dipsiz bir kuyu. Düşmemek için kenarlara tutunmuş, yaralanıp kurtulmuştu. Her şarkıda yeniden düşüyordu. "Ah be Semra teyze." diye geçirdi içinden "kederlenecek başka gün mü yoktu!"


Gece çökünce, hava serinleyince ayaklanır gibi oldular. Semra teyze omuzlarına dokunup hırka vaat edince yeniden oturdular. Bir de mis kahvesinden konu açılınca kendilerine geri geldiler.

Semra teyze içeri gidince masanın üzerindeki çıplak, evin içinden kablo çekilip bağlanmış lambaya baktı Semra.
"Bu lamba olmasa şu kelebekler nerede toplanırlardı düşünsene." diye sordu sonra.
"Bunu da senden başkası düşünmezdi muhtemelen." diye karşılık verdi Ömer.

Başını önüne eğince hırkasına sarındı Zeynep. Bir güç diledi. Bir daha bu masa olmayacaktı. Bir daha asla onunla bunları konuşamayacaktı.

"Gidecekmişsin."
"Gideceğim. Zeynep, anlamıyorsunuz. Bu bahçe, bu mahalle, annemin evi, İstanbul'un her sokağı bana dar. Mesela küçükken sen şu ağacın tepesine çıkardın okul dönüşleri. Kiraz yerdin. Bunlar sana anı ama bana ağır şeyler. Ben hiç paylaşmadığım yerlerde olmayı dileyebiliyorum. Zeynep bak, sana çok ayıp ettim. Buraya bunca sene kaç kere döndüysem hep seninle bunları konuşabilmek için döndüm. Sonra hep yarım kalan şarkı gibi hiç bitişim olmadı. Ne bileyim, işte çizilmiş bir  CD gibi mesela. Hatta CD o kadar bozuk ki çıkarmaya çalışınca iyice bozuluyor gibi, en sonunda kırılıyor gibi. Zeynep mesela sen kalbimin şurasında bir kuş gibisin. Biliyorum seni yaralayan da kalbimin şurasında kalmaya zorunlu bırakan da bendim. Yani kanatların olsaydı şuramda da uçardın, burada da kanat çırpardın. Seni ben kırdım, biliyorum ama başka çarem yoktu anla. Benim hayattan beklentilerim seninki gibi değildi. Ben temiz havaların adamıydım, başka havaların buraların değilim ben. Ne olur beni affet. Senden bağışlanmazsam çok uzaklara gidemem ben. İzin ver, kanatlarını onarayım sonra kafesini açayım. Gökyüzüne karış sen de Zeynep."

Düşünmedi Zeynep, onu yanıtlamadı. İyileşse miydi, o kafesten uçup gitse miydi, Ömer'i affetse miydi? Olduğu yerden kalktı. Kendini Ömer'e bıraktı. Kocaman, küçükken onu kirazdan indiren kollarına sarıldı. Nasıl özlemişti, ilk arkadaşını. Keşke hiç hikayesi olmayabilseydim diye düşündü. Kirazı gösterip eski günleri hatırlattı. İçini döktü. Ciğerlerini kendi ciğerleri gibi soludu. Geceyi içine çekti. Bu serinliği hiç unutmamak adına kanatlarına sakladı. İyileşmedi. Orada daha da sıkışmayı yeğlerdi. Başka kuşların kanatları çırpınırken kimse görmeden durmayı kabullendi.

Kafesten uçup gidemedi.

Semra teyze o gece hiç gelmedi. O kahveyi hiç pişirmedi.
Karanlık yerini ilk ışıklara bırakırken son şarkı karıştı kirazlara:

"Göze mi geldim,
Sen mi unuttun,
Gelmiyorsun ah gelmiyorsun.
Öyle karanlık gece ki ruhum.
Olmuyor sabah.
Yüksel ufuktan
Sineni göster
Bir gün göreyim"

sanki son zamanlarda başladığım 10 hikayeye doyup bitirmşim gibi, 
Zeynep bu değil, Zeynep dolup taşacaktı, sarılmasaydı çok şeyler anlatacaktı.
Oysa benim kulağımda başka şarkı. Bülent Ortaçgil'den 
duruldum, dindim, geçti Zeynep'in tüm söyleyecekleri:

"Bugün yağmur
Bir kadın saçıdır
Yeryüzüne
Dökülen
Upuzun, ince, karanlık kokulu

Sen ki aşkla aldatıldın
Yüreğin taş parçası
Dinle yağmuru dinle
Teselli bul türküsünden

Her şey olur
Her şey büyür

Her şey geçer
Hayat kalır"

Bu hikaye daha bitmedi.

Elif KÜLAH
17.08.2015


3 Ağustos 2015 Pazartesi

Irmak suyu

Gün ışıyınca,
sıcak, sarı kumlara
sandım kavuşurum yine
buz, ıslak toprak yerine.
Oysa kan akan, pil kokulu sakin suydu rüyam
Yalnız ceset dolu
ve nefes alıp derince
dedim
"ben
ölüler akan bu ırmağı
doldururum esasen şuramla
Olsaydı az daha canım
az daha can olurdum
kendi kıyısına yanaşmış
bu ölü sarı sallara."

Elif KÜLAH
"gece eve dönünce şarkı da eklerim,"

23 Haziran 2015 Salı

Bir rüya, bir nisyan.

Gözlerimi silip, kendimi toparlayıp açtım odamın kilitli kapısını. İçim, ezikti. Onun bu şehirdeki son gününde ona ve içerideki diğerlerine apaçık ayıp olduğunu biliyorum, ama elimden yine kaçmaktan başka hiçbir şey gelmiyor. Benim şuanda onun hisleri karşısında şuracığımda hissettiklerim aramızda bir sır olmasaydı, içerideki herkes bunları bilseydi benim odamda, duvarıma yaslanıp ağlamama hak verirlerdi. Oysa bu yükü onun gözleriyle benim gözlerim arasındaki havadan başka kimse bilmiyor ve şu koltuk, şu sandalye, şu pencere bizi anlar diye ödüm kopuyor.

Odamdan çıkar çıkmaz salonun balkonuna gittim. Açık olan mutfak kapısının yaptığı cereyan bu bulutlu, hafif yağmurlu, çok nemli yaz akşamında kalbi daralan bedenimi biraz olsun serinletti. Derince bir nefes aldım. Hayatımda hiçbir an içim bu kadar ezilmemişti. Hayatımda hiçbir an bu kadar arada kalmamıştım kendime karşı. Hayatımda hiçbir an bu kadar çekişkiler yaşamamıştım.

Balkon kapısından tam girerken o hariç herkes kapıdan çıkıyordu. En önde nişanlısı vardı. Bu düşünceye bile henüz kendimi alıştıramamıştım. "Yiyecek bir şeyler hazırlayacağız, sen onu yalnız bırakma, canı çok sıkkın." dedi. Annesinin gözlerinin nasıl dolduğunu gördüm. Bunca yıl hiç ayrılmamışlardı. Başka kişileri başka şehirlere göndermişti; bu durum daha önce de başımıza gelmişti, ama bu sefer asıl şahsiyeti ölüme gönderir gibi kederliydik. Kimse kimsenin gözlerine bakamıyordu, birimiz birimize değdiğinde ağlayacak oluyorduk. "Onsuz bu şehir eli boşalmış eldiven" gibi olacaktı. Tek nişanlısı mutluydu. Çeyiz dizecek, bir dahaki yaza yapılacak düğüne hazırlanacaktı. Onun içinde yalnız seneye yerleşeceği evin heyecanı vardı.

Bana tembihlendiği gibi  yaptım. Ben balkona çıkarken o da içeri girmek için ayaklanmıştı. Beni görünce olduğu yerde durdu. Kaç yıl olmuştu? 3 yıldır onunla ilk defa yalnız kalmıştık. Her daim kaçtığımız an sonunda bizi ortalıkta hüzün dolanırken yakalamıştı. O gün hiç yaşanmamış olsaydı şuan ona söyleyecek çok sözüm olabilirdi. Oysa benim ellerim titredi, bakışlarımı çevirdim. Geceye baktım, göklere baktım. Bizi birisi görse eminim her şeyi anlardı. O bana gülümserken onun bana karşı hissettiği her şeyi, benim ona karşılık veremeyişimle hissettiğim iç ezikliğimi. Önce arkamı dönüp kapıdan çıkmak istedim, hatta evden çıkmak, sokaklara çıkmak, yollarda kaybolmak, Hava beni yutsun istedim. En sonunda ruhuma rağmen ona sarıldım.

İki kolumla boynuna sarılıp ağlamaya başladım. 3 yıldır hava ve su haricinde hiçbir şey paylaşmayıp bir çok şeyleri söylemek üzere biriktirmiş ama sonunda onu kaybetmiş zorunda kalmıştım ve bu durumda olduğumu dahi ona söyleyememiştim. O da bunu zaten bekliyormuş gibi, hatta eskisi gibi sağ eliyle sırtımı sıvazladı. Sol eli ise cebindeydi ve ben boynuna sarılırken omzunun kasıldığını büsbütün hissediyordum. Kırık gülüşü de beni teselli etmenin peşindeydi:

"Korkma, sık sık geleceğim. Hem düğün hazırlıklarım var. Nişanlımı bu günlerinde yalnız bırakmak istemem. Senin yine zor günlerinde yanında olurum."

"Ama biz hiç uzak kalmamıştık." diyebildim.

"Biliyorum." dedi. "Başka şehirlerde olmam bizlere engel olmayacak. Üstelik ilk giden ben değilim ki! Ben buradan kopamam, bilirsin. hem ilk tayinimde bu kadar uzaklara gitmem çok doğal. Bakarsın 2. tayinimde Ankara'ya gelirim."

"Ne güzel olurdu." dedim. Elinin sıvazlaması durmuştu. Ben ona sarılırken destek almak için balkonun sağındaki, hemen arkamızdaki balkonun korkuluğuna dayandı. ben de hala sağ omzundaydım, tamamen yanına doğru gelmiştim. Parmaklarımda kutup yıldızımı gösterdim.

"Bak benim her şeyimi bu yıldız bilir."

"Sen çok farklısın." dedi.

Birden bir cesaret geldi. Bana bu cesareti onun verdiğine eminim.

"Neden gidiyorsun?" dedim.

"Bunun pek çok sebebi var. Ama tahmin edersin ki en büyük sebep sensin. Ben buradayken hayatına devam edemediğini düşündüm. Belki evlenebilirsin, ama ben varken ben üzülürüm, her şeye şahit olurum diye buna cesaret edemezsin. Biraz da bu yüzden nişanlandım. Senin önünü açabilmek için. Nişanlımı seviyorum ama seni de yüreğimin şurasında saklıyorum. Ona bir hayat kurmak, benden beklentilerine karşılık vermek, kimsesiz hayatına kimse olmak çok güzel. Sen benim dokunulmamış, hiç tamamen benim olamayan bir parçamsın. Bu günah mı, günah olsaydı tutup alsalardı veya bir ümidim olabilseydi. Bunca yıl hep senden bir hareket bekledim. Sonra bir gün, hepsinin boşa olduğunu anladım. Senin o masada söylediklerin sahiciydi. İşte o söylediklerine inanmak hayli uzun zaman aldı. Belki ben sana geç gelmiştim, sen daha ilk gençliğindeyken belki de ikna etmeliydim seni. Yani gözünü benimle aç diye sana türlü oyunlar oynamalıydım. Oysa ben her şeyim kurulu olduğunda sana geleyim istedim. Ama dedim ya çok geçti. Hem de çok geç. Uzun zamandır kafamda gitmek düşüncesi vardı. Buna tamamen karar verişim de yine senin sayende oldu. Yaz başında hatırla, omuzlarımı sıktın benim. Ben oturuyordum, sen arkamdan geçiyordun. O an ne olduğunu anlamadım, anında vücudum yandı."

"Yemin ederim o an her şeyi unutmuştum, bütün o olanları unutmuştum! Eskisi gibi daldım."

"Biliyorum, biliyorum, korkma. Anladım. Ben seni zaten anladım. Hatta alıştım bile. Sadece bu kadar etkilenmem o gün yordu beni. İşte ertesi gün anneme artık bir hayat kurmak istediğimi söyledim. 1 ay sonra nişanlıydım zaten. Şimdi de yeni işim, yeni şehrim. Yine yolumu çizen sen oldun anlayacağın."

Yeniden sırtımı sıvazlamaya başladı.

"O günden sonra eski neşeni yitirdin. Artık evde şımarıp bizi güldüren sen değilsin. Bu hoş değil. Eski haline dön tamam mı, benden çekinme. Korkma. Üstelik hep böyle hırslı ol. Sen başardıkça ben mutlu oluyorum."

İçimden kızgın yağ akar gibi hissettim. Söylediklerine verebileceğim bir cevabım yoktu. Ona tekrar sarıldım:

"Sen benim için çok değerlisin. Sen benim kanımsın. Her şeyi özlüyorum. Ben eski halime dönerim, sen de dön tamam mı? Her şey için de özür dilerim. Böyle olalım istemezdim."

Yeniden gülümsedi. Gözlerimi sildi. Beni önüne aldı, omuzlarımdan tutup bana yön gösterdi. Uçuşan perdelerin arasından geçip yemek masasına yöneldik. Sanıyorum ki ilk andan sözlerimizi tutup eski halimize dönmüştük.

Geriye koca bir hayat sözü kalmıştı.

Elif KÜLAH
Ezginin Günlüğü eşlik etti şarkısıyla bana yazarken:
"Bir dokun bin ah dinle, döner dünya dert içinde 

Ademoğlu nisyan ile, biz isyan ile… "




26 Mayıs 2015 Salı

43 aynalı süt konağının kuş kurutan kadın verdası mı olsa?

Bir yorgunluk çöküyor üzerime. Ayaklarımdan çıkıyor yukarı, uyuşuklukla birlikte. Halbuki ölümdür ayaktan başlayan, buz gibi bırakıp mermere dönüştüren teni. Öyleyse diyorum, ölüm yorgunluğu bu, bir sandalyeye yığılıp kaldığım, dünyadan 1 saniyeliğine kopan beynim, başka düşünceler, başka hayatlar ve yine tanımak için öldüğüm ama yine ve yine kendime yenilip hiç duymadığım seslerine hasret kaldıklarım. Ben diyorum ya insanlarımla güzelim, ben yazarken güzelim en çok.

Ve denmişti ya, "ne çok yakışıyor bu kızın gözlerine hüzün?"

Siz yakıştıramadınız mı?

Öyleyse size bir can eriği versem, mevsimlik, gözlerimden hatıra. Sonsuza saklar mısınız, benim adıma? İçim gibi çürüse dahi, böceklense zihnim gibi, yumuşasa, kararsa da can eriğim.

Siz saklar mısınız benim için?

Sona tamamlar mısınız yarım kalan öykülerimi? 43 aynalı evin öyküsünü, Süt Konağı'nı, kuş kurutan eski aşığı, Güneşe ip bağlayan adamın çocuk öyküsünü, Kadın Verda'nın hikayesini ve nicelerini. Sona yetiştiremeden pes ettiğim onca hayatımdan en azından öykülerimi?

Tüm tutarsızlıklarımı, böyle başlayıp şöyle biten kısa yazılarımı, hatta tutup tüm şiirlerimi?

Ya da toplayıp kaldırmasak mı hepsini, bir poşete koyup atmasak mı defterlerimi?

Hatta beni öldürüp aya gömmeseniz mi?

Ve hatta beni artık öldürmeseniz mi?

19 Mayıs 2015 Salı

Mimoza Çiçeği

Ah Mimoza,
Mimoza,
Evleri doldururdu kokun,
Unuttun mu?

Sokaklara dalların değerdi,
Balkonlarımda kolların,
Beni çok sevmiştin Mimoza,
Unuttun mu?

Ben her yaz gecesinde,
Ben her dara düştüğümde,
Gölgene sokulurdum Mimoza,
Unuttun mu?

Sen kendini döküp mevsimle gittiğinde,
Çiçeklerin bana kuruyup başkalarına güldüğünde,
Ben seni hiç unutmadım Mimoza,
Sen beni unuttun mu?

Ve artık Mimoza, unut Zeki Müren'leri,
Dinlemem Barış Manço'yu,
Sarıları bile sevmem artık.
Senin bende suyun az, başka topraklar canın senin.
Büyü, kocaman ol yine.
Ben seni saklarım,
Mimoza'm beni duydun mu?

Elif KÜLAH'

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Babalı kızlara hayat ne güzel.

Ne güzeldir babası tarafından sevilen kızlar. Babalarıyla bisiklet sürmüşlerdir belki, hastalandıklarında sürünmeden hastaneye gitmişlerdir, anneleriyle ve babalarıyla; başkalarıyla değil ölmeye yakın. Tatilleri güzeldir, saçları güzeldir kızların. Haklarını korur babaları, üzülürler istemedikleri bir şey başlarına geldiğinde. Sırlarını paylaşırlar, yemekler yerler beraber, kahvaltılar güzel geçer, "günaydın" derler uyandıklarına, "hoş geldin" derler evlere geldiklerinde. İşe giderken kimsesiz gitmezler, kapı bomboş, kahvaltısız değildir onlarda. İki yüzlü olmaz kızlarını seven babalar. Bir seviyor, bir sevmiyor gibi davranmazlar. Başka erkeklere koşmazlar, başkalarında aramazlar sevgiyi. İstediği okulları okur, istediği kurslara gider, istedikleri hayatlar kurarlar kendilerine. Çalışırken gönüllerine koymaz tarla kızlarının çok çalışmak, eve gidince bir güler yüz göreceklerini bilirler. Her şey para değildir, bilirler. Ellerindeki nasırlar bile acımaz babası tarafından sevilen kızların. Sabahları fabrikalara bile giderler, yollarda kitap okurlar, metroda ayakta durmak üzmez onları, şarkı söylerler içlerinden. Düğünleri güzeldir. Kınaları güzeldir. Kız istemeleri, nişanları güzeldir. Bayramları şendir. Gözleri parlaktır böyle kızların. En güzel ülkeler onlarındır, en güzel odalar, en güzel yastıklar, en güzel uykular, en güzel iş yerleri. Babaları gururla bahsederler onlardan, utanmazlar. Çabalarını görürler kızlarının. Desteklerler, bomboş insanlara değil kızlarına sarılır, güç olurlar. O zaman koşar kızlar yollarında pes etmezler. Güçlüdür sevilen kızlar. çok güçlüdürler.

Peki güzel midir babası tarafından sevilmeyen kızlar? Başkalarına baba olmuş babaların kızları? çocukluğunu hep annesinden uzak geçiren, başkaları sevinsin diye sütünden olan bebek kızlar mutlu mudur büyüyünce? Baba saydığı dedesinden bile uzak bırakılan kızlar, unutur mu sandınız kalbine kalbine sokulan lafları? Peki babası çocuklarıyla aynı sofraya oturmayan, ona bir kıyafet  veya okuma kitabı almayan kızlar? Uykusunda saçı hiç okşanmamış, azardan başka söz duymamış kızlar? Hep kısıtlanmış hep "birilerini hiç görmesin ama birilerini hep görsün" diye zorlanan  o kızlar kimi görmek ister büyüyünce? Bir at gibi yarış içinde büyümüş kızlar nasıldır sizce? Sırf babası onunla gurur duysun diye kendisine kendisinden uzak hayatlar kurmuş kızları sever miydiniz görseniz? Yıllarını kaybetmiş kızları, yine de başkaları gibi "ben de istemedim bu hayatı" diyerek bomboş durmamış hep çabalamış kızları da sever miydiniz? Ona baba olmuş adamlara tutunup hayatlarını onlarla geçirmeye kararlı kızları alkışlar mıydınız, ayaklarınızın altına mı alırdınız yoksa? Kendisini kitap sayfalarında arayan, tüm kinini babasını öldürdüğü öykülerine döken kızları anlar mıydınız? Yağmurda, karda, kışta 5 dakika erken uyanıp onu o soğukta yürütmeyen veya "bugün de ben alayım seni işten" diyen kimsesi olmayan kızları tanır mısınız siz? Ellerindeki nasırlar bile kalplerine batar babasız kızların, varla yok arası babaların kızlarının. Hiç gerçekleştirmediği hayalleri olsa bile gitmek ister evden, biran önce kendi yuvasını kurup kurtulmak. Yaz tatilleri yoktur, Düğünleri tek başınadır, kınalar bile küskün.

Saçları bile azdır sevgisiz kızların.

Bu liste uzayıp gider. Bir de sevildiğine bir an inanıp yine başa saran kızlar vardır. Uçurumdan düşer gibi betona. O an kendisini iyileştirsin mi yine ona inandığı için kendisine kızsın mı bilemez.

Hayatlar kurar kendisine, hayatları bile az. her şeyden biraz biraz. Varlıklarıyla yetinmeyen kızlara kızarak. Boşverse mi artık diye düşünerek geçer 16 yılları, hiçbirinde boşveremez.

Başkalarına baba olmuş babaların kızları, anne gibi doğarlar bu dünyada,
Bunu da kimse bilemez.

Elif KÜLAH gecesinden, gece bile olamayan geceden.

26 Nisan 2015 Pazar

alıntılar dünyasından anlatılar.

Bir yeni öyküdür; her yeni insan, daha önce konuşulup paylaşılmamış her söz, ilk kez ağızdan dökülenler ve yıllardır hiç yanmamış bir bacadan bir anda fırlayan o duman. Siz bunu bazen o kamyonların egzozundan fırlayan koyu, leş hava atıklarına benzetebilirsiniz, bense bazen su kulelerinden salınan buharlara benzetirim. Şehri griye boğan tüm insanlara inat, biz insan seviyoruz kardeşim... Biz seveni seviyoruz doğduğumuzdan beri. Günümüze güneş gibi doğanı seviyoruz, dostu düşmanı seviyoruz biz.


Bir akşam biliyorum. Garip bir hikayedir. İnsan oturup yazar  mı şans eseri karşılaştığı 1 saatlik arkadaşına, yazılırmış. İnsan üzülür mü "görüşürüz." demek yerine "görüşmek üzere." deyişine, üzülürmüş. İnsan yanar mı hiç tanımadığı bir insanı kaybedişine, yanarmış. İnsan ister mi sonsuza süren deyişleri, istermiş.

 "Değil mi ki o."
"Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, 
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez."

Bir yeni öyküdür, şuramda kalır sonsuza, saklarım, büyütürüm yine yaza yaza. Yalnız ben değil, bin kişi yandı sonuçta. Şu benim aklımdaki soyut bacam tüttükçe sanırım ki günler hep güzel geçecek.

"Şairliğimle yetinir, avunurum."

"Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama, Seni yalnız komak var, o koyuyor adama."

Bu da size alıntılar dünyasından anlatılar olsun. bazen ben bile yetemiyorum kendimi anlatmaya, bu da size delilim olsun. Ben bugün gökyüzüme kavuştum sayın, bu cümleler de benim kolum kanadım olsun. Bir gündüz uyanınca gökte görürsünüz, satırlarım da size hatıram olsun.

Elif. Külah'landı.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Bir deniz biriktirdim kendime. İsteklerimle ve hayallerimle dolu bir okyanus. Balığım, yosunum hatta batmış gemilerim bile var. İçlerinde bana önceden birinin anlattığı eski tarak kutusu gömülü. Yine de suyumun üzerinde taşıdıklarımla yetiniyorum, yetiyorum kendime. Maviliğime dalıyorum, yeşilliğime, erik gözlerime mutluluk yakışır diyorum bazen, erikler yalnız gülerken güzel, sıcak yaz günlerinde denizle iyi gider erikler. Bazılarını da denizimde bile yüzdürürüm. Karşı kıyıya ulaşır, başarırım belki tüm suyu geçerim sonra herkesi yener ve kurtulurum batmış gemilerimden. Unuturum çürüyen tarak takımı kutusunu.

Bir garip yol bu yaşadığım. Çöpe atılan 5 sene. Hayalini kurduğum gelecek 5 sene. 10 yıl geriden başladım ben hayata ama yine de 10 yıl öndeyim kimisinden. Tek başıma, her şeyi öğrenebilmek adına geçirdiğim onca uykusuz gece.

Sanmayın ki kader denilen pazarda satılan renkli paketli bir şey, olsaydı yeşilini alır yazardım kendime. Kader pembe değil.

Bir yeni kader pazarı hikayesi yolda, yağmurlu bir günde "Kayahan" dinleyip çıktığım yolun kenarındaki rengarek kader pazarı.

İyi seyirler bana, ömrüm uzun, yolum zor.
Başaramazsın diyenlere daha çok sözüm var.

29 Mart 2015 Pazar

Bir muharririn hatıratı-3

Adı Mehmet'miş Beybabanın. Tam vedalaşırken akıl ettik tanışmayı.
"Benim adım da Ekrem." dedim.
"Adın gibi büyü, öksüz Ekrem." dedi ayrılırken.

İnsan öksüzlüğüne sevinir mi hiç? Ben bugün çok sevindim. Belki başımda bir babam olsaydı beni mahallenin kahvesine çaycı olarak verirdi de ben gidemezdim bugün o güzelim denize. Ya da annem hala yaşıyor olsaydı ona bir dilim ekmek aramakla geçerdi tüm zamanım. Ama şans bu ya, öksüzdüm, kimsesizdim ve Mehmet amcanın bana iş vermesine sebep oldu bu.

Şimdi bu işte tutunursak ne çok param olurdu benim! Ortaköy'e gidip gerçek bir kumpir bile yerdim! Evlenirdim belki, hem de Kadın Veda'dan ve hayalimdeki Kız Verda'dan bile daha güzel biriyle. Hatta çok zengin olursam şu en uzun öykümdeki dut ağacının altında buluşun Ali'yle Ayşe'yi de evlendirirdim belki. İnsan fakir olunca defterinde bile evlendiremiyor iki aşık  fakiri.

Zengin olma hayallerim yaklaştığım mahallemin kirli duvarlarıyla yerle bir olurken gerçeklerle yine karşı karşıya kaldım. Benim çok para kazanmam, buraların insanlarından kopup banyosu fayanslarla kaplanmış bir eve taşınmam yalnız okyanusların bir damlasının buharlaşması gibi bir şey olurdu. Denizlerin yüz ekşiten tuzluluğu da kaldığı yerde dururdu. Buradaki insanlar, Kısmet teyze ( Yıllardır hasta annesine bakardı, evlenmemişti. Mahalleli görev edinmiş, her gün biri yemeğini götürür olmuştu. Kışın da her gün biri karşılardı yakacağını.), Sütsüz Ömer (Ömer doğduğunda hiç süt içirememişlerdi çocuğa. Önce annesini 'sütü bozuk' diye suçlamışlardı, sonra gerçeği öğrenmişlerdi. Süte alerjisi olduğu ortaya olduğu ortaya çıkmıştı. Annesiyle babası ne çileler çekmişti onu büyütene kadar.), Kırık Necmi (Mahallemizin gurur kaynağıydı o. Bir mahalle maçında İstanbulspor bizimkini görmüş, beğenmiş, yüksek bir maaşla takımlarına almıştı. Onun maçının olduğu günler davullarla zurnalarla bayram havasında geçerdi buralarda. Karşı takımın kalesini de bol bol havalandırırdı. Bir maçta bizimki günün 4. golüne koşarken karşı takımın ibnesi bunun önüne bacağını koyunca tepetaklak olan Necmi sakat bacağıyla sahalara veda etmek zorunda kaldı.), Tırlak Hatice (Kocası onu kendi yatağında aldatınca delirmişti Hatice Teyze. Biz de "Bizim mahalleye bu namussuzluk yakışır mı lan!" diye üstüne atlayıp don gömlek kovmuştuk buralardan adamı.), Tütsü Niyazi (Biraz garip biriydi bu Niyazi. Hani nasıl desem, bir yumuşaklık vardı kanında. Geceleri tütsü yakar tüm mahalleyi dumana boğardı.) ve daha niceleri buralarda, yollarından suların aktığı bu mahallede parasızlıklarıyla yaşamaya devam edecekti. Küflü evlerinin başlarını bekleyeceklerdi.

Evime yaklaşınca bizim iki yan komşu Fuat'ı gördüm. Babası iftiradan hapse girmişti. Gerçi babası mı Fuat'la annesi mi hapse düşmüştü ben hep karıştırırdım. Hayat şimdi onlara zindandı. Fuat okuldakilerin alaylarıyla uğraşıyor, annesi de temizliğe gittiği kadınlardan "Senin kocan da hırsızmış." gibi hakaretler işitip hakkının yarısını alabiliyordu. Ben de şuradaki insanların içinde en çok bu ufaklığa üzülüyordum. Onunla top oynuyordum aylaklık dönüşü. Olur da dua edersem ona da mutlaka ediyordum. Kurtulsun istiyordum. İster şu elindeki topla, ister annesiyle, ister babası dönünce babasıyla.

Bize yakın sokak lambasının altına gelnce gördü beni Fuat.

"Ekrem abi, yakala!" diye topu fırlattı bana. Arkasından da kendi koşup atladı kucağıma.
"Geç kaldın abi." dedi.
"Sonra anlatırım, topumuzu başka zaman oynayalım mı?"

Evime girip kendime bir çorba pişirdim. Uyumadan önce duamı kabul eden defterime yazmak istedim. Uzun uzun yazacak halim yoktu. Hem sabah erkenden kalkıp damat traşı olacaktım, Gömleğime de evde kravat bulursam kravat takacaktım. Ben de defterimi açıp sayfanın en ortasına yazdım:

"Bir poşet gibi toplasam Istanbul'u,
Bağlasam ağzını,
Onunla uyusam,
Doğumla ölüm arası.
Sana geliyorum ey Istanbul!
Benim de sana edeceğim var elbet,
Yeni yerim de hazır sende,
Feleğinle çarkın arası!"

28 Mart 2015 Cumartesi

Bir muharririn hatıratı-2

İyi dileklerle defterini kapatıp bir yandan da dua  mırıldanırken bir el "şak" diye deftere oturdu. Bizimki heyecanlanmış ve korkmuştu. Bazı şeyleri düşünmenin bile artık suç sayıldığı topraklarda o oturmuş ulu orta defterine bir şeyler karalamıştı! Bu eceline susayanların yapacağı işti ancak! Yavaş yavaş elden yukarı doğru bakmaya başladı. Gümüş kol düğmeleri, kendisininkinden bin kat, hatta milyarlarca kat daha kaliteli bir lacivert ceket, et dolmuş kollar... Bu anı defterindeki öykülerinden birine yazıyor olsa "bin asır sürdü" diye yazardı ama  şimdi bunu hiç düşünmemişti. Adam da bizimkinin ürkek gözlerinden korktuğunu sezmiş, "Oturabilir miyim oğlum?" demişti. "Otur Beybaba" diye kekeledi bizimki. Alışkın değildi böyle şeylere.

Adam yavaşça yerleşti sandalyeye. Az önce gördüğü etli kollar, yağlı bir balığın gerçek insan iskeletine bürünmüş halinden çıkıvermişti. Yarı eriyik karın yağları önce denize doğru döndü, az üstündeki burundan fazlaca deniz kokusu içeri girdi. Bir kaç yağ  parçacığı parçalanıp enerjisi de kana karışınca işleyen burnun altındaki ağız dökülüverdi.

"Talebe misin?"
"Yok Beybaba, nerede bizde o para."
"Pek de efendi gördüm seni. Tahsil yapmış biri sandım, üstüne sen de şu masanın üstünde yazınca, inanıverdim kendime."
"Yazarım ben, sürekli yazarım. Rahmetli anamın babasından kalma evde yaşar, minik bahçede meyvemi sebzemi biriktirir, devletin bağladığı 3 ekmek almaya yeten parayla da geçinir giderim. Okumak bir lüks bizim gibilere ama yazmak için tahsil yapmak gerekmez, biraz olsun düşünen bir beynin, çok gören gözlerin varsa iş tamamdır. Öyle defterimiz yoktu biz yazamadık ama yazarız aslında diyenlerle de karşılaştım ben, bunlar hep yalan Beybaba. Ben gözü görmeyip şiirler ezberleyen insanlar gördüm."

"Haklısın sen, haklısın. Giyimin kuşamın da tertemiz maşallah. Anan da yokmuş halbuki, kimin kimsen de mi yok?"

"Amcalarım, halalarım babamın soyu. Hiç arayıp sormadılar beni. Teyzelerim, dayılarım da napsınlar benim fakirliğimi. Onlar da yitip gitti."

"Şuradaki taş gibi öksüzsün yani. Valla yavrum saatlerce izledim seni. Pek heveslisin sen kaleme kağıda, belli. 2-3 yaz önce bizim Almanya'daki amca oğullarını ziyarete gittiğimde gördüm de bu kitap işinde epey para var. Benim oğlanlar ömürlerince kağıdın k'sından nefret ettiler. Şimdi sana bahsedeceğimi onlara çıtlattım da kulak bile asmadılar. Bu yüzden kendime yandaş bulup da giremedim matbaa işine. Sen helal süt emmiş bir evlada benziyorsun. Maşallah tertemiz bir yüzün var. Şuan sana bunu sorduğum için ben de şaşkınım ama  gel benimle çalış. 1 ay tanıyalım birbirimizi. Seversek devam ederiz. Evin nerede bilmem ama uzak dersen de benim bahçede küçük bir depo var. Onu bir elden yeniler sana ev yaparız. Ne dersin?"

Bizimki şaşırmıştı. Bu yaşa kadar şöyle elle tutulur bir işte çalışmamıştı. Yazları ve liseye kadar devam ettiği okuldan vakit bulduğunda anasına yardım etmek için ufak tefek işlerde çalışmıştı. Askerden de 2 ay önce dönmüş, mahallenin küçük bakkalı buna acıyıp iş vermişti. Sonra iş vereni bunun borçları yazacağı veresiye defterinin kenarlarına şiirler yazdığını görünce işten kovmuş ve çırak kriterlerine "şiir yazmayı sevmeyen" diye bir yenisini eklemişti. Şimdi bu adamın bahsettiği işte istediği kadar yazabileceğini düşündü. Üstelik hep kitaplarla, dergilerle, gazetelerle işi olacaktı. Bunu düşünüp sevindi. Adamın teklifini kabul etti. Adam neşeyle ellerini çırpıp "Yaşasın!" diyerek gülmüş ve sarkık kollarıyla sırtını sıvazlamıştı.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Eve gitme vaktiydi. Hesabı ödeyip kalktılar. Yamuk yumuk taşlarla bezenmiş sokakta yürümeye başladılar.  Arkadan onlara bakan, bir yağlı balina ile kupkuru bir ağaç dalı görürdü.

Kumpir satıcılarının seslerine hayalleri karıştı. Deftere yazdığı dua gerçek oldu sandı bizimki, eve gidince bir yenisini yazacaktı.

24 Mart 2015 Salı

Bir muharririn hatıratı

Bir Muharririn Hatıratı

İstanbul'un (o "Istanbul" demeyi ve yazmayı tercih ederdi.) ara sokaklarından dolaşıp Galatasaray Lisesi'nin ve Çırağan Sarayı'nın arkalarındaki gölgeli, surlu yoldan Ortaköy kumpircilerine kadar yürüdü. Kumpir yiyecek parası yoktu ama defterlerine yazacağı ve içinde zaten paralara hiç gerek olmayan öyküleri vardı. Bugün buralar sakindi. En uçtaki, denizin en yakınındaki kumpirciye oturdu. Bir çay söyledi kendine, garsonun küçümseyen gözlerine hiç aldırmayıp.

Fakirdi. Ama Veli'nin dediği gibi boyuna da fakirlik lafı edilmezdi ya. Gözü de toktu bir kere ve de yükseklerde olmamıştı hiç. Defterlerine yazdığı Ali, Veli, Ayşe veya Fatma Istanbul'un sokaklarında gezip gerçek bir kumpir yedi mi kendi doymuş gibi olurdu. Kendini bildi bileli sıcak su görmeyen vücudu Kız Verda'nın ( Bir gün gittiği kerhanede oraların meşhur Veda'sını ararken "Kadın Veda nerede?" demişti de bunu duyan Veda basmıştı kahkahayı, "Oğlum sana şurada kadınlığı öğretecek değilim. Ben hala kızım alimallah." demişti. Ne demek istediğini daha soramadan kapının önünde bulmuştu kendini. Bizimkini oraya gönderen mahalle çocukları da ona "biz buna bu, şuna da  şu deriz ama bazıları da vardır ki doğuştan Allah vergisi." demiş ve onunla hep dalga geçmişlerdi. Bizimki de bu ayrımdan hep nefret etmiş ve hikayelerinde bu ayrımı yazıp mahallesindekileri ve daha nicelerini küçümsemişti. Hatta bir keresinde kendine "adam" diyen erkekler için bir kelime uydurmaya çalışmış, sonra da canı sıkılmıştı.) gönderdiği adamların arkasından sıcak su dolu küvette dinlenmesi sanki ona bile iyi gelirdi. Sokak aralarında kaybolanlara değil, ana caddelerdeki bol ışıklı ve pahalı avizeli pastanelere götürürdü kağıt üzerindeki sevgililerini. Hatta bir keresinde (güya) sevgilisi ne yiyeceğine karar verememişti de pastanede ne kadar tatlı varsa hepsini masaya getirmişti. Kız kıkır gülerken bizimkinin omuzları da gökyüzüne yerleşmişti. Sonra bir gün onu çocuk yaşta bırakıp giden babasını bulmuş ve onu yalnız bıraktığı için ne kadar zor bir hayata mahkum kaldığını anlatmıştı. O askerdeyken ölen annesine de upuzun bir mektup yazmıştı ve ilk defa fakirliğinden yakınmıştı.

Garson çayını getirince bir orkestra şefi edasında önce kollarını uzattı ve koyu gri, bayramlık ceketinin kollarında dirsek izi kalmasın diye kumaşı biraz geri çekti sırtıyla. Kalemini eline aldı ve suya karışan altın balıklardan başlayıp Istanbul'unu yine yazdı.

Yeni doğan oğlunu ve minik kızlarını kan davalılarının olduğu Antep'ten kaçırıp baklavaların en hasını yapmaya gelen babayı yazdı bu sefer. Baba, henüz lokantaların ve pastanelerin bu kadar yaygın olmadığı devirde bu baklava dükkanını iyi akıl etmişti ve Antep'te kalsa yüzlerce ustanın yanında kazanamayacağı paraları bu elin topraklarında kazanmıştı. Antep'i özlüyor, karısnın yaptığı enfes yemekler sayesinde memleketin taşıyla, suyuyla, kokusuyla, tadıyla hasret gideriyordu. Oğlan büyüdüğünde bizimki Kız Verda ile bunları aşık etmeyi düşündü de sonra varını yoğunu oğluna adayan babaya üzülüverdi. Verda  bunların tüm parasını sömürürdü maazallah, Aşıkları da bela olurdu bunlara kesin. Pastanelere götürdüğü hayali sevgililerinden birini pek yakıştırdı oğlana en sonunda. Telli duvaklı, bol baklavalı bir düğün bile yaptılar, Istanbul'da 20 yılda kazandıkları yeni dostlarıyla.

İlk doğan torunla yeni baba olan bu oğlan artık dede olmuş baklavacıya yıllık un almaya un haline giderken torun arabanın altında kalınca canını kaybeden oğlan balıklara aldanıp pis sulara gömülüp gitti.

İşte aniden dedelikten ve babalıktan azad edilen baklavacı usta da  bunca yıl Istanbul'un başını boşuna beklemişti.

"Kader yazılmışsa silmek olmaz" diye not düştü bizim yazar-ı maderzat*.
"Istanbul sen benim fakirliğimi yine de sil de."

*Şair-i maderzattan dönüştürülmüştür.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Ölü balkon kapısı

Canım sevdiğim,

Bunu neden yaptığını bilmiyorum. Beni neden ele verdiğini, tüm sırlarımı niye ulu orta döktüğünü, ruhuma gizlediklerimi yere dökülen minik boncuklar gibi ne amaçla saçtığını bilmiyorum. Bunu düşünmeye imkanım olsaydı, sana engel olabilseydim, seni azat edeceğini sandığın için yaptığın şeylerin seni yalnız düşünmelere düşüreceğini anlatabilseydim... Ah bir kaç saatliğine deriyle, etle, canla dolsaydı şu kemiklerim. Ah keşke sana her şeyi yine, yeniden, en baştan anlatabilseydim.

Sana en çok seni ilk gördüğüm günü anlatabilmeyi isterdim. Yazıldığı gün ayrı düşen o iki kaderi aynı kuyuya fırlatıp atan o güzel geceyi. Ne çok savaştım o günü kopan bir ip gibi kendimden koparıp atabilmek için. Ne kadar çok kaçtım, ne kadar görmezden geldim. Bazen senin benimle olacağına yürekten inanıp bazen kanlı ve canlıymışcasına gördüm yokluğu. Ne kadar yıldım, ne kadar dimdik durdum insanlara karşı. İnat ettim, gülüp geçtim ve ağladım en çok. Sen sevdiğim, en zoru da her şeyi görüp beni daha çok yücelten yüreğin ve sen. Bana dünyada kendimi ve insanları sevdirendin. Kendimden en korktuğum günlerde beni aynanın karşısına geçirip gözlerini gör artık, diye ağlayansın sen. gözlerini gör ve yaşa!

Seninle tüm dünyanın zaferini sırtımıza yükleyip arkamızdakileri göremeyecek gücü kazandığımızda kurduğumuz yuvamız... Uykularımıza her daim eşlik eden ölüm. Suyum senin elinden, ekmeğim, ilaç kutularımda yalnız bir kaç taneye izin verilen haplar, akşamları baktığın kollarım, bacak aralarım, bileklerim, boynum, her günüme güzellik, parmaklarına dolan saç tellerim, gözlerini kapatıp hayal etmeni istediklerim, yalnız yokluğumu, alışmanı, bilebilmeni. Ruhumun özlemini, dünyaya uzaklığımı, görünmeyenleri, sözlere çoğu zaman dökemediklerimi.


Sen de biliyordun. Bir gün gidecektim. Ben buna belki doğduğum gün karar vermiştim. Sen ellerime bakarken, düşündüğüm yalnız topraklar olurdu, her bir zerre, rüzgarda yanaklarımı yakan o tanelerin, ben çırılçıplakken bana ne kadar yakışacaklarını düşünürdüm. biliyordun, sen hepsini biliyordun. Bir gün senden bile vazgeçecektim. o gece, bana gerçekten inandığında boynuma sokulup ağladığında dahi, senin o halinden bile etkilenmeyeceğimi ve sona yaklaştığımı biliyordun.

Tüm hikayem bitmişti. Sana anlatacaklarım. Hayatımda insanların görmediği, zihnimin bana oynadığı oyunların hepsini anlatmıştım sana. odamda, evimde yeryüzünde bulunan her şeyin hep insan gibi bana anlattıklarını, beynimde geçmek bilmeyen yüzlerce vızıltıyı, sakinliği dinginliği ve sessizliği özlediğimi anlatmıştım sana, ikna bile etmiştim belki. ve son gece, uykumdan uyandığımda senin belki defalarca yaşadığın.

Kolumun üzerine yatmıştım elbet. Uyandığımda kolum balkonumuzun kapısına kadar uzamıştı. Parmaklarım kalemlerimden bile uzundu. hissizdim.  Sabah uyanana kadar ölüydüm; ölü kol, ölü el, ölü parmak, ölü balkon kapısı, ölü beyin, ölü düş. 

Ve bu dedim, her şeyin hazır olduğu anlamına gelir.
Ölüm için her şey hazır.

O gün sana evde kalman için yalvarırken, sana en sevdiğin yemekleri pişirirken, sana son kez dokunurken, sana kendimi son kez bırakırken sevdiğim.

Dünyanın da o gün yerle bir olmasını diledim. Seni o odaya kapatıp her şeyi son bir kez daha sana anlattığımda ve sen beni dinlememek için yalvarırken, bir kuş gibi çırpınırken, beynim tüm gücüyle yer yüzüne dökülürken, kanım havaya karışırken...


Şimdi sevdiğim,

neden içimi cam gibi yansıtan defterlerimle beni neden herkese döktün? Çiçeklerimi, tüm hatıralarımı, en çok beni sevişini şu gülüşsüz yüzünle, kuru pazarlarda neden sattın?

Ah sevdiğim...