24 Aralık 2014 Çarşamba

Dünyanın en güzel sabahına uyanıyorum. Gün, kış gelmemişcesine aydınlık. Güneş odamın içinde gibi sanki, koca evreni, gökyüzünü, balkonu, kapımı aşıp yatağımın yanına kurulmuş. Gözlerimi açıp ona bakmakta zorlanıyorum önce. Gözlerim uykunun karanlığından çıkıp ona alışınca kollarımı açıyorum. Beni almaya geldiğinden eminim. bu sefer diyor, bu sefer kesin.

Montumu giyiniyorum. artık büyüyen karnım nedeniyle hayli zorlanıyorum. Botlarım ve atkımla hazırım. sizin peşinizden geliyorum diyor güneş. Çıkıyoruz kapıdan. Dünya etrafımda dönüyormuş gibi hissediyorum, gün de güneş de bende artık. ya da son denmeli mi? benimle birlikte yok olacak bu koca dünya!

karnıma yaklaşıyor en çok. Soğuktan koruduğum bebeğime. Gökten ayakları kayıp yeryüzüne düşen yıldızlar gibi yağıyor karlar. Bense sonu duyumsuyorum. Muhteşem sonu. içim ürperiyor, onun içimde, karanlıkta ve beyaz sıvıdaki yüzünü getiriyorum gözlerime.

"Zamanı gözlerimde sayan kim!"

anlamıyor güneş. ANLAMASIN

KOŞUYORUM VE ATLIYORUM! ZATEN BEN KENDİ KENDİMİN MEZARIYDIM. GÖKYÜZÜNE BULANIYORUM. BEBEĞİMİ BIRAKIYORUM BACAK ARAMDAN KOCAMAN KARNIMDAKİ KOCAMAN BEBEĞİ BOŞLUĞA BIRAKIYORUM. EVRENE BIRAKIYORUM İKİMİZİ RUHUMU BIRAKIYORUM SİMSİYAH EVRENE UZAYA BAŞKA GÖKYÜZLERİNE BAŞKA GÖKTAŞLARINA VE BAŞKA GEZEGENLERE

BENİ AYA GÖMSÜNLER BENİ. BENİ AYA GÖMÜN AYA!

27 Kasım 2014 Perşembe

Hayatsızlara ruh satılır.

"Şehirleri geçmek." demiştim, "Şehirleri aşmak bazen çok zor." İşte bu yüzden yine buraya bir daha gelmeme kararını alıp son saatlerimi bir banka oturarak geçirmek zorunda kalmıştım. "Yanıma birinin oturduğunu o konuşana kadar fark etmemiştim" diye yazabilen, kutularına çekilebilen beyinleri olanlara karşın ben birinin bana yaklaştığını neredeyse metrelerce uzaktan anladım. Zaten önümde adım atan herkesin zihnine benimle ilgili bir şeyler yakıştırdığım için oldukça yorulan ruhum şimdi gerçek bir hikayenin içine düşeceğinden ben kadar emindi.

Yanıma oturunca ona döndüm. 30-35 yaşlarında, eli yüzü düzgün, tertemiz biriydi. Gözlerine, saçlarına falan bakacağıma kucağına koyduğu çantaya takıldı gözüm. Bu bakış onun üst düzeyde bir işte çalıştığını düşündürttü bana. Bir müdür olduğunu düşündüm ama besbelli yalnız işini düşünenlerden değildi, öyle olsa şimdi şehrin en lüks yerinde yemek yiyor olurdu.

"Sizi rahatsız etmiyorum umarım. Ben yalnızca hiç tanımadığım birine hayatımı anlatmak istedim. Çok duydunuz değil mi böyle hikayeleri. Ne kadar sıradan. Olsun. Bu gün de sıradan olmak istiyorum!

Ben bilmem ne satan bir şirketin müdürüyüm. Çok para kazanıyorum ama işkolik değilim. Ressamım aynı zamanda. Çok güzel resimler yapıyorum. Evet işinizle ne ilgisi var diyeceksiniz ama bu ülkede kimin  işiyle alakası var?

Asıl mesele ise şu, beni sizinle konuşmak zorunda bırakan mesele tam 6 kadını seviyor olmam. 6'sıyla birlikte olmam. Beni küçümseyen bakışlarla o kadar çok karşılaştım ki, bunu duyunca beni yadırgamamış olmanız bile tüm ömrümü dökmeme yeter, bilin. Dediğim gibi 6 kadını birden seviyorum. Bunun 6'yı çok seviyor olmamla bir ilgisi yok elbette, denk gelen bir durum sadece.

İlk sevdiğim kadın tam evlenilecek biri. Tertemiz, iyi niyetli ve ne zaman ona gitsem beni o evden çıkmamam için olduğum yere saplayan yemek kokuları oluyor. O kadar iyi niyetli biri ki, huzur buluyorum onunla. Çok sessiz, kafamı dinliyorum, o da dinleniyor diye umuyorum. Onu seviyor olmamın tek sebebi bu. ona gitmemin başka hiçbir nedeni yok.

İkinci sevdiğim de ilk sevdiğime benziyor biraz. Ama onunla daha çok şey paylaşabiliyorum. Özellikle ailevi meselelerimi paylaşabiliyorum onunla. Hatta bir tek ona anlatabiliyorum. diğerlerinin hep bir telaşı oluyor çünkü. veya anlaşılmıyorum bilemiyorum işte.. Dizlerinde ağlamışlığım dahi vardır hatta!

Üçüncü sevdiğim kadın! Bir ressam! onunla resim yapmaya bayılıyorum! Saatlerce ama saatlerce resim yapıyoruz, tüm sergilere onunla gidiyorum ve uzun uzun konuşuyoruz resimler hakkında. Onunlayken ressamlığımın merdivenlerden çıktığını hayal ediyorum. Bana ilham oluyor sanki. Ama bana bir yemek yapmışlığı olmadı işte veya bir kere bir derdimi dinlediği.

Dördüncüsü ise işkolik! Onunla işim hakkındaki tüm stratejileri konuşabiliyorum. Bana yol gösteriyor ve onun zekası sayesinde, onun yol göstericiliğiyle girdiğim tüm işlerden alnımın akıyla çıkıyorum. Paramı değerlendirmem konusunda verdiği fikirler öyle başarılı oluyor ki işimde bu başarıyı onun sayesinde kazandım desem yeri var. Ancak onunla da paylaşımım bundan daha fazlası olamıyor hiçbir zaman...


Beşincisinin mantığımın ürünü olduğunu söylesem yeterli olur. Bilirsiniz, erkekler için anneleri çok önemlidir ve çoğu onların onayladığı kişiyle hayatlarına devam etmek ister. İşte o da tek kişi. Ama biliyorum ki onunla ne ressamlığımı konuşabilirim ne kaygılarımı paylaşabilirim. Akşam işimden evime döndüğümde annemle nasıl pasta ve sarma yaptıklarını dinlerim yalnız...


Altıncısı ise tam bir gezgin! O da paranın değerini bilmeyenlerden ve ev yüzü görmeyenlerden. Onunla kaç ülkeye gittiğimi saymadım. İşin en güzel tarafı da sanki yüzyıllardır yaşıyormuş gibi her yere defalarca gidebilmiş olması ve her gittiğimiz yeri bana ayrıntılarıyla anlatıyor olması. Sonrası bilindik bir hikaye işte...


Şimdi siz söyleyin! Bu 6 kadından biri, 6 isteğimi barındıramadıysa suç benim mi?! 6'sını da sevebilen bir kalbim varsa suçlu ben miyim?"


Omzuna dokundum ve gülümsedim.

"Benim adım şu soyadım ise bu. Cevabını bulursanız bana da söyler misiniz?"


hayatlarındaki hayatlar tarafından 
hayatlarında çok hayat olduğu için suçlanan 
hayatları çok insanlara
 hayat olsun...
Hayatsız insanların da hayat olmaları dileğiyle...
E.K..

6 Kasım 2014 Perşembe

Madenci Kızı Elmas'ın Hikayesi

"Elmas" dedik, "Elmas olsun adı"
Kızım benim, melek yüzlü.
Miniğim ne bilsin çoğu azı,
Bebek görür, top görür, etek görür gözü.

"Elmas" dendi, Elmas oldu adı,
Tatlıydı, şekerdi, baldı sözü.
Kuru ekmeğe, sulu süte mecburdu sofrası,
Et çekti, nar çekti, çilek çekti gözü.

"Elmas" dedim, "Buradan yuvamızın parası
Hiç görmez bu kuyu parlak bir günü,
Güneş dahi aydınlatmaz bu karanlığı"
Duyunca şaştı, büyüdü, doldu gözü.

Elmas dedi, "Kara elmasa koy benim adımı,
Beni sayıkla, görürsün en parlak gündüzü.
Babam benim, ellerinle delersin sen bu koca dağı,
İşte o zaman yüreğini görür dünyadaki herkesin gözü"

Elmas, güzel günlerin baki kalacağını sandı,
Sonsuza değin gülecekti yüzü.
Hevesi, sözleri yüreğinde kaldı,
Yaş doldu, hüzün doldu, hasret doldu gözü.

Elmas'ın bir gün çalmadı hiç kapısı,
Penceresinde önce ayı sonra güneşi gördü.
Ve sonra ölüm kuyusunun, ölüm suyunun haberini aldı,
Ölüm gördü, ceset gördü, yas gördü gözü.

"Elmas" dediler, "Budur babanın ağıdı"
"Bahara kavuşamadan gördü güzü,
Nurla yatsın, şad olsun canı.
Eğil de kapat, açık kalmasın gözü."


"Keşke kızım Elmas, 
Kirazdan düşseydim, arabalar çarpsaydı da ezilseydim, dalgalara yenilseydim; ölümüm adından olmasaydı. 
Kirazlara küserdin, arabalara binmezdin, istesen deniz yüzü bile görmezdin; ölümüm adından olmasaydı."


"Öldün babam" dediğim ve nedenini bilmeden karın bağı gibi bağlı olduğum 301(*) madenciden sonra bağlandığım Karaman'daki talihsizlerime...
Elif Külah...



(*) Bir şiirde de gördüğüm üzere bu rakam gerçeği yansıtmamaktadır...

2 Kasım 2014 Pazar

Limon tepesinin ölüleri

Kapının zili çalınca şaşırdı. Ona, kimse gelmezdi. Yıllar önce bir sebepten evden çıkamadığı, psikolojisi bozulduğu için kopmuştu hayatındaki herkesten. Bir gece de gururuna yediremediği laflar yüzünden ağlayarak iş aramış ve dualar ederek, içinden yalvararak gittiği iş görüşmesini başarıyla geçmişti. Yoğun kitap düzeltmeleri onun çevresinden kopmasına resmen daha geniş bir yol açmıştı. Bu yüzden çalmazdı kapısı. Bu yüzden şaşırmıştı.

Kapının önünde her kim varsa gitmesin diye hemen koştu açmak için. Kimse yoktu. Yalnız limon renginde küçük bir mektup. "Neden limon rengi?" diye düşündü eline kağıdı alırken. "Bunun amacı ne?" Sonra da normal bir insanın bunu asla sorgulamayacağı geldi aklına. Kendine kızıp masasına yöneldi.

Bildik bir el yazısı değildi. Bildik olsa da unutmuş olacağını düşündü. Yuvarlak harfler, geniş ve büyük şekilde yerleştirilmişti kağıda:

"Bugün saat 18.00'da Telgraf Meydanı'ndan Limon Tepesi'ne çıkan Ağaçlı Sokak'a git. Seni orada bekliyor olacağım."

Heyecandan ölecekti. Yıllar sonra bir buluşma! Ölecekti işte, ölürdü de kolayca!

Hemen üstünü giyindi, havalar soğumaya başladığı için üstüne kalın bir şeyler aldı. Her an üşüyen ellerine eldivenlerini, sıkı sıkı sarılmaya alışkın boynuna da şallarından birini taktı. Dışarı çıktığında rüzgar onu sarstı, düşeceğini sandı. Düğmelerini kapattı, yürümeye başladı.

Nasıl olmuştu da sürekli sahneler üreten beyni, bu sefer felaketler veya aşk hikayeleri yazmadan evden çıkmayı emretmişti ona? Kim yazmıştı ona bu mektubu? O mu? Ne derdi ona, Furuğ gibi mi örneğin "Tutsak bir kuşum, vazgeç benden". Yoksa  evi terk etmesine sebep olan kişi mi, "gidersen öldürürüm seni!" diyen mi? Yoksa az sevdi diye içlenen dostlarından biri mi? Neden Limon Tepesi'ydi ve neden Ağaçlı Yol, neden bir masa değil ille bir sokak? Sonbaharın öksüz bıraktığı ağaçlarla ne yapacaktı bu soğukta?

Sokağa yaklaştıkça elleri daha fazla üşüdü. Kimseler yoktu kaldırımlarda. Hava da kararmaya başlamıştı. Bu ıssızlığın onu korkutmadığını sayıklayıp durdu içinden, inkar etti kendini. Köşeyi dönünce gelecekti işte, tam vakti!

Köşeyi de döndü evet, döndü köşeyi.

Döndü. Az önce bulunduğu sokağın son, Ağaçlı Sokak'ın ilk binasının önünde kalakaldı. Gözlerini açtı. Şaştı, kusmak istedi, dağıldı, iğrendi dünyadan. Çıplak ağaçların hepsi doldurulmuştu. Üşümesinler diye mi? Cesetler asmışlardı ağaçların dallarına! Ölü insanlar! Bu sokağın insanları mıydı onlar, başka yerden mi getirilmişlerdi, neden ölmüşlerdi, neden ölmüşlerdi, neden buradaydılar, neden sarı mektupla onun bu cesetleri görmesini istemişlerdi, kim yapmıştı bunu!

Korktu. Korktu. Korktu yine!

Gözlerini kısıp ileriye baktı. Kanıyla, canıyla oradaydı.  Ona koşmak istedi, zaten bakışıyla kendini ele vermişti. Daha ne kadar gizleyebilecekti? Bu andan başka zamanda söyleyemezdi, kendine dahi itiraf edemediğini. Yolun tam ortasında duruyordu. Ölü müydü?

Gözlerini kapatıp koşmayı düşündü, cesetleri o ölü yüzleri görmeden ona ulaşabilmeyi. sonra yere dikti gözlerini. "Göz var, göz var, göz var!" inanamadı! yüzlerce, binlerce, milyonlarca ölü, kopuk göz serpilmişti yere! Arnavut kaldırımı dediğiniz bu mu sizin! Yüreğini eline almak istedi! okşamak ve teselli etmek kendini. artık çaresizdi ve anlamıştı her şeyi. Elleriyle sesine yol gösterdi. Tamamen açıp dudaklarının kenarına yerleştirdi ve bağırmaya başladı:

"Gördün mü? Gördün mü dediklerimi benim? ben zihnimi senin hayaline emanet ettim, inan. İçimin yarası bundan! Bir parça büyüttüğüm ve kocaman yaptığım. Minik bir sözden yaptım bunu, küçücük bir geceden büyüttüm her şeyi. Camları sıcak yemeklerden buharlaşan odada doğurdum, beyaz masamda doyurdum. Boğazını kesmeyi denedim. Sonra dolabıma gizledim. Gördün mü! Sana giden ayaklarımın önü ölü dolu. Vazgeç! Çocuk gözlerini kes, bağıran gülüşünü sustur. Gördün mü, ben kuş değilmişim. Sana gelemezmişim. vazgeç Hadi!"

Yazdıran şarkı

27 Ekim 2014 Pazartesi

Elsa'ya son mektup

Sevgili kızım Elsa,

Bu mektubu senden yaşlarca uzakta değil yanıbaşında yazabilmeyi dilerdim. Ancak bunun hiçbir zaman imkanı olmadı. Seni beynimde yarattığım günün üzerinden ömürler geçti. O sabaha süren geceden, yüzüme vuran ışıktan, "hasret" olmayıp "Elsa" olan isminden çok uzun zaman geçti. Hala sana yazdığımı görenler, duyanlar, bilenler benim hiç ilerlemediğimi düşüneceklerdir. Bilakis, seni kocaman bir kız yapacak kadar ilerledim ben.

Arkadaşımın Burcu'nun bana anlattığı rüyayı anlatmış mıydım sana? Elif, demişti; Elif Elsa'yı gördüm! Simsiyah, omuzlarında saçları vardı. Yüzü bembeyazdı ve gözleri yemyeşildi! gülümsemiştim o anlatırken. Tam kafamdaki sen. Görünmezim, olmayanım; nasıl bir duygudur bir ömür bir yüreğin köşesinde hiç var olmadan yaşamak?

Bu kalemi son kez elime alıyorum senin için. İlk defa bu kadar uzağım senden. Zihnimde dahi uzağım şuan. Ben de hayale yakınım çünkü. Gerçekten var olsaydın ben de yanına kurabiye koyardım ve odanın kapısını kapatırdım iyice. Veya sana da içirirdim ilaçları ya da sana da taş doldurur ve sürüklerdim nehire. Olmadı beraber koşar atlardık taksiden indiğimiz köprüde. İstersen hem ilaç içer hem de camdan atlardık. Daha niceleri kızım. hepsini seninle yapardım şuan yanımda olsaydın. Oysa ben şimdi bunlardan birini seçeceğim. Hepsi denenip sonuca ulaşabilmiş çözümlerdir bunlar. Hiç canım yanmayacak korkma. Korkma canım kızım..

Çok uzun zamandır düşünüyorum. Nilgün ve Sylvia gibi bir imza olarak 30 yaşıma kadar sabredebilmeyi bekledim. Ancak bütün insanların mahmur ve kör gözlerine tahammülüm kalmadı. Bu dünyada seninkinden farklı olarak kalpleri siyah olan insanlar var. ve ben onları ne zaman görsem canlarını almak istiyorum. bunu yapmamak için avuçlarıma parmaklarımı geçiriyor ve kendime zarar veriyorum. Bir de kaderi algılayamayanlar var. Örneğin hayatım boyunca unutamayacağım bir kaç anıyı unutamadığım için zalim, yalancı hatta şerefsiz bile sayılabilirsin bu dünyada. Sanki belleğin silinir bir şeymiş gibi davranırlar sana. "Al işte, unutamadın onu, başkasını sevmiştin önceden, benden sonra başkasını nasıl seversin" gibi yüzlerce soru sorarlar sana. Sanki kalbin elindedir ve o köşelere sen bile isteye yerleştirirsin insanları.

İşte Elsa'm. Sabrımın son damlası o yaraladıkları kalbimle akıp gitti içimden. boşalıyorum. Dedim ya, bunu çok düşündüm. Belki bu gece, belki bir kaç gece sonra yalnız hayalini koruyabildiğim bedenimden kurtulacağım. Başımı O'na versinler, beni en çok o sevdi. Ellerimi O'na versinler, o ellerimi hiç tutmadı. Defterlerimi bir süre kimse okumasın. Gider gitmez herkesin bana düşman kesilmesini istemiyorum çünkü. Fotoğraflarımı bizim dergiye versinler. Makinalarım da beni en çok sevene kalsın.


Sen Elsam... Sen kaldığın yeri bilirsin....

26 Ekim 2014 Pazar

Yeni bir hastalık (mı?): Ölüm

Onu, evime getirip yeniden köklendirdiğim kızılcık ağacına astım. Omuzlarından. Onu, omuzlarından kızılcık ağacına bağladım. Kirpikleri ile gözkapaklarının birleştiği yere en hareketli, en küçük, bebek sülükleri yerleştirdim. En açını. Kirpik kökleri kanayana kadar ayırmadım kana doymak bilmeyen siyah, minik, kaygan bebekleri. Zaten akan yaşlarına bastım tuzu; en ince, gözeneklere girmeye en müsait tuzu. Çığlıklarını dinledim sonra. Acısı azalsın diye yaraları büyüttüm. Malum küçük yaraların nasıl acıdığına hepimiz şahidiz! İğnemin ucuyla büyülttüm kirpik köklerini. Hepsi de yolmuşcasına dökülüverdi. Çok da üzüldüm kirpiksiz kaldığına! Neyi süzecek şimdi başkasına?!

Uzun bir dinlenmeden sonra dudaklarına geldi sıra. Güzel, sevdiğim dudak izlerini, aralarını, çizgilerini, yarıklarını belirginleştirmeyi istedim. Bunun için neşter, sivri uçlu bıçak, falçata yeterliydi belki ama ben makası seçtim. İlk çizgide sanki yıllarca hapis kalmış kuş sürüsüymüş gibi fışkırıverdi mercimek boyutunda et parçası. Bu; koca dünya için bir kıtanın havalanıp uçması gibi bir şeydi elbette, o küçücük dudak için.

6 adet çizgiyi açınca oralara ne yapacağımı düşündüm. Zira bu kırmızılığı önceden düşlememiştim. Biraz karşısında bekledim. Kirpiksiz yüzü, saçsız başa benziyordu. Ona gülümsedim ve "cesaretine bir kez daha hayran kaldım!" dedim. Bunu söyleyince aklıma güzel bir fikir geldi ve az önce gözenek büyütme işleminde kullandığım usta iğneyi elime aldım ve onun gibi 4 adet daha buldum. Az önce de demiştim ya dudağında 6  adet yarık açmıştım. En uçtaki 3 adet çizginin arasında kalan 5 tane et parçasına geçirdim iğneleri. Bunu yaparken de elbette defalarca özür diledim ondan;

"Beni affet! İğne yerine sevdiğin takılardan takmak isterdim ama bunlara kalıverdim işte!"

Yeni haliyle dünyanın en farklı insanı olmaya aday olabilirdi. Kırmızı gözleri, iğneli dudakları!

Yanaklarının bomboş bir tarla gibi durmasına izin vermeyecektim elbette. Daha önce bir mobilyacıda gördüğüm bir aleti kullanacaktım. Bu alet; mobilyalarda yuvarlak delik açmak için kullanılan, testere dişleri olan yuvarlak bir matkap ucuydu. Bunun da boyutları vardı ve ben en küçüğünü seçmiştim. Öyle çok değil, yalnızca 1-2 saniye kullanacaktım onu. Tam elmacık kemiklerine işaret koydum. Aynı yer mi diye uzaktan baktım. Simetrik olmayan her şey başımı ağrıtır çünkü. Buruna ve gözlere eşit uzaklıkta olan noktalara yaklaşıp ikişer saniyede yarıkları açtım. Bıçakla yanlışlıkla kesilmiş bulaşık süngeri gibi  pürüzlü olmuştu yanakların kesikleri. En çok kan da buradan çıkmıştı:

"İyi beslenmişsin güzelim!"

Cama yaklaşıp gökyüzüne baktığımda havanın kararmaya başladığını gördüm. Akşam yemeğimin saati yaklaşıyordu. Canım da yemekten sonra şiir okumak istiyordu. Ona bu kadar makyaj yeter diye düşündüm. En son olarak bir kitapta okuduğum yöntemi uygulayacaktım. Bunun sonuçlarını gerçekten merak ediyordum.Yüzünün şeklini görmek istiyordum. Pantolonunu indirdim ve alt tarafını tamamen soydum. Bu iş için okuduğum kitapta bir fare kullanmışlardı ancak ben bunun için bir araştırma yapıp hamamböceği gibi en dayanıklı böcekleri seçtim. O böceklerin hepsini deliklerinden içeri soktum. Çığlıklarının sebebini ise tahminimin tersine hiç merak etmedim.

Saatimi kurdum ve ne zaman öleceğini düşünerek yemek masama doğru ilerledim.

Elif Külah.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Ben bir beyaz gül idim
Dalımdan kopmuş idim
Dikenimle yaraladığımı
Sol yanıma gömmüş idim.

Bülbüllerün işlerini,
Aşıkların güçlerini,
Yanmışların düşleriıni,
Kendimle doldurmuş idim.

Zamana rengimi,
Havaya suyumu,
Toprağa nefesimi
düşünmeden vermiş idim.


Elif Külah.

Farklı topraklarda büyüdü o 2 gül. sonra aynı demetin kaderi oldular. nasıl derim "ben gül sevmem. gülü o sevdi!" benim payıma düşen ertelenen ölümleri ve ayrılışları yüreğimde dün gibi tutmaktır, bil. yatağının altında biriktirdiğin etleri, dudakları, kolları, öpüşleri, boşalışları, bakışları, şuan kalbimi nefretle yakan bir düzeni de lanetlemektir, bil. ben dedim, ben yoldan geçeni severim. sonra onu beklerim. ona yazarım ben, küserim.

"durdu. nefesini tutup. gözlerini dikti pencerelere camlara gitmelere uçmalara karanlıklara gtmelere ve özgürlüklere ddikti gözlerini. yönünü dikti çevirdi hepsine. gözlerini bıçaklara elini alıp parmaklarını süürrttü sürtünür gibi kadnlara, kızlara sürter gibi sürtünüp durdu ve hazzının derinlerine bakındı kanını döküverdi yaşını ya da ve ayn şey olduğunu düğüşünür düşünmez irkildi. gerçekten aynı kefeye nasıl koymuştu yani yaşı ve kanı aynı şey olarak nasıl geçiverdi cümlesinden."

içimden hiçbir yola çıkmayan şeyler yazmak geçiyor. Şu yazıda dahi, o erkeğin yanında oturan kıvırcık saçlı kız var NASIL DERİM ONA! ÖLDÜR ONU ÖLDÜR ONU VE KURTUL ŞU ETSEL KAFESTEN lanet olsun dönek seni, verdiğin sözlerden döndün sen! geceleri uykusuz bıraktıklarına döndün yüzünü ve sonra duydun işte senin ağzının payını verecek o cümleyi! kuracak kendini gördün mü, alarmlı saatler gibi kuracak kendi hayatını! her şey yerli yerine yerleşecek ve senin düzensizliğin öyle gülünç kalacak onun yanında! o zaman göreceksin gezebilmeyi! sonra yine dualarına sığınacaksın ve iş işten geçmiş olacak dönek seni! hakkın neydi ki!

1 Ekim 2014 Çarşamba

bu yüzden hatalarım...

Küçüğüm, narinim, kırılganım...

Koca ömürleri geçirdim. Koskacaman yıllar geçip gitti ömürlerden. Çoğu zaman diken üstünde... Sonra battı o dikenler, en derinlere; hem kalbime hem gözlerime. Ondandır bu kanayan ruh ve göz, bu yüzden akmaları  bilmez gözümün bebeği...

ah benim kırılganım, tek sözümle yorulanım... Ağzımdan tek yanlış harf çıkmasın diye beni yoranım... Nasıl anlatırım, nasıl anlatılırsın sana sen, sana seni? Nasıl anlatılır karşılık vermeyen beklentilerin? milyon kelimeye susuşların, yalnız gelmeyi ve hayal kurmayı sunabileceğin koca aşk? nasıl dile dökülür beni bile bile ateşlere atışın, o kazanda beni kaşıklarla karıştırışın.

Bundandır kalbimin sönmeyen yangını, küle döndüm ey! düşünmekten ve dert edip biriktirmekten ağırlaştı ömür. simsiyah oldu dumanı, önümü görmek imkansız. Bu bana vaat ettiğin neyin sunağı? 

Chalk Paint / Masamı boyadım ki ben.

11.000 ziyaretçim için bir farklılık, bir sürpriz yapmaya karar verdim. Malum, bildiğiniz üzere Akıncı devri biteli 2 ayı geçti. Eşyaları da tam hayalime göre değiştirince evde kalan bazı mobilyalara el atmak gerekti. Atmaya kıyamadığım, bizim mutfaktaki emektar açılıp kapanabilir masayı odama aldım. Yeni yatak odası takımının şifonyerini de odama alınca beyaz, ahşap oldu odam ve hoşuma gitmedi. Diğer odalar gibi bembeyaz olsaydı fena mıydı hani?
İşte boyamaya sebep olan;

Masada çocukluğumdan beri nice insan ağırladığım, dertleştiğim için atmaya kıyamıyorum belki; bari bir anı kalsın diye...


Masamın rengi koyu değildi bu yüzden boyarken hiç korkmadım...


Sonuç olarak araştırdım ettim ve Turuncu Oda sayesinde chalk paint ile karşılaştım. Kendisi nasıl hazırlandığını, ne olduğunu mükemmel şekilde zaten anlatmış, onu ziyaret edebilirsiniz... Araştırma sürecimde ülkemizde fazla çalışma görmediğim için ben de bloguma yazmak istedim. :)


Malzemeler, gördüğünüz gibi Dyo mat dekorasyon boyası (Beyaz), tiner, derz dolgu, fırça, rulo. Ben orayı burayı kirleteceğimi bildiğim için havlu kağıt, ıslak mendil aldım yanıma. Aman müziğinizi almayı da unutmayın! Ben Radyo İlef le kendimden geçtim! :) ( ben boya yapmaktan çok fotoğraf çekmişim, o ayrı.. )






Bir de Turuncu odayı ziyaret edince göreceksiniz ki Bu derz dolgu boya içinde pütür pütür toplar kalıyor. Ben tiner, derz ve boyayı karıştırırken çırpıcı kullandım ve hiç pütür olmadı desem yeri var. Miktarlar da 100 ml boyaya 1 yemek kaşığı derz. Çok az da tiner ekledim. Fırçadan akmayacak yoğunlukta boyamı kullandım.

İlk kat biraz astar gibi oluyor. varla yok arası bir şey oluyor. ilk kat ile 2. kar arasındaki fark;

ben katlar arası 12 saat kadar bekledim ama ilk katta gerek bile yoktu hemen kurudu. 3. kattan sonra en ince zımparayla biraz pürüz giderdim. Şuan vernik sürmedim çünkü araba cilası bulmaya çalışıyorum. ama böyle de çok hoş duruyor.


Çok tatlıyız değil mi? :)

Ve hızımı alamayıp saksılara da el attım tabi:)

Bu da boyayacağım dolap.
Çekmecede deneme yaptım ve tuttu. bayramdan ve düğünden sonra  da ona giriş yapmayı düşünüyorum. Ancak ona biraz kahverengi katacağım ki beyazlığı kırsın. Benim hikayem böyle. Yani yaşasın Chalk Paint!




20 Temmuz 2014 Pazar

Kendi kanında bir ömrü boğan kız.

Et renginde, kalın, havasız, güneşsiz kutu. İçindeyim. Ne geceyi anlayabiliyorum ne gündüzü. Ne iyiyi ne kötüyü. İyi veya kötü diye tanımlayabileceğim bir ayrımım dahi yok hatta. Tek kötü, tek yol cehennem yolu. İpince, tek hatamda düşeceğim o ip benim tek yolum. Peşimde düşüreceklerim dahi var, eteğime tutunup düşecek insanlar. Tüm suçlu benim. Hem güven dediğin cennet kuşu misali. ama AH Yine zalim, yine zalim bu ömür! bu et duvarının içinde tıkılı kalış, bir eziyet bu ömür!

Bu kutu eziyet renginde! yağmurları akıttım kendi  özsuyumla. ve dolular döktüm beynime, en yüksekten en soğuk ve en büyük doluları. Sırf felç geçirsin diye şuurum. Islansın diye kutum, ıslanıp delinsin kopsun, kırılsın, yırtılsın kopup gitsin eskisin erisin ıslaklıktan! Sonra uçup gideyim diye kuş gibi, özgür bir kuş gibi. Gökyüzüne ilk kez kavuşmuş ve onu kucaklamak için ağlayan o kuş gibi./yim.


CANINI GAGASININ UCUNDA TAŞIYAN BİR KUŞ GİBİYİM
AĞLA AĞLA ZAVALLI; ZAVALLI BİR KUŞ KALBİM!

12 Temmuz 2014 Cumartesi

o dalgaların canı olsa konuşurduk penceremde...

Hava serin. Denizin kokusunu uzaklara uçuran bir rüzgar dolanıyor buralarda. Gökyüzü gündüz gibi aydınlık, top gibi aydan.  Bir fener gibi yuvarlaklığı. Yalnızım. Dalgaların köpüğüne yanaşıyorum. Köpükteki beyaz ve saydam yerlerin ayırdına varıyorum. Birbirine karışmayan iki rengi izliyorum. Sonra kafamdaki her şeyi süpürüp o köpüğün altına saklayasım geliyor. Her şey medcezirle okyanuslara çekilsin istiyorum, tüm dünya uzaklaşıversin benden. Üstüne kıyıdaki tüm taşları atayım; denizanasını yaralar gibi yaralayayım ben de onları, Onlar’ın da yaptığı gibi. Sonra diz çökeyim kıyıya ve bakakalayım köpüklerin ardından. Saatlerce, ateş yanıbaşımda kalbim gibi yanarken.

Ay, kırmızı bir kalp gibi gökyüzünde bugün. Yer gök ihanet kokuyor. Yaklaşıyorum dalgalara. Göklerimi kapatıyorum. Kapkaranlık suyun içi. Yengeçler bile korkmuş kanlı aydan. Kaçtıkları delikleri görüyorum. Onların içine saklanmak en kolayı. Kimse görmesin. Kimse bakmasın gözlerime, kimse sormasın istiyorum. Nasıl sakladığımı bunca sene içimde. Bunca şeyi beynimin nasıl kaldırdığını kimse sorgulamasın. Ellerimi sokuyorum yengeçlerin yuvalarına, nefesimi tutup. Ben alışkınım nefesimin bile fazla geldiği günlere… Ellerimi ısırıyor yengeçler, kanıyor parmak uçlarım. Tuzu kanıma karışıyor, kanıma yerleşen diğer şeyler gibi. Kanıma dokunuyor, yabancıyım bundan sonraki tüm tatlara. Kanım kesiyor, denizin köpüğü gibi oluyor içimde. Damarlarımda akan pütürü hissediyorum. Parmaklarım morarıyor. Dudaklarım, göz kenarlarım, ağzımın yanındaki kırışıklıklar, dizlerim, bacaklarım… Sonra kendimi dalgaların altına süpürüyorum, gerçekten. Derinlere akıyorum, bir adamın boşalışı gibi boşaltıyor deniz beni. Bembeyaz oluyor tüm morarışlar. Kemik rengi, sarımsı bir beyazlık bu. Bomboş. Tüm zihnim boş artık.


Saatlerce sürükleniyor bedenim. Deniz gökyüzü rengine dönüyor. Karaya atıyor, püskürtüyor su beni. Omzum görünüyor ilkin. Bir süt gibi beyaz omzum çırılçıplak, ayna tuttuğum sırlarım gibi. Herkes görüyor. Ben en çok Onlar görsün istiyorum.  Yalnız onlar beni. Sonra gözümün akına baksınlar istiyorum, en derinlere, kalbime neredeyse. Çürüyen etim toprağa karışmadan anlasınlar istiyorum. 

Düşsel yaslara razıyım, ben konuşmak istiyorum. 


10 Temmuz 2014 Perşembe

Zaman geçiyor. Yıllar çoktan bitti. Unutuldu deniz kokuları, gitar sesleri, ağaç çıtırtıları, kar patırtıları. Duygular unutuldu ve hisler. Bütün anılar, çocukluk, ilk gençlik. Yakıldı unutulması önemsenmeyen bir takvim yaprağı gibi. Cümleler kurudu ağızlarda, söylenmeyenlerin hepsi kaldı. Söylenemediler işte.

Zaman geçiyor. Masadaki kahvem ve defterim, karşımdaki erik ağacım, şuradaki ev, bu durak değil. Zaman geçiyor yalnız...


9 Temmuz 2014 Çarşamba

Bugün içindir bugün! O masa içindir bu!

Ne zamandır elime kalemimi alıp ehli olduğum öykülere atamadım kendimi. Yürek, doluluğu bazen boşaltamıyormuş kalemiyle. Seller gibi akıtamadım içimi işte. Sonra bir hikaye dinledim, kalbimden; yaşadım dinlerken. Ellerim titredi, gözlerim doldu ona bakarken. Bilseydi sesinin nasıl değiştiğini, nasıl güzel anlattığını; dururdu. Bakardı gözlerime "Seninle bu hikayeyi paylaştığım için özür dilerim." derdi, eminim.

Sustu bitince. (Aslında ona sorsanız, biriktirdiği bunca seneyi bana anlatırken tamamen dökülemediği için o süre içinde hep susmuştu. Konuşması neydi ki onca şeyin yanında... ) Bana baktı. Yan döndü bana bakarken. Yanındaydım, hiç bakmadığı yanında. sonra "beni yazsana Elif." dedi yine. Duydum. Daha önce de yapmıştım bunu ona ben. Sonra değişmişti ya hayatı....


"Bunun üzerine çok düşündüm. Bir tanım bulmak, bir isim yakıştırmak istedim. 'Ölüm, kopuş, ayrılış, ihanetler, yalanlar, uzak ve ayrı kalışlar' demek yerine senin belki de kabullenmeyeceğin bir sözcük buldum hepsinin adına ve yerine: Kader.

Bu kelimeyi kullandığım zaman, yıllardır ayrı hayatları yaşıyor olmamıza rağmen aniden aynı silsilede birleşiyoruz seninle. Aniden birbirini tama tamamlayan yarımlar oluyoruz. Aynı kaderin parçaları sayılıyor, birbirinin kaderi bile olamayan iki insanın kadersizliği oluyoruz. Kaderde yokmuş Kader'im... Kaderimizde yokmuşuz."

Onun bende bıraktığı tek izlenim buyken, tesellilerimi sıraladım. Unutmak, vazgeçebilmek, kabullenmek ve yaşamak. Yolumuza bakmak, hayat kurmak, insanlara karışmak, sokaklarda yürümek, masalarda oturmak, kahveler içmek, soğuk sularda üşümek, deftere yazmak ve tüm bunlara rağmen, tüm bunların içinde devam etmek. Bütün duyduklarım en ağır bedeldi, Ben hiç hayatla ödenen bir bedel görmemiştim.

Onu ikna etmişim. Yolunu bulacak. Büyüdü, büyüyecek. Küçük avuçlarını alacağım bir gün yine ellerime. Onu öpeceğim. "Al." diyeceğim. "Eskiden benden küpe istemiştin. Unutmuşsundur. Al sana küpen." Duyduklarının üzerine şifa olsun e mi biriciğim.

"E. ye yeniden..."


31 Mayıs 2014 Cumartesi

Elveda Akıncı, Elveda Mühendislik.

Her şeye veda etmeme kaldı 2 hafta. Evime, odama, pencereme, kitaplığıma, kapımın önüne, durağıma, okuluma, bahçeme, nizamiyeye, arkadaşlarıma, anılarıma, üniversiteme, mühendislik kitaplarıma. Tüm vedalar üst üste geldiği için ağır geliyor artık bir mezarı andıran ruhuma bunlar, biliyorum. Hem taşınış hem de öğrencilik hayatımın artık sona ermesi. O çok istenilen diplomayı ellerine verdikten sonra açacağım kapılarımı. 
Uçacağım. Benim kanatlarım hiç yaralanmadı.Güç oldu onların bana saldırışları güç, eklendiler kanatlarıma beni vuracakları yerde. Ters tepti nihayet. 

Ah gönlümün gözüme vuran yosunlu rıhtımı, sakinliğin geçsin de göster fırtınanı...

1 Mayıs 2014 Perşembe

yazlık yılanı

Bu ara yazlıkta geçen bir hikayeyi anlatıyorum. hayatı boyunca yazlık yaşamını tatmamış birinin bunları yazmasının ne kadar zor olabileceğini tahmin edersiniz. bahçede olan çiçeklerden tutun da sahilde gece gitarlarının kaçta bittiğine kadar habersizim. Sadece bir aşk biliyorum, yan yana olan 2 yazlık evde geçmiş bir aşk; rüyamda gördüm. Hatta görmemiş bile olabilirim, uydurmuşumdur. Sonra bu öyküyü yazarken bir şarkı dolanıyor dilime. Ben de öykümün başlığını atıyorum : Yazlık yılanı.


12 Nisan 2014 Cumartesi

Yazdıklarımın basılı halini yüzüm kızarmadan okuyabileceğim zaman geliyor mu?

Sylvia'dan ve Fatma Aliye'den sonra incelediğim Virginia Woolf yazımın sonlarına geliyorum. Okuduklarım ve günlükleri beni hayli doyurdu bu zamana kadar. İşlerimin sonlarına gelirken, kitabımın altını çizdiğim yerlerini okudum ve birazdan fotoğrafını koyacağım cümlenin içime nasıl tercüman olduğunu düşündüm.

Tam o sırada arka fonda Bambu'nun olduğunu, son 2 harfinin gözüktüğünü gördüm. Ben de tüm ismi aldım. Bambu ise, bizim dergimiz. Tam 3 yıl önce filizlenen ve 1 buçuk yaşındaki bebeğimiz. :) Üstelik bu sene sadece dergiyle kalmadı! ne güzel etkinlikler yaptık. Örneğin kadınlar gününde "Kadına Ait Bir Oda" etkinliğimiz mükemmeldi! :) Sonra TRT radyo'dan gelen davetimiz, söyleşilerimiz... Ve belki de en heyecanlısı 15.04.2014 tarihinde yapacağımız ODED etkinliğimiz... Sonra 10 Mayıs'ta Nazım günümüz ve neler neler! :)))

Hem de etkinliklerimizin özetlerini facebook daki Bambu Dergi grubumuzdaki kısa filmlerden görebilirsiniz, ben hazırlıyorum da hepsini :)


8 Nisan 2014 Salı

8000 ziyaretçim adına...

Çok güzel değil miyiz biz böyle? Bize dokunmasın kimyasallar, deneyler, sunumlar, projeler... Biz şuan özümüzdeyiz... Et yığını değiliz biz... Tek gayesi yaşamak olanlardan değiliz...



6 Nisan 2014 Pazar

Sylvia'dan Elif'e, rüyalarla mesaj var...

" 1953. İlk intihar girişimimin sonrasında gördüğüm tedavilerin ters teptiği, beni amacının tersine kötüye sürüklediği doğrudur. İnsanlardan da böyle biriyle arkadaşlık yapmalarını beklediğim ve karşılığına da katlandığım doğrudur.

4 kız arkadaşız. sahneye çıkıp şarkı söyleyen grup son şarkılarından önce dinleyicilerden birini seçecek ve o kişi hazır olunca beraber söyleyecekler. Şok tedavilerimin sonrasında odaklanmak zor olsa da seslerinden bir an bile ayıramadım gözlerimi. Bu  yüzden mi seçtiler beni? Yanımdaki 3 kızın beni nasıl kıskandıklarını, bunu benden beklemediklerini biliyordum. Sonra birden saçlarımı ördüler, upuzun saçlarımı. dizimin altına gelen eteğimi iyice indirdiler aşağı. Kıpkırmızı ruju sürerken çok çok güzel olduğumu da sayıklayıp gönderdiler beni.

Sahneye çıkmadan önce bana bir kaç dakika verdiler. Saçlarımı açtım. Tek tokayla sol tarafı yukarı kaldırarak toplayıp sağ tarafı serbest bıraktım. Eteğimi düzelttim. Kısa topluklu siyah ayakkabılarıma güvenle basarak sahneye çıktım.

Sanki az önce o küçümsedikleri ben değildim. Sanki sabah şok tedavisi gören, cennetle arasında sadece bir adım olan, yüzü mezarlığa benzeyen ben değildim. Şarkım bittiğinde kızlar oradan çıktılar. alkışları duymadılar bile.

artık ben anlatsam da inanmazlar zaten."

Bunları Elif''in rüyasında görmesini sağladım. Beni daha çok hissetsin diye.

Bundan güzel bir çağrı olabilir miydi?


ben onun servetiyim serveti!

5 Nisan 2014 Cumartesi

"İlk evimiz unutmuş bizi."

2 yıldır inceliyorum Sylvia'yı. Bana söyleşimde "nasıl olmak istersin" dediklerinde "Sylvia olmak isterim." diye cevaplayacak kadar içimde benim. Rüyalarımda görecek kadar hatta. Evet bir Sylvia olmak kolay değil. Peki ya Ted olmak nasıl olurdu?

Biliyoruz ki o gecenin tek sorumlusu Ted. Peki o sorumluyu yaratan Sylvia'nın zihni değil mi? Zaten o geceden önce 2 kez girişimde bulunmuş birinin suçunu Ted'e atmak da ayıp olmaz mı?

"İlk evimiz unutmuş bizi." yazmış Ted Doğum Günü Mektupları'na. daha ne çok şey yazmış hatta... Oğlunu da Sylvia gibi intiharla kaybettiğinde de ne hissettiğini düşündüm öbür dünyadayken. Ve Sylvia'yı aldattığı  Assia Wevill'inde kızıyla son uykusuna uyuduğunda neler hissettiğini...

Bu dünyada Ted olmak da kolay değil gözüm... Hele o kitabı bitirdikten sonra daha bir zor ki...


2 Nisan 2014 Çarşamba

Elif'ten sonraya

Bir an önce yarının gelmesini istediğimiz günlerde güneşin bir türlü batmaması gibi, bir süredir uykularımı geceye teslim edemeyişim çoğaldı. Bunun sebebinin kulağımı parçalayan sesler olduğunu biliyorum. Havada ulu orta salınan bir tozun, masamda duran demir kaşığın üstünde oksijenle çarpışıp reaksiyona giren atomun ve hatta çayıma koyup çöpe henüz atılmayan limonumun yavaş yavaş küflenişinin sesi bile uyutmuyor beni!

Sabahları ise yanmak tam bir azap. Üstelik güneş penceremin önünde parlardı bilseydi o azabı. Gece yatarken kurduğum 10 adet çalar saati, sabah olunca tek tek kapatıp uyuyorum ve uyandığımda bu kapatışa dair bir anı bile hatırlamıyorum. Sonra geç kalınan kişiler, sonra aramayı unuttuklarım. Bunların hepsi nedenidir o ağzımdan kaçırdığım cümlenin.

"Ve sonra, o öldü."

Kendimi düşündüm. Sırt üstü yatıp yorganı kafama kadar çekip bir ölünün yerine koyarken kendimi. Sonra omzum açıldı yorganın içinde. Bir omzu düşündüm. Ben bir omuz olabilseydim bir dost mu bir sevgili olmayı mı isterdim mesela? Hiç gösterilmemişcesine kapalı mı durmalıydım gelecek bir kişi için, yoksa nasılsa bir omuz olduğum için herkesin görmesine izin mi verilmeliydim? Ben bir omuz olsaydım siyah olmak mı isterdim, ben bir omuz olsaydım beyaz olmayı mı dilerdim? Bir yağ bezem olur muydu; büyük siyah bir ben, biraz tüy? Geniş mi olmalıydım yoksa dar mı?

Ben bir omuz olsaydım kimin omzu olmak isterdim?

Bunu düşününce derinden sarsıldım. Kefenimi kaldırıp kitaplığıma yöneldim. Elsa'yı aldım. Aragon'u yeniden yeniden bağışladım kendime. O cümlelerde yatan hazinelerle tekrar zengin oldum, tekrar doydum sunduğu ziyafette. Elsa'yı gördüm. Benim yatağımda sırt üstü yatıp omzunu açan Elsa'yı. Bembeyaz ve zihninde aslında başka adamlara ait düşünceler de barındıran Elsa'yı. Yine de sadıktı Aragon'a ama. Sonra Aragon baktı o omza. Saatlerce izledi çıplaklığı. Bu bakış bile yetti Elsa'ya, kendi güzelliğinden emin olup doymaya. Sonra kavuştu istekleri, zaman geçti. Onların doyumlarını izledikten sonra kaçırdım ağzımdan o cümleyi.

"Tüm bu güzel şeyler yaşandı. Ve sonra, o öldü."

Kitabımı kaldırıp bir mektup yazdım. Her kelimesi aynı harflere çıkan ve baştan aşağı "vazgeçebilirim" yazan bir mektup. aralarına anlamsız sayılar da eklemeyi ihmal etmedim. Biraz da tarihi gün ve ay isimleri. "Vazgeçtim"yazdıkça daha çok inanırım gibi geldiği için tekrarladım defalarca. Bu bir veda mektubu olabilirdi. Dünyaya, herkese veya herhangi birine olabilirdi. Bunu neden yazdığımı şuan bilemiyorum. 

Sonra bir cümle yazdım mektubumun çok az yer kalmış olan sağ alt köşesine. 


Ve sonra o öldü...
Elif Külah...


29 Mart 2014 Cumartesi

Zehirli Daktilom

Bir efsane, bir yolculuk gördüm bu akşam;
Bir sis gibi aramızda dolaşan.
Benden uzak, bana dokunamayan bir sırrın var biliyorum,
Bir giz gibi aramızda bulunan.

Solgun ve soğuk bir nefes bıraktım sonra geceye,
Uçuşan perdelerin arkasına emanet ettim yüzünü.
Bir ölümü dahi getirsen önüme,
İçmemem imkansız ellerinle sunduğun zehiri.

Sahi daktilonun önüne geçip düşündüğün, 
sayfalarına yazdığın ben olsaydım; 
sonsuza uçuşan adım olsaydı...
400 yıl yaşasam dahi ölmezdim yanımda olan sen olsaydın...

ELİF KÜLAH

28 Mart 2014 Cuma

Süt Topu

             Bir hikaye barındırıyorum geçmişimde. Bu cümlemi okuduğunuzda beni küçümseyeceğinizi biliyorum. Bilhassa “Bu yaşa bir hikaye mi sığdırılır?” diyeceksinizdir. Endişeniz kabulüm; sığdı.

            Bir duvak asmış babam annemle evlendikleri gün evin bahçesine. Anneme kurduğu küçük dünyanın sınırlarına kondurulmuş beyaz tül bayrağı; “Aldım köyün en güzel kızını, aldım ben.” ilanı. “Onu ben hapsettim bu tellerin ortasına. Ona dünyayı dar eden benim.” diyerek gökyüzünde salınan değersiz kumaş parçası. Annemi gerçekten sevdiği için mi evlenmek istemişti onunla yoksa sırf ruhunu okşayan bir duyu yarattığı için mi kabul etmişti bunu bilmiyorum. Bana şuan bunu düşündüren; herhangi bir şeyin meydana gelmesi değil; bir sesin bir kez olsun odada dolanmamasıdır.

            Benim de sınırlarım oldu dikenlerin eve bakan tarafı. Bir arkadaşım bile olmadı benim bunca yıl. Arada sırada karşı ülkenin asker abileriyle paylaştım el sallayışlarımı, onlara gönderdim avuç içlerimde öpücüklerimi. Evin yanındaki mezarlarla paylaşacak değildim ya hepsini. Mezarlar benim sadece kahverengi topraklarında çubuklarla şekiller çizdiğim yerlerdi. Tellerin arkasındakilerin şapkalarını çizerdim örneğin veya ellerindeki siyah, ağır olduğu yaralı ellerden belli olan aletleri. Bir de babam aydan aya ucuz plastik toplarla ve bazen uçurtmayla kandırırdı beni, alırdı gönlümü. Üstelik salıncak da yapmıştı bana, bebekliğimden kalma; şimdilerde eski lastiği eriyip kopmuş bir salıncak. Kim bilir ne zaman şahit oldu bu küçük dünyanın sahibi olan adamın oğlunu sevdiğine? Kim bilir kaç zaman öncede kaldı babamın tenini hissedişim.

            Bahsettiğim oyun araçlarımın tadını doyasıya çıkardığımı söyleyemem. Sessiz olurdum hep, olmak zorundaydım çünkü. Sanki evimizin etrafında sesimizi duyacak başka bir ev varmış gibi sessizliği isterdi babam. Üstelik ben çığlık atsam, az ötedeki mermi sesleri eşlik ederdi şarkıma.

            Zihnimde dönüp duran bu iç ezici hislerdendi belki son topuma olan bağlılığım. İnsan büyüdükçe daha çok tanıyor yalnızlığı. Bağlanacak bir şey arıyor, biliyorum. Renkli değildi o, zaten bizim dikenli tellerin içinde renk görmek pek mümkün değildi. Güneşli günlerde göğün ortasında beliren gökkuşağı da olmasa iyice alışırdı bizim bahçe soluk tonların izine.  Beyaz, yağmur damlası gibiydi topum; siz görseniz onu yağmur yeni yağmış sanırdınız. Şimdi “Onun kefen rengi beyazına mı bağlandın çocuk?” diyeceksiniz. Onun da sırası vardı; bu seferki erken oldu.

            Öleceğimi biliyordum, mezarlıkta alıştırma yapıyordum sayın siz. Sonra dedemin taşına çarptı, uçup gitti tellerin arkasına topum. Benden önce o koşmuştu özgürlüğüne; o tatmıştı başka toprak tanelerinin tadını. Zaten ben hiç koşmamıştım, hiç düşmemiştim ki yere; nasıl anlayabilirdim onun mutluluğunu? Nasıl güzeldi tellerimin arkasında, nasıl mutluydu; tek arkadaşım. Evsizdi ama. Onu tutup getirmeliydim geri. Ellerimi kanatsam da, ellerimle öpücük gönderdiklerim beni vursa da.

            Ölüm beni gözlerimden öptü.

            Arkadaşsız yitip gittim, mezarlıklardaki cesetlerinkinden kötü talihimden. Bir kuş kondu son soluğum değerken kanlı ağzıma. İlk defa dokunmuştu tenim bir canlıya, bedenim artık ruhsuz bile olsa.


            Sizin oralarda sıralı ölüm denen bir kavram olduğunu biliyorum. Burada öyle değil. Belki haklısınız, ölümün bile sırası vardı; bu seferki erken oldu. 

Elif KÜLAH

Yazının yayınlandığı yer:
http://www.edebiyathaber.net/yasasin-video-oyku-15-uygulama/


27 Mart 2014 Perşembe

O yılan

Bu zaruret, bu zaruret, bu zaruret!
Bu içimin suyunu bardaktan boşaltırcasına boşaltan, bu tüm zehri kanıma karıştıran zaruret! Tüm kinime yayılmasını sağlayıp vücudumu sarsan nefret, ihanet, aldanış ve diğer tüm kötü hislerin zarureti!

Bir yılan biliyorum. Islak ve tüm dünyanın az önce çıktığı karanlık  toprak olduğunu sanan küçük bir yılan. Cam gibi şeffaf derisinden hem içini ulu orta görebildiğimiz hem de doğruluğu yansıttığı muallakta olan olan ayna gibi parlak vücudundan yansıttığı kadarını gördüğümüz. İçinde ve dışında kendi oluşturduğu zehirli kini biriktirip biriktirip sırf birileri onu fark etti diye "deri değiştirme" bahanesiyle o deriyi de fırlatıp atan bir yılan. İncelip kalınlaşma yeteneği hat safhalara ulaşmış ve en kuytu "aralara" dahi girip dolanıp dolanıp her şeyi birbirine karıştıran bir yılan. 

O yılan, o yılan, o yılan! Hepsinin sebebi o; tüm bu nefretimin, bu uyanışa kavuşamayan uykularımın, gündüze varamayan gecelerimin, güneşimin karasının, yüzümün yanışının, tüm bu isteksizliğin sebebi o yılan! Bu ölümün, bu ölümün, bu ölümün, bu ölümün, bu ölümün, bu ölümün sebebi o o o o o o o o o o o o! Kaçış yok ondan! Topraktan  ilerleyip hızla sızma yeteneği var onun, kaçış yok! 

Tüm bu zorlukların içinde onunla uğraşıp o aynalı kafasını geldiği toprağa gömemediğim için suçlanması ve asılması ve asılması gereken benim! Her şeyi bastırıp , tüm insanlara olan yüz kızarcıklığımı bastırıp onu öldürmesi gereken benim! Oysa ben susmayı seçiyorum... Bir tutam çayı suya atıp demler gibi, çayın kırmızılığını bekler gibi nefretle demliyorum içimi. Şekersiz, acı bir dem kanım. Her damlası o yılana kinle dolmuş kötü bir merhem yaram!


"Bir saat bile yeri gelince yanlış zamanı gösterirken,
sen nasıl şaşırırsın insanın zamanla değişmesine?"

Elif KÜLAH


Sylvia için...

Çamaşırlığında ölümü kurutan bir anneyim
Ve hasta damarlarında aşı yerine ölümü gezdiren bir bebek.
Hatta bazI geceler ölümü boşaltan adamlardan oluyorum
veya avuçlarında sevgilinin saçı yerine onu okşayan kızlardan.

Ve onun en sevdiği şarkıyım,
hiç düşürmüyor beni dudaklarından.
Onun gökyüzünü andıran gözlerim ise
Hiç kurumadı ağlamaktan.

 "Çünkü biliyorum,
Bu şehirde kurşun sesinden az duyulur bir şiir yazmış olmak.
Bunun için ölüyorum en çok;
Bu şiir, bu yankıyı, hak, etti."

ELİF KÜLAH
Sylvia Plath için.