19 Ağustos 2013 Pazartesi

Yaldız

Ağustos-2013

Buradaymış gibi. Aynı yorgunluğu hissediyorum. Ne garip yıllar geçse de benzer hissi duyumsamak. Üstelik o zamanlar çok yakındım ona. Öyleki bana ümit verecek bir kaç cümle kurabilirdi yüzüme. Oysa şimdi ayrı dünyaların insanlarıyız. Gerçekten. O artık bu dünyada değil. Bunu ben istedim, bunu ben yaptım. Onu çok seven ellerimle yaptım bunu.

Bana başka çare bırakmadı çünkü.

Bir kuş hediye ediyor bana, malum günden tam 3 yıl önce. Tam kafasına odaklanılmış, yarasız ve beresiz ölü bir kuş. Kalbinin ateşi az önce sönmüş, nefesi henüz durmuş, hareketsiz küçük bir kuş. Çehov'dan etkilenmiş olmalı diye düşünüyorum hemen. Zira bunu kendiliğinden icat etmesi mevzu bahis olamaz.

"Onun özgürlüğünü sana bahşediyorum." diyor kulağıma. Bahşediyor, bahşediyor, bahşediyor diye defalarca tekrarlıyorum içimden. Zaten gayet yüksek olan yerinden daha da yükseliyor gözümde: bana özgürlüğümü bahşedecek kadar.

Beni bunalım dolu hayatımdan sıyırıyor böylece. Bana güzel ve uzun bir ömür vaat ediyor.

Onun oluyorum.

Özgürlüğümü eline alıyor sonraları. Tam anlamıyla öldürdüğü kuşu ilk eline alışı gibi, elindeyim artık.

"İstediğin kişiyle görüşebilirsin." diyor ilk mutfağımızda, ilk kahvaltımızdan sonra. "Ama şununla görüşmek istemediğini biliyorum, bununla da. (!)" Belime sarılıyor konuşması bitince, odamıza götürüyor beni. Tamamlanıyoruz.

Onun dediği oluyor o günden sonra hep, tam olabilmek için. Yoksa o kuş gibi halledermiş, kafesimden çıkarıp beni.

Yalnızlıkla ilk defa tanışıyorum. Bir kitap okumam dahi yasak. Bir defter buluyorum eski okul günlerimden kalma, az kullanılmış ve özgür günlerime ait eski bir defter. Yazıyorum gizli gizli. Odaların duvarlarında gördüklerimi, kurduklarımı, özlediğim insanlara yaşattıklarımı yazıyorum.

Görmesin.

Görüyor.

"Senin yıldızın çok uzakta." diyor kulağıma. "Kuşun çoktan öldü." Belime sarılıyor lafını bitirince. Odamıza götürüyor beni. Tamamlıyor kendini.

Kulağıma fısıldıyor tekrar: "Sana en büyük yaldız bile yakışmaz."

En güzel öykümü yazıyorum ertesi gün. Yaktığı defterime değil, kırıp attığımı kalemimle değil bu sefer. Duvarlara, beni kapattığı bu evin duvarlarına yazıyorum salonumda bin bir emekle yetiştirdiğim çiçeklerin yapraklarını koparıp.

GÖRSÜN!

Özgürlük yazıyorum baştan sona, tabi önce bir cinayet. Eve girer girmez içtiği soğuk suda gizlenmiş bir ölümü yazıyorum. Sonrası güneş, sonrası sokak taşları ve ağaçlar, sonrası sonbahar kokusu ve biraz da deniz.

Gözlerimi kapatıyorum öyküm bitince. Gökyüzünden kuşlar geçiyor. Sayısız, sonu yok kuşların. Kanat seslerini duyuyorum penceremde. Bir çilek düşüyor birinin kanadından avucuma. Tarla kokusu da getirmiş peşinde. Portakallar, incirler, sevdiğim ve özlediğim insanlar düşüyor zihnime. Özgürlüğü kokluyorum, cinayet umurumda bile değil!

Kilitleyemiyor zavallı, gece uyumadan önce sokak kapısını. "O evde biraz daha dursam merdivenlerden inmeyi unutacakmışım" diye düşünüyorum kaldırıma adımımı attığımda.

Koşuyorum. Sanki az önce kafesimde değildim, sanki az önce onu öldürmedim.

"Özgürlük böyle bahşedilir!" diye bağırıyorum avazım çıktığı kadar. "Kuşlarım yerli yerinde, güneş hala şurada, yıldızlarım da akşama doğru görünür!"

"Yaldızın bana nasıl yakıştığını ise hayal bile edemedin!"


Elif KÜLAH






5 Ağustos 2013 Pazartesi

Hikayesi

Seni ben büyüttüm. Gözümde. Yaşını da elbette. Kendi yaşımın yanında. Gözümün yaşı da seninle, ömrümün yaşı da; her şeyim seninle benim.
Seni ben büyüttüm. Tanıdık ve bildik kokuları yıllar sonra da hatırlayacağımı bilemeden. Bir yaz gününü mesela bir şarkının yeniden önüme getireceğini bilsem... Bilsem o gün yine sana tutunup, o günü... O gün sana yeniden inanır mıydım?
Seni ben büyüttüm. Ben öğrettim sevmeyi sana ve sonra aşkı. Ben öğrettim sana geceleri birini düşlemeyi. Ben öğrettim şarkılarda uçup gidebilmeyi, sevdiğinin yanındaysan her şeyi göze alabileceğini, gözünü karartıp hep yanında kalabilmeyi, gözünü kapatıp hayal edebilmeyi. Sana ben öğrettim gözden düşmenin bile güzel olabileceğini, seni hayatımdan çıkardığımda dahi seni sevebileceğimi, yıllar bile geçse seni seveceğimi.

Seni ben büyüttüm. Gözümde. Aniden yitip gittiğinde, ve vazgeçtiğinde, ve başkasını sevdiğinde, ve seni yine de beklediğimde, ve umutsuz kaldığımda, ve sonsuzluğa, ve hep, ve son kez.

Son kez baktığım gözlerin, geri de bıraktığın bir kaç fotoğrafta kalsa dahi, gözümdesin.
Sana ben öğrettim ona güzel bakmayı,
Sana ben öğrettim birinin göz bebeği olmayı..



"Bana yazarmısın. Bana hıkayemı anlatırmısın" diyene...



12 Temmuz 2013 Cuma

          Babasını sabah kahvaltısına "uyandıramayışını" dinledim dakikalarca. Annesinin umrunda değilmiş gibi davranan umrununda tavanda ve sınırda olduğunu biliyorum. Onlara artık "annesi ve babası" demeyi tercih ediyorum. O kadın ve o adam beni düşünmeden çocukluğumdan beri zihnimi kendileriyle doldurdukları gün karar verdim buna. Kısacası psikolojik anlamda onlardan başka hiçbir şeyi düşünmediğim andan beri ve bunları ona anlatamadığım andan beri ve beni mahvettikleri günden beri ve hayatımdan onlardan başka bir şey kalmadığı günden beri ve niceleri ve dahaları ve başkaları ve sonraları ve hep ve hep ve hep!

          Uyanmadı babası. Kız kardeşimin ağlayışları bütün evi sardı yere düştüğünde adam. Annesi koştu yılların doldurduğu nefretiyle, nasıl da yalancıydı (( " sevmese katlanır mıydı?" diye dövmüştüm dizlerimi yıllar boyunca. " gidicem " diyince " git git git git git git git git git " diye defalarca sayıklayıvermiştim fark etmeden en son anne baba dediğim gün.)) Şimdi babası gitmişti. İlaçları bulmuşlardı sehpanın üzerinde dün geceden kalma. Annesi başka koltukta yatmıştı ya ruhu duymazdı ölümü (( "evimizde neden salon var, annem salonda yatıyor" diyordu kardeşim bazı geceler. ))

Salonu olmayan bir eve taşınırız artık.


Yazlık....

Pencerelerinin önü aslanağızlarıyla, hezaren çiçekleriyle, saraypatılarla dolu yazlıklar... Eylül gelince boşalan ve 3 ay yaşanmışlıkları bir ömür süren gençlik yılları... aradan geçen onca sene. Gurur mu desem, tasa mı yoksa inat mı... Birbirine çocukluktan bakılmayan yüzler, küslükler, kaçışlar...

Çocukken yatağın ben yatağımla aynı yerdeydi. Geceleri uyurken kafalarımız değiyor derdik uyanıp balkona çıktığımızda. Bunları söyleyemeyecek yaşa geldiğimizde dahi o 3 ay boyunca aynı şeyi hissettiğimizi biliyorum.

Benden gizli nergislerle doldurduğun yastığım...

çok zaman geçti...

bir kaç yıl sonra odamın yanındaki odana çocuklarını getireceksin. Yatak başımız başkasıyla değecek. kasımpatılarla doldurduğun yastık başkasının olacak. Eylül gelince bir hüzün sarmayacak içini, vedalaşmayacaksın kimseyle çam ağaçlarına kavuşurken. Kozalakları kurutursun artık kitap ayıracı yaptığın yılanyastığı yerine...




23 Haziran 2013 Pazar

NEVA

" 5 TL'yi babama verirsin, 5 TL'yi Burhan Abiye. 2 buçuk TL' de sende kalır."

Avucunu açıp Zehra'ya gösterdiği paralara bakakaldı öylece. Hala alışamamıştı bu para işlerine, önceden lafı bile geçmezdi oysa. Zehra gerekli açıklamayı yaptıktan sonra 3 kişi ilerde oturan adama laf yetiştirmeye başlamıştı.
"Amca bu metro denen şey Demetten geçer mi?"
"Napcan sen demette?"
"Orda oturuyoz be geçer mi onu söyle."
"Geçer."

Paraları cebine koyunca ellerini kucağına koydu. Nasıl lekeliydiler, pistiler. Kaç gündür banyo yapmadığını düşündü. 5-10-15 mi. Daha fazlasını saymayı bilmiyordu. Anaokulunda henüz oraya kadar gelmişlerdi. ama babası saatine bakarak dakikaları saymasını öğretmişti. Bu yüzen o gün babasının tam 4 dk geç kaldığından emindi ve o 4 dk yüzünden buradaydı. 3 aydır tanıdığı Zehra bir ömrünü bu şekilde geçirdiği için karşılaştıkları her duruma alışkınken o tanımadığı insanlarla konuşamıyordu bile hala.

"Nerelisiniz siz?"
"İstanbulluyuz. İstanbuldan geldik. Romanız biz roman." Zehra oturduğu yerden fırlamış, saçının bağını çözüp sarı saç uçlarını savurup oynamaya başlamıştı bile. 7 yaşında olan Bayram oturduğu yerde doğrulmuş, dizlerinin üzerine oturmuş ve yan dönüp plastik koltuklara vurarak ritm tutmaya başlamıştı Zehra için. Bayramla aynı yaşta olan Elvan'da şarkı söylemeye başlayınca Zehra daha bir coşmuş kalçasını attıkça atıyordu. Neva 3 aydır bunların hiç birine alışmamıştı. Birazdan demete geleceklerdi ve sırf oynamadı diye Zehra onu çimdikleyecek, eve gidince de Burhan Abinin izniyle bir güzel dövecekti. Ağlayarak uyuyakalmasına bile izin vermezdi Zehra. Hemen yemeklerini yiyecek ve akşamları sevgililerin bol olduğu sokaklara dağılacaklardı. Zehra gül almaları için adamların bacaklarına yapışacak, Neva ise babasının bu şehre gelip onu görmesi ümidiyle meydanın ortasında öylece duracaktı. Gecenin sonunda Burhan abi onları ve paraları alacak Zehra'nın babasına kumar parası yapacaktı.

Yıllar sonra Neva'da sayı saymayı öğrenecekti ve paraları tabi. Odasına giren iyi niyetli bir adam ona okuma yazmayı öğretecekti, işi bittikten sonra. O ise defterine şunları düşecekti bir gün:

" Birisi rakıyı sever,
öbürü Şarabı.
Kimi ışık açık olsun der,
kimisi kapalı.
Ne zaman geçse boynuma birinin dişi,
ben ötekinin de aynı yeri acıtacağını düşünürüm hep.

Hayatım çoktan " adam" seçmeli,
ve babamın 5 dk'sı benim hayatımı götürdü."


Elif Külah





14 Haziran 2013 Cuma

Semra Hanım

Bugün sensiz ilk günüm Semra. Ev dolup taştı. 1959 dan beri ilk defa çayı demleyen sen değildin. Bense salonun ortasında efelik taslayan o adam olamadım ilk defa, nasıl da küçüğüm sen yokken; kocaman yaşıma rağmen nasıl da eksiktim bu kez. Omuzlarım düşük, bir sandalye tepesinde iyi dilekleri kabul ettim, arkandan söylenen ve yüzüne de söylenmiş büyün iyi dilekleri. Kalabalıktı ev, öyle kalabalıktı ve öyle çok insan girip çıktı ki odana sen de gelecekmişsin gibi hissettim bir an. "Bu da geldiyse Semra'da gelir." dedim gayri ihtiyari...

"baba acıkmadın mı hala?"
"öğleden sonra yedik kızım, ne acıkması."
"öğleden sonra yemedin baba, saat 11'di."

Saate baktım, gerçekten -11-di ama öbür 11, sabah olmayan. Tam 12 saat aç ve senin elinden yemediğim bir şeyler. Sen olsan kızardın ve kavga ederdik seninle. Bunları düşündüm önce. Misafirlerden bazıları "üstüne gitmeyin adamın." diye fısıldadı başkalarına. Nerden bilsin benim çok iyi duyduğumu. Üstüme onlar gelmesin Semra, sen gel bana.

gece asıl misafirler kalınca beni de dahil ettiler konuşmalarına. Bense gözleri sana benzeyen ama ellerine leke bile düşmemiş bir genç kıza napolyonu anlattım ve gençliğimdeki kimya laboratuvarlarını. Kimyacıymış kız ama mühendis olacakmış. derdimi unutturuverdi sohbeti.

"Yazarım seni." dedi giderken. " büyürsem yazar olurum ben."

Büyüyemeyeceğini o da biliyor. Ben bile büyümemiştim ki seninleyken....



9 Haziran 2013 Pazar

Babam eve girince beni çağırıyor.
"Şu senin ilk telefonun, hani mavi olan. Bugün hurdacıda ondan buldum, aldım. Getir bakalım, aklın fotoğraflardaydı, belki çalışır"
Hemen koşup 9 sene önceki mavi telefonumu alıyorum kutumdan. bir fotoğraf düşüyor, yıllardır görmediğim. dut ağacının önünde saçlarım uzun. Neyin içinden düştüğünü bilmiyorum. dut ağacının gölgesinde, karnımızı doyurduktan sonra 5 kişi. okul bitmiş yaz tatili, başka şehirler tam 1 ay. ne telefon ne mektup( hala mektup yazardım) 1 ay sonra dayanamayıp evlere açtığım telefon.
"merhaba  ben gitmeden onu görmek istiyordum."
"o daha gelmedi."
İzmire gidip 1 ay dönmüyordum. Dutlar bitiyordu ve döndüğümde yapraklar çoktan dökülmüş, gölgesi gitmişti. Yaz bitmişti,koskoca yaz; izmirde. "İzmirliydin sen değil mi?" diye soruluşu o yazdan mı kalmıştı kulağına?
"İzmirli değilim, ama herkes orda, oraya göçmüşüz."

Yüzü nasıl da tanıdık. Ona son kez sarıldığım günü hatırlıyorum ve ilk sarılışımdı tabi. şimdilerde açık renk olan saçları kızıl boyanmıştı o zamanlar. ben ona nasıl içten sarıldıysam o bana o kadar uzaktı. Yıllar sonra açıklayacaktı nedenini:
"Her şey için özür dilerim, çok küçüktün."
Ona dut ağacını, uzun saçlarımı anlatmak istedim.
"o daha gelmedi."


"al bak, kırdın onu!"


12 Mayıs 2013 Pazar

"Sen yazmalıydın." dedi. " Durağı yıkarlarken ve erik ağacına bakan bankı sökerlerken yerinden. Kaldırımları yıkarken kepçeler ve taşları değil, anılarını koyarken kamyonlara. Yazmalıydın sen kalbinden akıp gitmeyenleri, öylece duranları seni yakanları."

Ellerimi tuttu Elsa. Yeşil gözlerini bana dikip -simsiyah saçlarını gözlerini açmak için savurarak yaptı bunu- bunları fısıldadı küçük boyuyla. O an bir rüyada değil, gerçekte olduğum ortadaydı. Bana sorsanız öyleydi ama cümle alem uykusundan uyanıp anlamıştı bunun benim zihnimde olduğunu.

Geçenlerde rüyalarda insanların ruhlarının bedenlerini -yarı terk ettiğini- okumuştum. Üstüne birisi " rüyada birinin seni özlediğini gördüysen seni gerçekten özlemiştir" deyince aramam gereken bir sürü kişi olduğunu düşündüm.

Elsayı ise eski defterlerimdeki şiirlerde buldum. Sonra bir albümde, lise yaşımda çizilmiş bir resimde buldum. Siyah bir kartona pastel boyalarla çizilmiş ve mavi montuma çok yakışan yüzüyle, bal gibi Elsayı buldum.


28 Nisan 2013 Pazar

Seyahat orkestrası

Gazi üniversitesinin seyahat orkestrası mükemmel bir gösteri sundu bu akşam. Gösterinin güzelliğinden bahsetmeyeceğim, bambaşka bir şeyden bahsedeceğim ben...

"Elif." dedi sunucu. Her türküden önce türkünün hikayesini anlatıyordu. Ben bir yerlere dalmıştım ve o bana seslenince birden ona baktım.
" Elif  dedi Hasan : Ne olursa olsun seni unutmayacak ve seveceğim. Eğer buradan kurtulursak bana söz vermeni istiyorum. Yüzünde açılan yaranın aynisini sende açacaksın yüzümde hemde keskin bir bıçakla. Çünkü ben sevdigimi seni koruyamadım." Elifin yüzünde açılan yara onun güzelliğini söndürmüştü artik. Ama hasanın elife olan sevdası hiç bitmedi. Askerliğini yaptıktan sonra evlendiler ve her seferinde hasanın hatırlatmalarına rağmen. Elif verdiği sözü bir türlü yerine getiremiyordu. Taki evliliklerinin ikinci yılında hasan kanser hastalığına yakalanana kadar. Saçları dökülmüş acılar içinde yasayan hasan ölümü hissetmiş gibiydi o gün. Ve gelevere deresi elifin çığlıkları içinde hasanın yüzünün kesilmesine sahitlik yapıyordu ve akıntısının değdiği her tastan ninni sesi gibi bir türkü duyuyordu sadece duyabilenler.
Ve sıradaki türkü gelevera deresi. Seslendiren Gaye!"


Türküyü duyar duymaz ağlamaya başladım. Ben daha 18 yaşımda takvim yapraklarına yazmamış mıydım bu türküyü, ve defalarca günlüklerime, ben rüyalarımda bağırarak söylemedimi bu türküyü ve defalarca defalarca.... İlk ara verildiğinde kulise gittim ve Gaye'ye teşekkür ettim.

Gelevera deresinde Elif'in geçmesi... Yıkıldım...


Şimdi sizi türküyle baş başa bırakıyorum

Öykünün aslını okumak için tıklayın...


Gözlük


GÖZLÜK

-Dedeciğim, gözlüğünü alabilir miyim?
-Hayır! Sana kaç kere söyleyeceğim; gözlerini bozacaksın.
            O sigarasını içmek için balkona çıkar çıkmaz ben de parmak uçlarımı kullanmaya dikkat ederek evin öbür tarafındaki odaya koşardım. Kapıyı sıkıca kapatır, o gelirken sesini duyayım diye televizyonun sesini iyice kısar, onun büyük numaralı gözlüklerini takar ve her gidişimde ananemin bana aldığı mini etekleri uçurarak kendi etrafımda dönerdim. Kendimi eğlenceme o kadar kaptırırdım ki bütün önlemlerime rağmen onun geldiğini bir türlü fark edemezdim. O kapıyı açtığında dakikalardır kendi etrafımda dönmenin verdiği baş dönmesiyle kendimi onun kollarına bırakırdım. Beni sarıp sarmalar ve gözlerimden öperdi. Böyle yaptığında gözlerimin bozulmayacağına inanırdım. O benim için ilahtı.
            15 yaşımdaydım. Dedem, ananem ve dayım İzmir’den; küçük teyzem ve ailesi Eskişehir’den; büyük teyzem ve ailesi de bize yarım saatlik mesafede olan evlerinden bize gelmişlerdi. Doğduğumdan beri ilk defa hep beraberdik. Ben sürekli yeni aldığım cep telefonuyla fotoğraflarımızı çekiyordum. Oradayken fark etmediğim ama fotoğraflardan görüp anladığım bir şey vardı herkeste, bir gariplik. Uzun, upuzun boylu dayımın omuzları sanki biraz daha çöküktü. Teyzelerim ve annem sık sık bizim mutfağa gidiyor, kapıyı kapatıp uzunca konuşuyorlardı.
            O gün sessizlikle geçip gittiğinde ertesi gün erkenden uyanmıştım. Dedemi biraz güldürmek istemiş, kapının önündeki ayakkabılıktan gözlüklerini almıştım. Yüzümü yüzüne yaklaştıracak onu nefesimle uyandıracaktım. O da beni görünce kahkahayı basacaktı. Gece yattığı salonun kapısını açmıştım ama bütün yataklar toplanmış ve yerlerine yerleştirilmişti. Hemen mutfağa yönelmiştim. Evin bütün bayanları oradaydı. Dedemin nerede olduğunu sordum. Kimse cevap vermedi. Açıkçası o an çok önemsememiştim bunu.
Akşam dedem geldiğinde ben hala farkında değildim olan bitenlerin. Yemekten kalktığımızda ben masadakileri salona götürürken dedem gülüşleriyle koluma girmiş ve beni odama götürmüştü.
Önce gözlüğünü verdi. O zamanlar tek tasasının güzel gözlerim olduğundan ama artık daha önemli hastalıkların varlığını bildiğinden bahsetti. Anlamını bilmediğim ve keşke öğrenmeseydim dediğim tıbbi terimleri anlattı.
Dedemin son aylarda artan öksürüğü ve ananemi geceleri uyutmayan hırıltısı yüzünden dayım onu İzmir’de bir hastaneye götürmüş. Doktor bunun basit veya daha vahim bir durum olabileceğini söyleyip onları hastanenin patoloji bölümüne yönlendirmiş. Orada dedeme bilgisayar tomografisi, manyetik rezonans görüntülemesi gibi çok sayıda testler yapılmış. Sonuçlar bir konsey tarafından yorumlanmış ve sıradan bir şeyden bahsedermiş gibi onun akciğer kanseri olduğunu söylenmiş.
Bütün bunları bana nasıl anlattığını algılayamıyordum. Hangi evrede olduğunu, bundan sonra bizleri nelerin beklediğini duymak bile istemedim. Sadece ona sarıldım. O, çaktırmadan ellerimi ceplerine götürdü. Bir sevgilinin, kız arkadaşına cebindeki tek taşı ima edişi gibi bana cebindeki renkli şekerli leblebileri gösterdi. Çığlık atıp hepsini avuçlarıma doldurdum. Leblebilerin sayısı ertesi gün kullanmaya başladığı ilaçların sayısından az değildi.
O hastaneye yatarken ona cep telefonumu verdim. Kaldığı katta onun gibi yaşlı insanlar vardı. Onu orada kanseriyle baş başa bırakmak ölüm gibiydi. Başka çaremiz yoktu.
Araştırmalarıma göre akciğer kanserine yakalanan hastalar, erken teşhis konmamışsa üç sene içinde son evreye ulaşıyorlarmış. Kemoterapi bu süreci uzatan bir tedaviymiş ancak hastayı hem yoruyor hem de fiziksel zararlar veriyormuş. Nitekim dedemin kanserini öğrendiğim günden 6 ay sonra kemoterapi de kanser gibi bizim ailenin bir ferdi olmuştu.
O yazı onunla İzmir’de geçirdik. Normal hastaların 3 sene dayanabildiği o hastalığa dedem 6 ayda pes etmiş gibiydi. Saçları dökülmüştü ancak o zamanlar meşhur olan bir futbolcunun saçlarına benzemişti. Bende ananeme göz kırpıp ona laf atıyordum. O ise sadece gülebiliyordu. O iri yarı adam küçücük kalmıştı. Eskiden beni kollarına alan adam tedavi sonrası benim kollarımda uyuyordu. Bense bazı zamanlar nefesimi tutup üzerine örttüğüm çarşafın hareketlerini izliyordum. Birkaç saniye geç oynayan çarşaf yüreğimi ağzıma getiriyordu. O zamanlar tüm olanlara isyan etmek, çığlık atmak istiyordum. Olmayacağını bile bile hep olması için beklediğim şeyler, aslında birer birer avuçlarımdan yere düşüyordu. Kırık seslerini duyup duymamazlıktan geliyordum çünkü benim umudum vardı.
O yazın her gününü ertesi gün öleceğini bile bile geçirdik. Kışa doğru kanser etkisini kaybetmişçesine göçüp gitmişti hayatımızdan. Hatta araba bile kullanmıştı dedem. Mola verdikleri benzinlikten çıkarken ters yöne gitmiş olması bizi çok güldürmüştü. Tasasız geçirdiğimiz kışın arkasından gelen yaz, evimize kanserin yerine bambaşka bir aile ferdi hediye etmişti. Dayım evlenmiş ve dedemin kalbini oğlundan olacak bir torunun heyecanı sarmıştı. Düğün heyecanı ona öyle iyi gelmişti ki onu görseniz yeni damat sanırdınız.
2006 yılında kurban bayramı ve yılbaşı aynı güne denk gelmişti. İzmir’e gittiğimde eve girmem mümkün değildi. Çok ağır, çok kötü kokuyordu bütün odalar. Sürekli kapıları ve camları açıyordum. Dedemin yanında yapıyordum bunu üstelik! Akciğerlerinin kuruduğundan, iltihaplandığından, bütün kokunun ondan geldiğinden haberim bile yoktu. Benim tek bildiğim yılbaşı akşamı ilk yemeğimi ve ilk salatamı yaptığım dedeme ilk pastamı yapacaktım. Ben çarşıdan alışverişimi yaparken dayım onu berbere götürmüş, ananemde berber dönüşü onu duşa sokmuştu. O ise hastalık hayatı boyunca ilk defa yaptığı bir şeyi unutup “ beni duşa sokun” demişti.
Dayımın telefonuyla apar topar eve döndüm. Babam dedemin üstüne çıkmış onun kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Dedem sessizce “hastane, hastane” diye tekrarlıyordu.
Onu en son dayımın sırtında, merdivenlerden inerken gördüm.
Bana kimse onun öldüğünü söylemedi. Ben o gece saat 4 de bağrışlardan anladım bunu. Ertesi gün selası verildikten sonra dolup taşan evin önüne kondu ayakkabıları. Ceketinin cebinden gözlüklerini aldım önce. Sonra şapkasına sarıldım.
Evin kokusu da çoktan gitmişti.
Benim hikayem tam burada başlamıştı, onun hikayesinin bittiği yerde.




13 Nisan 2013 Cumartesi

masal

"bir- masal - anlatmak - istiyorum.
Sana"

Böyle fısıldadı kelebek kulağıma. Bunun benim muhteşem zihnimin bana bıraktığı bir hayal ürünü olduğunu biliyordum. Saate baktım. Saat öğleden sonra 1 i gösteriyordu. O çok sevdiğim sokağa girdim. Ankara'nın ortasında olmama rağmen tabelada "hayal ürünü- BEYOĞLU" yazıyordu. tabelayı geçince yeni açmış erik ağaçları vardı. Birbirlerine uzaklıkları yoktu, büyüyen dalları değiyordu her birinin birbirine. Bembeyaz sokakta yürüyordum. Bugün kendime yalnızlığımı hediye etmiştim. Her adımımda kulağıma yeni bir masal değiyordu.

Adımlarımı " hayal ürünü-BEYOĞLU" sokağından kurtardığımda hastane sokağına girdiğimi fark etmiştim. Her gün ziyaret ettiğim bu sokağa bugün izin vermiştim, kendime daha doğrusu. Çünkü onu görmek beni yoruyordu.

Bir süredir onun kanseriyle savaşıyorduk. Kaldığı hastane aynı "hayal ürünü-BEYOĞLU" sokağı gibi bembeyaz bir hastaneydi. Odalar, yatak çarşafları, yerler, demir yatak başları ve içeri giren ışık. Oraya girdiğinizde kendinizi cennette zannederdiniz. Ona aşık olan doktorlar ve hemşireler de ona aynen bir cenneti yaşatıyorlardı. Hatta sırf onu görmek için bilerek kanseri geçirmediklerini düşündüğüm bile oldu.

Onun odası hastanenin en büyük odasıydı. Büyük cam-duvarın hemen önünde beyaz yatağı, 3 adım sonra beyaz masası, masanın yanında 2 kapılı girişi ve odanın diğer ucunda büyük dolabı vardı. Ona bu odayı ona aşık olan bir doktoru ayarlamıştı. Ben o kadını çok kıskanmıştım.


Onu o halde görmek, aşık olduğum adamı yani... Anlarsınız hani... Fazlasıyla zor. Her gün okul çıkışlarımda onu ziyarete gidiyorum. ruhum yorulduğu zaman biraz ara veriyorum ve bu sefer o yoruluyor, düşünmekten. Bu kötülüğü ona yapamıyorum. Ölür diye çok korkuyorum...

" Bir masal anlatıyorum.
sana"

Kelebeğe uyuyorum, beyaz koridora giriyorum. Koridorun sonunda onun odası var. 2 kapılı girişi açık. Hemen önünde hemşireyle konuşuyor gülerek. Gülüşünü görüyorum ama beni görünce daha çok gülüyor. Hemşire odadan çıkınca kucağına atlıyorum. Benim ağırlığımla bir kaç adım geri gidiyor ve ben bacaklarımı onun beline doluyorum. Onca hastalığa rağmen nasıl bu kadar güçlü olduğunu düşünüp ona göz kırpıyorum. Elinde günlük değerlerinin yazdığı ve az önce hemşirenin doldurduğu kağıtlar duruyor. İlk sayfasına, kimlik bildilerinin yazdığı yere bakıyorum. "Medeni durumu"nun yazdığı bölmeye bakıyorum. karalayıp " evli" yazdığım yeri kontrol edip kağıtları yatağına fırlatıyorum. Bana bunun için çapkın bir bakış atıyor. Beni kapıya yaklaştırıyor ve ben de ayağımla kapıyı iyice kapatıyorum.


Sonra, ölümü dizlerimde yazdı...

Kelebek güzel bir masal izliyor.



9 Nisan 2013 Salı

Ko(r)ku

Sen havada yalnız kar kokusu var sanırsın,
Sevgileri ve korkuları yok sayarsın
ama ince bir porselenden yapılmış gülüşüm;
bir damlaya bakar kırılması.
Bir gözyaşı; yeter açıkçası...



A.K'ya...


8 Nisan 2013 Pazartesi

Çocukluğu sakla...

 Bilmediğim bir numaranın aradığı telefonumu kapatır kapatmaz verilen adrese koştum. Henüz evime dönmemiştim ve gereken yere çok yakındım. Yerler henüz dinmiş yağmurdan dolayı ıslaktı. Akşamın bu geç saatinde, sokak lambasının ışığı su damlalarıyla birlikte kırılıyor ve gözüme yanıltıcı ve yorucu ışık oyunları yapıyordu. Yolumda ilerlerken o tanımadığım sesin bana yalan söylemiş olmasını diledim ama onu gerçekten anlatıldığı halde görünce her şeyin gerçek olduğunu anladım.

Ne bağırıyordu, ne ağlıyordu acısından. Başı vücudunun yanına düşmüştü, yanağına yatıyordu yani. Başta ne olduğunu anlayamamış ve onu kaldırmak istemiştim ama yaklaşınca sırtının en yukarısının ve boynunun en altının birleşme yerinde yaklaşık 5 cm luzunluğunda, avucum kadar parçalanmış et ve 1-2 disk omur gördüm. Parçalanan ve delinen sırtından oluk oluk kan akıyordu. Ona hissettiğim acıma duygusuyla, ağrıyı hissetmemesi için uyumasını istedim. Zaten o da uyumak üzereydi... Bunun onun sonu olacağını cümle alem biliyordu, üşürdü çünkü. Daha önce duymadığım o ses benim başıma dikilmişti:

" Biz onu ayakta tutacak bir konuşma yapamadık. Siz en yakını olmalısınız."

Onu konuşturmamalıydım. Bu kazanın ne olduğunu bana daha sonra anlatabilirdi. Peki onu nasıl uykusundan kaçıracaktım?

" Çocukluğumuzu hatırlıyor musun? Yeşil bir bisikletimiz vardı. suyumuzu ve bisküvilerimizi alıp evin karşısına pikniğe giderdik seninle. Evin içinde pek ciddiye alınmadığın için o an o kadar mutlu olurdun ki, bir evin reisi sanardın kendini."

Gözlerini bana dikmişti artık, boynunu asla oynatmadan. Ben de fazla zorlanmasın diye ıslak ve kanlı yere, onun yanına uzanmıştım.

"hatırlarsın ya, şu mutfakta olanları hiç unutmuyorum. 'boşanmak ne demek anne?' diye sormuştun. Ben o sorundan biraz önce söylenenlere değil de senin söylediklerine ağlamıştım en çok. Oysa ben de o soruyu tamamen bilecek yaşta değildim. Biz seninle o gün büyüdük."

"Sonra ne zaman böyle olduk seninle, iki yabancı gibi hani? Hislerimizi neden gizledik gözyaşımızı da mutluluklarımızı da. Doğum günlerimizi neden hatırlamaz olduk ve neden bağırdık birbirimize en küçük şeylerde bile? "

Yüzünde hiç hareket yoktu. Ben anlattıkça gülümsemiyordu, ağlıyordu daha çok. Gözlerini kırpmadı desem yeriydi.

Gözleri!

Ellerindeki soğukluğu, kan kaybı sanmıştım! uyutmamıştım oysa onu! topu topu 5 dakikaydı hepsi! Kimsenin bir insanın bile geçmediği o kaza-sokağında ambulans gelene kadar yolun tam ortasında geçen bu konuşma sadece 5 dakikaydı!

Bunun 3 dakikası bir gözü kırpmamak için çok uzun bir süre değil mi!

öyleymiş...

Ona son sözlerimi duyup duymadığından bile haberim yok oysa....


Bir şarkım bile var...



4 Nisan 2013 Perşembe

Nutkum tutuk. Tutuldu.

umutlarım ümidim sevinçlerim hayallerim sözlerim hislerim duygularım her şeyim, her şeyim yerle bir oldu... virgül bile koymak istemiyorum... Sonra dendi ki:

" KADERİNDE YOKMUŞ!" Benim kaderimde istediklerimden hangileri oldu! hangi biri oldu ALlah aşkına ! önüme taş koymaktan, yemin ederim dualar edip önüme taş koymaktan başka bir şey yapmadınız!


İNSANIN KADERİNİ 2 SORU MU BELİRLER!

söyleyecek başka sözüm yok. Hayalimi "yine" yaşayamadığım için ağlamak istiyorum sabahlara kadar! günlerce ! elimden kaçırdığım bütün her şey için başarılarım değil, en çok başarısızlıklarım için küfürler savurup ortalığa sonsuza kadar ağlamak istiyorum. saatlere bakmadan, kimseyi görmeden ne erik ağacımın yakınında ne penceremin, uzaklarda, çok uzaklarda ağlamak istiyorum!


OLMUYOR!

KENDİ BAŞIMA NELER YAPABİLECEĞİME BAKILACAKSA, BAŞARININ DORUKLARINDA OLDUĞUNU BİLMENİZİ İSTERİM! OLMUYOR! HİÇBİR ŞEYİN ÜSTESİNDEN TEK BA-ŞI-MA KAL-KA-MI-YO-RUM!-!-!-!!!!!!!!!!!!!!!!!!!1

LANET EDİYORUM YİNE YİNE YİNE! BU EVE LANET OLSUN!!!


2-3 fotoğrafım beğenildi bir kaç hikayem yayımlandı diye bütün hayallerim gerçekleşmiş gibi davrananlar varken, ve bunlarla teselli bulmam beklenirken ben gerekleşmeyen hher şeyin altında eziliyorum ve avuçlarımın ortası, tam ortası kanıyor! KANIYORUM, KİMSE GÖRMÜYOR!!!!


Okuyunca üzüleceksiniz ama size de zahmet olmasın.........?

1 Nisan 2013 Pazartesi

"Aşk nedir Elif?" dedi önündeki bardağı iki elinin arasına almışken. Bu soruyu ondan beklemiyordum üstelik saat bir hayli ilerlememişti henüz ve yeterince sarhoş değildi. Onun sorduğu bu soruya mı yoksa benim suskun  kalışıma mı şaşırdım bilmiyorum. Ben, elif; cevap veremedim ona. Başımı hafifçe " sence?" der gibi çevirdim. Gözlerimi devirdim aynı anda.

"Bence kavuşamamaktır aşk." 

"Bence insan çok kere sever birilerini. Ellerini birilerinin, belki gözlerini, geniş omuzlarını, kollarını, sesini ve kokusunu. Bence insan elbet sever birilerini. Ama aşk öyle mi? Ben bir kere aşık oldum Elif. O da seneler önceydi. Onu hiç unutmadım ama onunla da hiç olamadım."

Araya müzik girdi ve başka insanların anıları. Akşam ilerleyince konuyu tekrar oraya getirecektim, sol elime işaret koymuştum hatta unutkanım ben diye! ben unutmadım O'da unutturmadı zaten. O dediğim kişi şu aşık olunan kişi...

Telefon çaldı. Tanıdık bir şarkı. Mutsuzken dinlerim hep.

"Nerdesin?" diyordu 5 aydır duymadığı görmediği. Nerede olduğumuzu söyledi. Geldi O, " ne kadar güzel değil mi?" dedi, gözleri.

O'na ilk baktığınızda bizimkine hissettiklerini anlardınız. Nasıl uzak ve nasıl yakın. Acı çektiğini görür gibi oldum, anlam veremedim. Böyle " tek aşka" nasıl acı çekilir ki dedim.

konuşmalar döndü vedaya kadar. Veda... 

elini değil, avucunu koydu bizimkinin yanağına...öyle vedalaştı, öyle gitti yanımızdan...

geriye ne mi kaldı? gece boyu bitmeyen anılar. 10 yıl öncesine dönüldü , içildi, şarkılar çaldı.  şarkıların çalması değildi onu daha çok kedere iten, biten şarkılardı ve yeniden başlayanla. Yaralandı her birinde! " bitiyor Elif!" diyordu " Elif bitti!" 

keşke, ne gördüğümü, ne duyumsadığımı, neleri duyduğumu kelimesi kelimesine anlatabilseydim ve görseydi insanlar ziyan olmanın anlamını... Bunun yerine şarkı paylaşıyorum...

çünkü ben aşkı cevaplayamadığım an yenildim...

oysa ben de kavuşamayan değil miydim?


31 Mart 2013 Pazar

                    Ona sorsanız ben şeytanın biriyim
                              Ona sorsanız ben yalancının tekiyim.
                                    Ve yine ona sorsanız,
Onu sevmekten başka bir şey yapmadığımda bile
gönlüne giremediğim için
suçlu olan
yine benim!

ELİF KÜLAH

25 Mart 2013 Pazartesi


Bugün laboratuvar raporumu yazarken yanıma geldi. Kulağıma dışarı gelmemi söyleyip kolumdan çekti. O kadar garip bir hali vardı ki yıllar önce saklamam için verdiği mektuptan vereceğini sandım önce. Bu sefer de saklar mıydım yoksa " sende kalsın" mı derdim bilmiyordum. Ama o sırt çantasını açtı ve içinden parlak cam gibi bir şey çıkardı. Bu beyaz bir CD kabıydı ve üzerinde resmen " LOUIS ARAGON" yazıyordu. Bu beklediğim bir şey değildi. Ona sarıldım defalarca defalarca ve teşekkür ettim. Bu bana verilebilecek en güzel hediyelerden biriydi çünkü içinde Elsa vardı yine... Hemen fotoğrafımı çektirdim bizimkine, mutluluktan. şimdi biraz arşivimi yoklayayım mı?





24 Mart 2013 Pazar

"Seni." dedi gülümseyerek. " Seni hep beyaz mobilyalı evinin önündeki henüz güneş yeni batarken bahçene attığın yazı masan ve tahta sandalyende yazarken veya okurken hayal ediyorum. Ben bahçeye çıktığımda bana gülümsüyorsun. Sana battaniye getiriyorum. Yanına oturduğumda saatlerce konuşuyoruz Elif. Yazarlığından, geçirdiğin mutsuz günlerinden. Şimdi hiç kimseyle görüşmek istemiyorsun biliyorum. -Seni bir yolda ilerletmeyen hiç bir arkadaşını göresin yok.- Sana köstek olacaklarını sanıyorsun. Ne olurdu biraz daha güçlü olsan?"

Bana kurdurttuğu hayalle gülümsüyorum önce. Elbet bir gün gerçek olacak bunu biliyorum, eminim çünkü. Ancak içimdeki bu hırsı ve hissi bir tek onun algılamasının verdiği acıyı da hissetmiyor değilim. Hani biri dese ki "ha gayret, olacak.", dağları aşacağım, deleceğim taşları kayaları, her bir şeyi. Hani biri tutsa kolumdan ve dese ki..

"Sen" dedi gülümseyerek. "Bana söz verdin." Bekledi sonra biraz. Yutkundu ve az önce ayaklarına bakan gözlerini kaldırdı gözlerime kadar. "Dimdik duracağına söz verdin." Bekledi biraz sonra. Yaş mı düştü gözünden yoksa bir İlahi damla mıydı onun yanağında duran yanağımı ıslatan? Nefesini tuttu ve verdi 2. damlayı hissederken ben. " Kendini uzaklaştırıyor gibisin."

"benden."

Hıçkırıklarımın yerine hislerime ve bu hislerin beynimde yarattığı uyuşukluğa bıraktım kendimi. Bunu ilk hissettiğimde ve ilk bayıldığımda bir otobüs yolculuğundaydım. Tanımadığım insanlar beni kucaklarına alı oturtmuşlar ve montumun düğmelerini tek tek açıp nefes aldırtmışlardı. Bir diğerinde gözlerimi açtığımda Bir hastane yatağındaydım. Bir diğerinde kendi yatağımda. Şimdiyse, onun hayatında.

Ona ne cevap verdim? Hayır uzaklaşmıyorum mu dedim apaçık? Duygularımı artık dökemiyorum diye öyle mi sandın mı dedim? Ne karşılık verdim ona, yine bayılmadan önce?

Anlamıyordu değil mi Elif'i. 

Bana bıraksalar, ben...

Bu bir İlahi damla mı şimdi?


9 Mart 2013 Cumartesi

Bugün sabah uyanır uyanmaz üniversiteye ilk başladığım yıl hazırlayıp bantladığım bir kutumu açtım. Yazılarımı okudum. Sonra geçen sene aynı şeyi yaptığım kutuya gitti elim. 2 tane kağıt kalbimi yaralasa da okudum her şeyi. Başucumdaki büyük kolon-radyom açıktı ve bir radyonun pop-40'ı vardı. Birden " bu yolu senle birlikte geçecektik, aynı yaşlara birlikte girecektik" deyiverdi şarkı. Benim kağıtlarımdan birinde ise şöyle yazıyordu:

" İnsanın 3 sendir bakmaktan ( görmekten ) bile kaçtığı şeyi gördüm. Şimdi elimde boşluklar var, affedilmeyecek boşluklar. Parçaları birleştiriyorum ve bunu yaptığım zaman elimde sadece hayal kırıklıklarım kalıyor. Gerisi, geriye kalan tüm hüzünler yerli yerinde..."

Hayal kırıklıklarımı ekmek kırıntılarıyla eş tutuvermişim. Öbür kağıt ise beni fazlaca yaralayıverdi:

"Bir kumaş parçasının üzerine kaç saatte eriyeceğini  test etmem istendiği için  döktüğüm saf asit gibi içinde var olduğum, yaşamak istediğim hayat var. şimdi içimdeki milyonlarca hikayemi, başkalarının hazlarını zedelemek için asit döküp erittim.
Onlar istedi diye var olan bir robottan farkım yok. Bütün hayatımı, hayallerimi bitirdim.


     Şimdi arkamdan "aşkını yaşayamadığı gibi hayallerini de yaşamadı." diyecekler.
Ben hayatımı kendi başıma yaşatamam ki..."


6 Mart 2013 Çarşamba

Ben lisedeyken çok dertli biriydim. Yani şu her şeyi kafasına takan bir genç kız düşünün. Ağlamaya kalkıştığım zaman "Simge" hemen kulağıma fısıldardı "Yukarı bak, yukarı" diye. O bende alışkanlık olarak kaldı işte. Şimdi ne zaman dolsa gözlerim, yukarı bakıyorum. Eğer bu olay odamda oluyorsa duvarlarıma takılıyor gözüm, yukarı bakınca. Yazılarla, notlarla doldurduğum duvarlarıma. Bu sabah, uzunca bir süreden sonra o olayı yaşadım. Hemen penceremin yanında, masamın önünde oldu. Gözlerimi kaldırınca notlarıma takıldım, uzun süredir hatta yıllardır bakmadığım o notların içinden bir isim fırladı. Anmayalı ne çok olmuş dedim içimden...

Sonra neden artık fazla yazmadığımı düşündüm. Bizimkini düşündüm " 3 sene önceki gibi yazmıyorsun artık" deyişlerini. Önce onu üzmemek için yazmadığımı, sonra biri okur diye yazmadığımı, sonra da yazmaya yazmaya köreldiğimi anladım. Şu öküz oturma meselesini bu sabah yaşadım.

bu ağlama olayı gün boyu geçmedi, uzun ego yolculuğumda, onun yanında, evime dönerken ve muhtemelen uyuma aşamamda. Oysa artık uslu ve güçlü bir kız olmuştum. 23 yaşımın hakkını verecektim artık. Ama o kara duman peşimi bırakmıyor ki.. Sonra da şarkıda diyor ki :

" sevduğum dayanamam, alsun benu bu duman..."

Sonra ben de " ah bu şarkıların gözü kör olsun." diyorum.


Ona yazmak artık çok acı. neler yazacağım ki? " ağlama, dayan, sabret, geçecek, her şeyin üstesinden geleceğiz." mi? yine büzecek dudaklarını, eğecek boynunu yere, düşecek omuzları, koyacak ellerini dizlerine ve sıkacak parmaklarını. Sonra gülümseyecek bana "asıl sen gül" diyecek. "gül ki gülsün yüzüm." Bu olayı yaşamaya ne kadar çok alıştık biz...


Şimdi her şey geçtiği için, beraber ağladığımız için, her şeyi ona sabah söylediğim için rahatlayıp yazımı bitiriyorum...

Allah yar ve yardımcımız olsun...



25 Şubat 2013 Pazartesi

Radyo Tiyatrolarım

Tiyatroya başladığımdan beri kaç seri bitirdiğimi saymadım. Ancak 7 saatllik "Suç ve Ceza", yaklaşık 14 saatlik "Monte Kristo Kontu" , 3 saatlik " bir mucizedir yaşamak" aklıma gelen serilerin bir kaçı sadece. Tiyatrolarımı dinlediğim zaman, o oyun bana kimi hatırlatıyorsa ona oyunu öneriyorum. Şimdi önereceğim oyunu ise kelimesi kelimesine pür dikkat dinledim, resmen büyülendim...

Sonra şöyle bir cümle geldi aklıma, öncelerden yazdığım: " Dudağının büyücü olduğunu bilmiyordum..."

kendisi burada...


23 Şubat 2013 Cumartesi


Gelsen ve görsen nasıl yaşadıgımı
Gelsen ve görsen bu insanları
Sen
Beni tanıdığını, beni sevdiğini , beni beklediğini söyleyen sevgili..                      
Sana fotoğraf çekip göndermemi istiyorsun
Bu güne değin fotoğraf makinesini elime almadığımı bildiğin halde
Ama akıllıca bir öneri , akıllıca,  etkili ve çağdaş…..
Yetersiz sözcüklerle anlatacağıma çeker fotoğrafını yollarım     
Burası işte böyle gördüğün gibidir derim
İşte burda yaşıyorum derim…..
Çocukları anlatacağıma portreleri çeker yollarım…..
Kayalıklarda ve karda şahrem şahrem yarılmış,
Pabuçsuz, çorapsız ayakların, cüzamlı ellerin fotoğraflarını çeker yollarım
Tozlu bürokrat masaları,
Mahkeme duvarı gibi suratların çeker fotoğraflarını,
Büyük azgın köpeklerin,
Çıplak ağaçsız dağların,
Çaresiz insanların yaşadığı bu soğuk yer yüzü cennetinin
Tezekleri tükendiğinde insanların kendi soluklarıyla ısındıkları,
Bu dağ başı köyünün çekerim fotoğrafını yollarım
 Fotoğraf demek uygarlık demek
Tüm uygarlıkların üstüne ettiğim burda
Bu çağdaş aleti kullanıp yüzlerce binlerce kare çeker fotoğraf yollarım sana
İnsanlık freski başlığıyla sergiler yada bir kitapta toplarsın.
Yalnız sana değil tüm tanıdıklarıma
Uygarlıgın ortasında yaşayan tüm insanlarada yollarım
Duvarlarını bu güzel fotoğraflarla kaplasınlar
İçinde bulundukları durum için ALLAH’a şükr etsinler
Yatıp kalkıp yakarsınlar
Adaklar sunsunlar
Yaşasın fotoğraf
Yaşasın bana bunları yazdıran sevgilim
Yaşasın uygarlık
                           

Mustafa Karaman



18 Şubat 2013 Pazartesi

bazen böyle olur...

Gülümsüyorum. Ona birazdan sürpriz yapacağım. Benim yıllar önce üstesinden gelmeyi başarabildiğim bir durumdan, bir kuyudan onu çıkaracağım.

Elimde küçük bir pasta var, hep yediğimizden. Eski defterlerim var çantamda, eski şarkılarımı dinleteceğim çünkü ona. Önce dibine vurduracağım hüznün, ağlatacağım. Sonra güldüreceğim.

Yapmadım mı?

"Elif" dedi. " Sen ne öğrendin?"

" Benim yolumu başkası çizdi." dedim. O yolda yürümeyi öğrendim.

"Kaç yaşındaydın?" dedi.

" Hatırlamıyorum." dedim. Zamanın bazen kavram dışı kaldığını öğrendim.

"Neyi unutabildin?" dedi

" Gözleri." dedim. Çok uzun zaman geçti.

"Burada nasıl duruyorsun?" dedi.

"Neden ki?" dedim.

" Burada yaşanmaz ki." dedi.

"Haklısın." dedim.

"Havası ağır." dedi.

"Belki." dedim.

"Anısı çok." dedi.

"Evet." dedim.

gülümsedi.

ağladım.

Bir şarkı çaldı sonra...  " BAZEN BÖYLE OLUR."


15 Şubat 2013 Cuma

Böyle edebi şeylerle doldurmaya çalıştığım sayfama sinir harplerimi harflendirmeyi istemezdim ancak bazen insanın elinde olmayan durumlar oluyor ve şu an elimde sadece o durum var. Böyle -amelelikleri- beklemiyordum da ,ondan böyle bir dolup taşma seviyesindeyim. Ben sinirliyim arkadaş! Sinirli bir insanım yani ve "çocukluğumdaki gibi değilim" ki öyle bir yer edinmemiş insanları feci şekilde yaralayabiliyorum. Öyleki geçen hafta bir aileyi yıktım, o derece.

Hayır yani.... Yani bilmesem.....

rüyalarda gömülmüş şahsiyetlerin hortlamasına işte sinirim. Hem de ne hortlama, insan derisinde girip insan derisinde çıktılar rüyamdan.

İnsan azıcık prense ya da prensese benzer.

Bir benim rüyama bakın bir de onun rüyasına.

Neyse seneye Türkiye'nin 81 ilini sizlere bırakıp gideceğim, and olsun.

Siz de gere gere, e anca ama...




14 Şubat 2013 Perşembe

Oyun

Benimle hikayesini paylaşan E. Teyzeye hediyem olsun...

        Sıcak Ankara günlerinde vakit buldukça kaçtığım yere gittim bugün. Önemli bir randevum vardı. Gülbin anne hep ertelediği bir konuşmayı yaptı bugün.

         Aynı köşeme, Gülbin annenin rumlardan kalmış gibi bir yapıya sahip olan taş evinin arka bahçesinde yere oturdum yine. Evinin alt katının bir kişinin geçebileceği genişlikte olan bir alanını feda etmişti Gülbin anne, bahçeye koridor yapmak için.

        Masama oturunca Sevim beni görmüş, koşarak yanıma gelmişti.

         "Hoş geldin abla."
         "Hoş bulduk Sevim. Gülbin anne yok mu?"
         "Yukarda abla. İlyas ağabey biraz rahatsız da."

         Sevim masamdaki kül tablasını kaldırırken ve büyük fincana doldurduğu çayımı getirirken ben yazı defterimi hazırlamış ve yanımda getirdiğim hırkamı giymiştim. Bu güneş almayan 8-10 masadan oluşan bol yeşillikli ve çiçekli bahçe yazın ortasında dahi serindi.

         Sevim haber vermiş olacak ki yukardan Gülbin anne seslenmişti.
         "Hoş geldin Elif."
         "Hoş bulduk anne. İlyas ağabey nasıl, İlyas ağabey."
         "İyi gülüm iyi, iniyorum hemen."

         İlyas ağabey felçliydi. Bazen sandalyesiyle bahçeye indirilirdi. Yüzü hep güleçti. Hastalığının nedenini Gülbin anne hep saklardı. Belki anlatır diye çok üstüne gitmiştim ama o hep o durumu kaldıramayacağımı ağzında geveleyip giderdi. En sonunda bugün anlatacağına söz verdi.

         Masama geldiğinde üzerinde yine ütülü gömleği, dizinin altına uzanan küçük yırtmaçlı eteği vardı. Saçları bembeyazdı ve kısacık kesilmişti. Sevim hemen bir çay da ona getirdi.

         Gülbin anne bardağını iki elinin arasına alıp gülümsedi.

         "Şimdi sen tam olarak kaç yaşındasın Elif?"
         "23 yaşımda sayılırım."
         "Çok gençsin."
         "Lütfen, lütfen anlat. Yazmak istiyorum!"

         Arkasına yaslanıp ceketinin düğmelerini tutup kollarıyla karnına sarıldı.

         " İsyas askerdi. Boylu poslu, çok yakışıklıydı. Ona aşıktım. Evliliğimizin 4. senesinde hamile kaldım. Karnımdan çıkan, dünyanın en güzel kızıydı. Muş'un bir kasabasına tayinimiz çıktı. Köy de denebilirdi belki. Kışları soğuktu ama biz çok mutlu bir aileydik ya böyle ısınıverdik belki.

         O kış Ayşe 6 yaşındaydı. Ben evin biraz ilerisindeki komşuma ekmek mi pirinç mi hatırlamıyorum ama bir şey istemeye gittim. Avludan içeri girerken Ayşe kapının önünde kardan adam yapacağını söyleyip içeri girmedi. Evin kapısından avlunun kapısı ne kadardı ki zaten, görürdüm elbet komşu istediğim şeyi getirirken. Hem yapacağı sadece küçücük, avuçları kadar minik bir kardan adam değil miydi ?

         Kasemi alıp avludan çıktığımda Ayşe'yi 100 m ilerde  2 adamın kucağında gördüm. Elimdekileri fırlatıp peşlerinden koştum. Onlar benden daha hızlıydı. Az ilerde kömürlük veya ahır gibi bir yere girdiler. Ben bağırıyordum. " Irzına geçtiler, ırzına, ırzına, ırzına, ırzına geçtiler."

         Bu, "tecavüz" kelimesinden daha ağırdı...

         Ben o kömürlük gibi yere gittiğimde olacakları biliyordum. Ya kapıyı kilitleyeceklerdi ya da beni de içeri alacaklardı. 2. durumu umursamıyordum bile, yeter ki Ayşe kurtulsaydı.

         Dizlerim tutmuyordu ama kapıya kavuşmuştum. İçeri karanlık değildi çünkü kömürlüğün diğer ucunda büyük ve kırık bir pencere vardı. Kaçan adamların beyaz karlar üzerinde kayan cüsselerini bu pencereden görüyordum. Önce yerde yatan Ayşem'in yüzüne odaklandım. Sonra hemen yanında duran büyük cam parçasına. Sonra göğsünden kasıklarına kadar yarılmış olan derisine. Sonra fışkıran organlarına.  " Anne valla kardan adam yapacaktım." diye sayıklıyordu şoktan. O adamlarla gittiği için kızacağımı düşünmüştü yavrum, ölümünden haberi bile yoktu. Hemen soyundum. Montumu, eteğimi, kazağımı organlarını sıkıştırarak vücuduna sardım. Kucağıma aldığım küçük kızımın ırzına geçildiğinden emindim. Donan yüzüme alev gibi yaşlarım akıyordu.

         Hastaneye koştum. Kasabadakiler Bir şekilde İlyas'a ulaşmıştı. O da dağdaki görevinden kaçıp yanımıza koşmuştu. Dikiş işlemi 11 saat sürdü. Tecavüz edilmediği ortaya çıkmıştı ama ben inanmıyordum En sonunda doktor "Keşke tecavüz etseydiler." diye bağırmıştı...Olayı tamamen öğrenen İlyas deli gibi sokağa koşmuş ve önüne gelen bütün gençleri ayaklarından vurmuştu. "Elbet biriniz yaptınız!" diye bağırıyordu.

         Her kurşunda bir düşman sahibi oluyorduk. Farkında bile değildik.

         Ayşe 10 gün komada kaldı. Kendine geldiğinde onu Ankara'ya getirdik. Geride kalan yeni kazandığımız düşmanlarımız evimizdeki her şeyi yok etmişti. Ayşe'nin eşyalarından mutlu fotoğraflarımıza kadar.

         Ayşe'yi kaybedince İlyas'ın ölme istediğiyle yalnız kaldım. Onu sevdiğimi, ona ihtiyacım olduğunu söyleye söyleye onu bu düşünceden vazgeçirdim. Yine de ellerini, bacaklarını, konuşmasını kaybettik. İlyas'a bu sakatlanmadan sonra askeriyeden gelen parayla da bu evi aldık."

         Derin bir nefes aldı.

         " Sonra sizler yeni çocuklarımız oldunuz."

         Ne diyeceğimi bilmiyordum. O ise gülümseyip ellerimi tuttu.

         " Anlayacağın Dünya'yla güzel bir oyun oynadık...."
Gerçek bir hikayedir...
ELİF KÜLAH   
14.02.2013


30 Ocak 2013 Çarşamba

Bir fotoğraf gördüm. Bir masanın üzerinde bir elma. Arslan atmış bana.

" Elif, güzel olmuş mu?" dedi.

Kendisi çekmiş.

"Neden bu kadar yalnız bu elma?" dedim.

"Birinin midesine inseydi daha mı iyiydi? dedi.

" Yanında başka elma olsaydı bari..." dedim.

Ne kadar yalnızdı Elma. Bir masanın üzerinde, oracıkta tek başına, denize karşı duruyordu. Üstelik resmen boynu büküktü, yemin ediyorum. Bir derdi olduğunu kim görse anlardı.


Ne kadar yalnızdı Elma. "Kaderim çok önceden çizilmiş." diyordu Denize. "Yıllar önce."

Yasaktı Elma.

Bu fotoğraf  beni çok etkiledi. Sonra nereden çıktığını bilemiyorum ama bir şarkı dolanıverdi dilime...



28 Ocak 2013 Pazartesi

m.

Bedenim...

(Şimdiye kadar kendime aynada bile bakmamıştım. Yetiştirilmeden kaynaklı olduğunu sanıyorum, hiç sorgulamadım bedenimi. Bacaklarım ince miydi, kalın mıydı; belim ince miydi, kalın mıydı mesela. Bilmiyorum. Bu konular açıldığı zaman hep utanır sıkılırdım.)

Aşk denilen şey, bazı duyguları coşturduğu gibi bazı şeyleri köreltince kendimi bir gün onun karşısında çırılçıplak buldum. Bütün utancım, bütün çekingenliğim gözlerime doldu. Beni oracıkta sadece duygularımla o bırakmıştı, kendi elleriyle. Gözlerini şaşkınlıktan açılan gözlerimden ayırmadan yapmıştı bunu. Ne üzerimde zayıf gösteren siyah elbisem, ne çok paralar harcadığım kaliteli çamaşırlarım vardı. Kendimi olduğumdan farklı değil tamamen olduğum gibi görüyordum şimdi; karnımdaki benimle, aldığım biraz kilodan dolan belimle. Vücumda dolanan gözlerini henüz bir kaç saattir tanıyordum. Hayır sarhoş değildim, henüz. Ne olduğunuysa anlamamıştım, evet.

(İlk defa adım attığım bir şehirdeydim. Hiç tanımadığım birine bu duyguları hissediyor olmam onu yeniden kolayca hayatımdan çıkaracak olmam demek değil. Bugün bu evde yaşananları unutamayacağım. Ne kadar inkar edersem edeyim, onu artık hayatımdan çıkarmam mümkün değil.)

Bana aşık olduğunu fısıldarken aralara ilk görüşte aşkı sıkıştırıp durdu. Yüzünü ellerime alıp onu sardım. Duygularım beynimi uyuşturuyor, hissettiklerim beni sarhoş yapıyordu. Bedenimi kontrol edemiyordum. Sanki defalarca bunları yaşamışım, onu senelerdir tanıyormuşum gibi hissediyor hatta davranıyordum! Bu nasıl mümkündü?

(Beni duvarı duvar kenarından çekti, kendine doğru çekti. Yüzümü ona dönünce, o da başını boynuma saklayınca duvardaki tabloları gördüm. Onları oraya neden asmıştı? onlara bakınca mesela, ne hissediyordu? Bunları bana bir gün anlatacak mıydı?)

Vücudumun onun için yaratıldığından bahsetti. Uzun boyluydu, çok uzun boyluydu hatta. Etrafında bunları söyleyebileceği çok insan olduğundan emindim, bunları söyleyeceği çok insan olacağının da farkındaydım. o an bunu görmemezlikten gelmek zorunda olduğumu biliyordum. O bana iltifatlar yağdırırken, o bana aşık olduğunu söylerken, o kocaman kollarıyla beni sararken ben hep sustum. Odaya vuran ışığı ve odada var olan o muhteşem koku her şeyden farklı.

(Teninin sesi hala kulaklarımda.)

O şehirden döndüm. Beni bir daha aramadı. Neden ondan bir hayat beklemiştim bilmiyorum.

Dudaklarından odaya dökülen ve kalbime giden bütün sözlere inanmıştım oysa...

---28.01.2013/  Bana bunları yazdıran Alix'e teşekkür ederim.---

27 Ocak 2013 Pazar

Ocak ayını sevmem mümkün değil... Uzun yıllardan beri sevemiyorum, soğuk olmasından, bir ölümden, bir kazadan ve başka şeylerden kaynaklı olabilir bu.

1 aydır yoğunum. Dergi işleriyle uğraşmak beni fazlasıyla yordu. Birde Elsa'yı yazmış olmamın insanların üzerinde bıraktığı şok etkisi var tabi. O küçük siyah saçlı, beyaz  tenli, erik gözlü kızı hayatımın ortasından atmam mümkün mü hem? Ne olursa olsun Paris'te yaşanan bir aşk Elsa, Louis'in sevgilisi...

Bu akşam bir kanser hikayesini bitirdim. Hem bilimsel hem fazlasıyla duygusal oldu. Hem ağladım hem şaşırdım. Bir ocak ayına dönüverdim hikayemin sonunda. bir ölüme mesela...

ocak ayını sevmem mümkün değil... Uzun yıllardan beri sevmiyorum.

Başka şeylerden kaynaklı olabilir bu...



21 Ocak 2013 Pazartesi

e

beni affet elsa. Bunu sana artık yapmak zorundayım. Bana başka çare kalmadı.

Dedi sessizce. Fısıldadı hatta.

"Beni unutma beni unutma" dedi.
"tamam, tamam" dedim.

Duymadı mı ki?


16 Ocak 2013 Çarşamba

.

Kırılganım. Yaşamak istemediğim bir hayatı yaşadığım için belkide.

Dün aslında 2 senedir tanıdığım birine hayatımda bir zamanlar var olan; kanımdan, canımdan olan kişileri anlattım. Başka insanları ayıplarken; aslında çocuk yaşta yaşadıklarım hatta benden önce olup biten şeylerin hepsini aştığını farkettim.

Sonuç olarak şuna bağlanır mı bilmiyorum ama, babamın bana zorla okuttuğu bir mühendislik fakültesi sıralarında, zor olduğunu bildiğim ancak arkamdakilerden güç alarak ilerlediğim bir yolda bir başarı gördüm. Bambu dergi raflarda yerini aldı. Yayın kurulunda ismimi görmek pek zor olmayacaktır, ki bu hayal çocukluğumun hayaliydi...

Dün aslında 2 senedir tanıdığım birine hayatımda var olan, kanım ve canım kadar sevdiğim kişileri anlattım. Başka insanların dostluklarını ayıplarken dergimi açıp okumadıklarını farkettim.

Kırılganım. Yaşamak istediğim bir hayatı yaşayamadığım için belkide.

Sevgilerimle....


6 Ocak 2013 Pazar

Prag

Bu şehirde son gecem. Yarın sabah Prag treninde olacağım. İçimde tarifsiz bir keder ve yıllardır hayalini kurduğum şehre kavuşma heyecanı var. Her şeyimi burada bırakıp gitmek zorundayım.

Bana başka çare kalmadı.

Bu şehirdeki son gecemde yine erik ve akasya ağacıma karşı duran penceremin tam önündeyim. Evimin ışıkları kapalı. Türk sanat müziğine ait eserlerleyim sadece ki buna musiki demeyi şu an tercih ederdim. Bana bu satırları ise " boş kalan çerçeve" yazdırdı.

Yarın Prag treninde olacağım. Önce Tiran'a gidecek, oradan Prag trenine bineceğim. Evet uğruna ne hikayeler yazdığım şehre kavuşuyorum. Fotoğrafları 2013'ün ağustos ayında sizlerle paylaşacağım.

St. Ludmilla katedralinin arka sokağından parkları keşfedeceğim, kiliseleri, caddeler, Nazım'ı, Veli'yi her şeyi, herkesi iliklerimde hissedeceğim...

Şarkı ise: burada...


5 Ocak 2013 Cumartesi

Kulağıma yaklaştı. Onun bile duyamayacağı kadar kısık bir sesle tekrarladı daha önceden defalarca söylediği sözü:
" Senin için her şeyi yaparım."
Başını yine hafifçe kaldırdı, yine gülümsedi, yine umut verdi.

Bense tekrarladım daha önceden defalarca verdiğim cevabı:
"Öyle söyleme."
Derin bir nefes aldım, yine gülümsedim, yine umut verdim.

Evrende iki dünya yoktu ama biz ayrı dünyaların iki ayrı insanıydık. Bunu ona söylediğimde " o öyle değil, evet sen kendi dünyanın insanısın ama ben de o dünyanın başka insanıyım." demişti. Ben bunun böyle olmadığını apaçık biliyordum.

Şimdilerde, son yıllarda, o hayatıma girdiğinden beri üflediğim doğum günü mumlarında, parmaklar arasına alınan kirpiklerimde, bir dilek tutmam gereken her şeyde aynı şeyi tutuyorum içimden.
O şeyi herkes biliyor.

"hayal kurabilmek, onu kurabilmek. Gerçekleşmesine gelmedi sıra hayallerimin; sadece onu düşünebilmek istiyorum."

söylenecek başka şey yok. O yanımda uyurken bile düşündüğüm tek şey bu. Başka bir şey düşünmem mümkün değil çünkü yıllar sonra onun bu halini nasıl hatırlayacağımı bilemiyorum.

Gerçeğiyle yaşayabilmek benim için çok daha kolay olurdu.

Olamaz mı?
olabilir...